|
|
Taraflı Soros Halkçi PartiKategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: A Yorum | 25 Temmuz 2009 02:48:14 Aziz Nesin'in oğlu Ahmet Nesin, Taraf Gazetesi'ne ve gazete de geçtiğimiz günlerde Neşe Düzel ile mülakatı yayınlanan Zülfü Dicleli'ye, Açık Toplum Enstitüsü'ne öyle sert bir yazı yazdı ki okuyanlar "kimin oğlu" dediler. Nesin yazısının başlığı olarak ise Aziz Nesin gibi ironik bir başlık seçti.
“TARAFLI SOROS HALKÇI PARTİ”. Nesin yazısında Sosros desteği ile sol faaliyetleri bulunanları “madem soldan vazgeçtiniz neden hala solculara akıl veriyorsunuz” diye eleştirdi. İşte Ahmet Nesin’in ahmetnesin.com’da liberalleri sert eleştiriye tuttuğu yazısı: “TARAFLI SOROS HALKÇI PARTİ Dünkü yazımın sonunda yazmıştım, bu yazı çok devam edecek diye. Aklıma eskilerde anlatılan bir fıkra geldi. Geçmiş yıllarda Türkiye’de en kolay iş bulan üniversite mezunları Boğaziçi, ÖDTÜ ve İstanbul Teknik Üniversitesi mezunlarıydı. Sonraları Boğaziçi mezunları işlerini kaybetmeye başlamışlar, nedeni çok ilginç: Boğaziçili mezunlar işe girdikten 2-3 ay sonra patronun karşısına geçip, “Siz bu işi yanlış yapıyorsunuz, bakın ben size akıl vereyim…” derlermiş. Umarım Boğaziçi mezunları yada öğrencileri alınmazlar bu fıkraya… Bu fıkraya benziyor bugün Türkiye’de Açık Toplum Vakfı’nın yaptıkları. Başlarında Amerikalı bir spekülatör para dağıtıyor. Vakfın başında TÜSİAD Yönetim Kurulu’nda, Haysiyet Divanı’nda ve Basın Kurulu’nda bulunmuş Can Paker var. Yönetim Kurulu’nda şu an TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi Ümit Boyner var. Ümit Boyner’i biliyorsunuz, Yeni Demokrasi Hareketi’nin ilk başkanı Cem Boyner’in eşi. Yani bu kişiler çok açık bir şekilde Türkiye’de sermayenin ve burjuvazinin temsilcileri… Yani bugüne kadar Türkiye’yi yönetmiş olan başbakanları ve bakanları gibi sermaye ve burjuvazinin savunucuları ada koruyucuları değiller, bizzat kendileri… Şimdi bir dernek düşünün, bu iki kişiyle birlikte yönetim kurulunda eski bir TKP’li var. Buraya kadar her şey normal, zaten bence Zülfü Dicleli’nin kapatılan TKP’liliği kadar, komünistliği de eski. Bunu zaten 2 gün süren söyleşide liberalliğiyle yeteri kadar anlatıyor. Peki be kardeşim, madem TKP’yi ve komünistliği bıraktın, sermayeyle beraber omuz omuza demokrasi savaşımı veriyorsun, komünistlere ders vermek neyin nesi oluyor. Senin yapacağın ancak henüz komünist olmamış gençlere “Aman çocuklar, ben ettim siz etmeyin, komünist olunca demokrasi savaşımı verilemez, bize demokrasiyi en iyi bugüne kadar ABD’li trilyoner Soros Amca ve TÜSİAD üyeleri burjuva kardeşlerimiz Cem ve Ümit Boyner’le, Can Paker anlattı. İşçilerin durumunu ve savaşımını da Hak-İş Genel Başkanı dinci Salim Uslu’dan öğrendik. Siz siz olun komünist olmayın…” demektir. CHP’nin, ÖDP’nin, TKP’nin, EMEP’in ve diğerlerinin ne kadar solcu olduğu seni hiç ilgilendirmez. Bunu kendi aralarında tartışırlar. Zülfü Dicleli solcu olduğu dönemlerde eleştiri ve özeleştirinin nasıl yapılması gerektiğini sanırım iyi algılayamamış. Herkes gibi birey olarak solu eleştirme hakkı var, ama artık solcu olmadığını açıklayarak, burjuvaziyi yanına alarak solun nasıl olması gerektiğini anlatmaya hakkı yok. Sol dünyanın neresinde burjuvazinin istediği şekle bürünmüş ki Türkiye’de böyle bişey olsun. Ben yaşamım