A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

HERMENEUTİK

Kategori Kategori: Felsefe | Yorumlar 3 Yorum | Yazar Yazan: Metin Bobaroğlu | 11 Eylül 2007 13:31:58

Sürekli bilinç topluluğu yaratma çabasıyla biraraya geliyoruz biliyorsunuz... Tinsel anlamda yaşamı anlamlandırma sorunsalı üzerine ama hermeneutik bakış açısıyla bir çalışma yapacağız.

Hermeneutik Felsefe - 1. Toplantı - Salı, 26/09/2006:
Sürekli bilinç topluluğu yaratma çabasıyla bir araya geliyoruz biliyorsunuz... Tinsel anlamda yaşamı anlamlandırma sorunsalı üzerine ama hermeneutik bakış açısıyla bir çalışma yapacağız. Bu yılki çalışmalarımızı neden hermeneutik diye seçtik? Nedeni, felsefi çalışmalarda olsun, dinsel ya da mistik çalışmalarda olsun, bir temel sorun vardır; anlam verme sorunu... Bu anlam verme sorunu çözümlenmeden, insanların algıladıkları, düşündükleri, okudukları, paylaştıkları, deneyimledikleri, gözlemledikleri bütün olay ve olgular, kendi bilinç paradigmalarına, yeteneklerine ve ruhsal gelişim düzeylerine göre oluşmaktadır. Bu anlamda hatırlarsınız, tasavvuf üzerine yaptığımız söyleşilerde de meratipten söz etmiştik; neden meratip gereklidir, bu meratip neyi imliyor, ondan söz etmiştik.
İşte ruh durumları, ruhsal gelişim programları tasavvufu felsefeden ayıran en temel özelliklerdir. Felsefenin, salt zihinsel felsefe olarak nitelendirdiğimiz felsefenin, anlıksal felsefenin karşısında theosophia veya tasavvuf olarak nitelendirilecek gnostik öğretileri de içine alan, geniş anlamda, islam tasavvufunu da kapsayan, içsel inisiyasyon süreçlerinin yaşanması, zihinsel felsefeden ayrı olarak bir iç deneyim ve bir sağaltım gerektiriyor. Bu bakımdan kalbin arındırılması ve arınma sürecinin yaşanması, ondan sonra psişik dalgalanmanın harmonize edilmesi, dengelenmesi süreçleri. Bunlar geleneksel öğretilerde de bugün bilimsel öğretilerle karşılaştırılabilecek kalitede, hatta daha gelişmiş yanları olan geleneksel öğretilerde binyıllar uygulanmış ve onların sonuçları alınmış, raporları elimize geçmiş öğretilerdir ve bunları yaşayan okullar (living school) olarak da halen günümüzde görmekteyiz. Yani bu tarihe malolmuş, olmuş bitmiş bir olgu değil, halen bu gelenek günümüzde de sürmektedir. Bunun önderleri de var, bu eğitimi veren insanlar var ve ‘el ele el hakka’ dedikleri zincir içinde bu güvenilir öğreti günümüzde de var.
Ancak günümüzde bir başka sorunumuz var bildiğiniz gibi, bu tür kendini geliştirme veya hayata anlam verme veya dini fenomen içinde mistik deneyimle kendini bulma -başka birçok hedefler gösterilebilir veya gösterilmiştir, bütün bunlar için günümüzde denetim yoktur. Osmanlı döneminde, Selçuklu döneminde -bizim için söylüyorum, batı için başka dönemler söylenebilir, diğer ülkeler için söylenebilir, ama şimdi bizi ilgilendiren kendi tarihsel sürecimiz; bu dönemlerde bir denetim mekanizması vardı. İlkeli ve o işin yetkin ellerde olmasını sağlayan denetim mekanizmaları vardı. Günümüzde ise kendinden menkul, kimin onayladığı belli olmayan birçok insan iyi niyetli de olsa, sahte veya siyasi davranışlar içinde de olsa, denetimsiz olarak bu tür çalışmaları sürdürüyor. Dolayısıyla biraz endişeli bir dönemi yaşıyoruz bu manada... Yani, bir usta eline gönlünüzü emanet edeceksiniz, ama onun usta olduğuna dair herhangi bir deliliniz yok. Ve onun denetlendiğine dair herhangi bir güvenceniz yoksa ki en çok gelen sorular bunlar olduğu için bunları dile getiriyorum, o zaman ne yapmak gerekiyor?
Biz daha çok felsefede durarak bunlara bakıyoruz biliyorsunuz, felsefi bakış açısından şöyle bir durum var; evet arınma, aydınlanma ve özgürlük diye üç aşamada