boyunca TÜSİAD’ı eleştiririm, kimi demokratik savaşımlarda aynı tümceleri de kurabilirim, ama TÜSİAD’a nasıl davranması gerektiğini söylemek aklımın ucundan bile geçmez. Parti içi yada dernek içi eleştiriyle, kendinden olmayan bir grubu eleştirmenin arasındaki fark bu olmalıdır. Ben kendi içinde bulunduğum grubu eleştirirken yerine kendi düşüncelerimi getiririm, bu gereklidir, ama TÜSİAD’ı yada Açık Toplum Vakf’ını eleştirirken nasıl davranmalarını söyleme hakkım da yok, yetkim de yok, en önemlisi gereği de yok. Ben bir maksist olarak burjuvaziye nasıl davranması gerektiğini nasıl anlatabilirim ki? Yada böyle bişey yapsam, büyük bir olasılıkla Arzuhan Doğan Yalçındağ bana garip garip bakar, biraz tanıyorsa da alaysı bir gülümsemeyle “Bana bu aklı hangi dünya görüşü adına veriyorsunuz?” der… Neşe Düzel söyleşisine “Neden Zülfü Dicleli?” diye ara başlık atarken “Türkiye değişiyor, ama yaşadığı değişimi algılamakta da çok zorlanıyor.” diye başlamış. Neşe Düzel’in bu dediğine kesinlikle katılıyorum, Türkiye değişiyor, ve en azından ben bu değişimi algılamakta zorlanıyorum. Neden zorlanıyorum, en azından 1840’lı yıllarda ortaya çıkmış marksizmi çağdışı ve eski bulan kimi eski solcuların demokrasi adına 1400 yıl önce yazılan Kur’an’ı savunmalarını ve bunu demokrasi savaşımı haline getirmelerini algılamakta çok zorlanıyorum. Bugün YÖK bir karar alarak İmam Hatip Lisesi mezunlarının da üniversite sınavlarına eşit bir şekilde gireceği kararını aldı. Bunu ileriki yazılarda tartışacağım, ama adı üstünde İmam yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan İmam Hatip Liseleri’nde bu kadar kız öğrenci olmasını algılamakta zorlanıyorum. Sadece o konuda değil, Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullar için bir kıyafet talimatnamesi var, o talimatnameye göre İmam Hatip Liseleri’nde okuyan kızlar sadece Kur’an dersi sırasında başlarını kapatabilirler. Oysa işin hiç de öyle olmadığı, talimatnameye uyulmadığı çok açık bir şekilde görülüyor, ancak kimsenin müdahale ettiği yok. Yeter ki din adına anti-demokratik karar alınmasın… TESEV bir araştırma yapmış bu konuda, TESEV bildiğiniz gibi Can Paker’in başkanlığında Soros’tan 2 milyon dolar yardım alan kuruluş. Soros Halkçı Parti Başkanı Hüseyin Ergün de kurucularından… Kızlara “İmam Hatip Lisesi olmasaydı okur muydunuz?” diye sormuşlar… Onlar da “Başörtüsü takabilmek, normal eğitimle birlikte din eğitimi alabilmek vs. vs.” diye yanıtlamışlar ve bu okullardan mezun olanlardan terörist ve hırsız çıkmadığını söylemişler. Herhalde bir gün Recep Tayyip Erdoğan’ın nasıl bu kadar zengin olabildiğini anlarlar. Ama daha ilginci demokrasi adına yapılan bu araştırma yada sor demokratik değil, çünkü demokrasilerde bir çocuğa “Okur muydun?” diye sorulmaz, okuması için her şey yapılır… Lisede başını örtmek için o okulu tercih eden 13 yaşındaki kıza da bu seçimin esasında kendisine ait olmadığı anlatılır ve lisede başını örtmesinin de yasalara uygun olmadığı açıklanır… İşte Neşe Düzel ve arkadaşlarının algılamakta zorlanmadığı konularda ben zorlanıyorum… Bu değişimi algılamakta zorlanıyorum, çünkü yıllık 5 bin imam gereksinimi olan Türkiye’de bu okullardan her yıl 25 bin öğrenci mezun oluyor… O zaman görevi imam yetiştirmek olan bu okullarda niye bu kadar fazla öğrenci var yada daha doğrusu niye bu kadar fazla İmam Hatip Lisesi var. Bu okulların amacı imam yetiştirmekse, niye bu liseleri bitiren erkeklerin doktor olup olmamasını tartışıyoruz. O zaman daha çok devlet tarafından okutulan bu çocukların aileleri bizleri dolandırmıyor mu? O çocuk doktor yada mühendis olmak istiyorsa, niye o bölümlere girebilmesi için normal liselere gönderilmiyor. O zaman işin içinde bir üçkağıt var ve bu üçkağıtçılık uzun yıllar bilerek pekiştirilmiş. İşte Neşe Düzel ben bunları algılamakta zorlanıyorum. Hele solu bırakmış biri olarak, solu bırakmış bir başka eskisolyoldaşına “Sol nasıl olmalı?” diye sormuyor musun, algılamam işte orada sıfıra düşüyor… Kimler oy veriyor AKP’ye? Onlar ilerlemek gelişmek, dünyaya açılmak istiyor. Türkiye’de 70 milyon insan varsa, bunun 60 milyonu durumunu değiştirmek isteyen aktif insanlar. Soruyu Neşe Düzel soruyor, doğal olarak da Zülfü Dicleli yanıtlıyor. Önce adama matematikten haberin var mı diye sorarlar!.. Bu duruma göre gelişmek istemeyen ve dünyaya açılmak istemeyen kesim kim oluyor? Türkiye’de 2005 verilerine göre okuma yazma bilmeyenlerin oranı % 12. 2009 yılındaki verilere göre Türkiye’de 5 milyon 732 bin kadın okuma yazma bilmiyor. Ayrıca kadınların yüzde 21.5’i okur yazar, ama herhangi bir eğitim kurumundan mezun değil, yüzde 37.2’si ilkokul, yüzde 7.4’ü ortaokul ve dengi okul, yüzde 10.6’sı lise ve dengi okul ve sadece yüzde 3.9’u yüksek okul ve fakülte mezunu. Ancak Dicleli’ye göre okuma yazma bilmeyenlerin bile bir kısmı bu gelişmeyi yakından takip ediyor. Yada 2009 yılına kadar bu sayı tamı tamına Dicleli’nin dediği rakama tam cuk oturdu. Dicleli’ye göre o zaman emekleyen çocuklardan tutun da, engellilere kadar hemen hemen herkes ilerlemeyi istiyor. Gericiler de istiyor, sosyalistler de istiyor, dinciler de istiyor, Fethullahçılar da istiyor, Kürtler de istiyor… O istemeyen 10 milyon kim acaba? Bu sayılara göre ve Dicleli ve arkadaşlarının bakış açısına göre Türkiye’nin 60 milyonu Avrupa Birliği’ni ve Globalizmi anlamış durumda ve istiyor… Oysa ben Türkiye’nin % 10’unun AB ve Globalizmi anladığından emin değilim… Zaten 70 milyon nüfusun 60 milyonu Dicleli’nin dediklerini anlasa ve desteklese Türkiye bu karmaşaları yaşamaz… “İlk önce dinin gericilik kaynağı olduğu saçmalığından vazgeçmeli. Din bir yaşam tarzıdır. İslam kültürü bizim kültürümüzdür. Halkın diniyle, yaşam tarzıyla arana mesafe koyduğunda, halk seni ciddiye almıyor. Sol bugün namaz kılanı, türban takanı, oruç tutanı gerici görüyor. Oysa bunlar insanların sosyal ilişki biçimleridir, ritüellerdir. Bunların karşısına geçmenin anlamı yok.” demiş Dicleli. Burada dinin bir felsefe olup olmadığını tartışmak gerekiyor. Dinde felsefe var mıdır, yok mudur? Felsefe önce bir soru sorma becerisidir, soru sormak sorgulamak anlamına gelir, sorduğunuz sorular ve aldığınız yanıtlarla mantık yürütürsünüz ve eleştirme hakkına sahip olursunuz. Her soruda bir eleştiri vardır… Peki dinde yada bizi şu an ilgilendiren konumuyla İslamiyet’te buna olanak var mıdır? Eğer İslamiyet’i bilmiyorsanız vardır ve alacağınız her yanıt Kur’an’dandır. 1400 yıl önce kadın hakları neyse Kur’an’da, şimdi de aynıdır, yani en ufak bir gelişme yada çağa ayak uydurma diye bişeyden bahsedemeyiz. Hangi konudan bakarsak bakalım sorduğumuz her yanıta 1400 yıl önce hangi yanıtı aldıysak 21. yüzyılda da aynı yanıtı alırız. Yani İslamiyet tek kitaba bağlı bir dindir ve bu kitabın değişme olanağı yoktur. O zaman hiç değişmeyen bişey gelişebilir mi? Yada Dicleli’nin tersine soruyu şöyle sormak gerekir: “Dini nasıl ilericilik kaynağı olarak algılayabiliriz?” Burada belki din kavramını yada Türkiye’de yaşanan din kargaşasını dindarlar ve dinciler olarak ikiye ayırmak gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda Dicleli ve yandaşlarının savunduklarının tersi çıkıyor ortaya… Türk Solu’na o anlamda baktığımızda hiçbir zaman dindarlarla bir çelişki yaşamamıştır Türkiye’de. Eğer yakın tarihimize bakarsak zaten –ki bu 68 kuşağından başlayarak yada 60 Anayasası’ndan itibaren diyebiliriz- Türk Solu’nun aileleri Müslüman kişilerdir. En geniş anlamda iki örnek verirsek Türkiye İşçi Partisi’nin TBMM’ye girdiğinde ciddi bir Müslüman oyu olduğunu da görürüz. İkinci olarak Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ele aldığımızda, bilhassa asıldıkları tarihten sonra Türkiye’de Müslümanların da nasıl üzüldüklerini ve ağladıklarını biliyoruz. Daha da ilginci hangi Müslüman’a sorarsanız sorun Kanlı Pazar olayını, Çorum, Kahramanmaraş yada Sıvas katliamını onaylamaz. Bu açıdan baktığımızda ister CHP deyin, ister sosyalist ve Marksist solu ele alın Türkiye’de Müslümanlarla bir sorun yaşanmamıştır. Türkiye’de Sol’unun yaşadığı sorun dindarlarla değil, hep dincilerle olmuştur. 1400 yıldan beri değişmeyen bir düşünce akımı yada kitap sonuçta gericiliktir. Peki gericilik olan bir düşünceyi Türkiye nasıl çözümlemiş de bu noktaya gelmiş. Çünkü Türkiye’de Müslüman dediğimiz kesim kendine göre kolay bir yol bulmuş ve “O Allah’la benim aramda…” diyerek, İslamın hemen hemen hiçbir emrini yerine getirmeden yaşıyor. O kesim belki kısmen orucunu tutuyor, sadece bayramlarda camiye gidiyor, çocuklarının en medeni şekillerde eğitim görmesi için elinden geleni yapıyor, geçmiş yıllara baktığımızda eşinin başörtüsüyle sokağa çıkmasını sorun etmiyor… Ama Dicleli’nin söylediğinin tam tersi olarak Türkiye’nin ve kendi aile yapısının ilerlemesini isteyen, dünyaya açılmak isteyen kesim o kesim. O yüzden türban konusunda en fazla çatışan kesim de bu iki kesim esasında… Sola hiçbir zaman saldırmayan bu kesimin yanında her zaman saldıran Dinci bir kesim var. Şimdi bu kesim Ergenekon Davası’yla beraber aklanmaya çalışılıyor. Bütün olayları Ergenekoncular yaptı, katleden, otel yakan, Allah Allah diye katledenler dinciler değildi sanki!.. İşin komiği bu olaylar olduğunda biz sol adına bunların hepsini derin devletin işi olduğunu yazdık. İşte burada dincilerin yada ülkücülerin kullanılıp kullanılmadıkları tartışması önem kazanıyor. Bence kullanılmadılar, zaten bu iki kesim için de komünist öldürmek sevaptı, bu iki kesime davet gitmesine gerek yoktu, onlar kendilerini kullandırtmak için zaten emre amadeydi. Kullanılıyor olsalardı biz yıllar önce derin devlet diye bağırırken onlar da bizi destekler yada kendilerinin de içinde bulundukları Akıncılar ve Ülkücüler gruplarını uyarırlardı. Nedense derin devlet olayı iktidara geldiklerinin 4. yılından itibaren geldi akıllarına… Solun din konusunda yaklaşımlarına yarın devam etmek üzere…”
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|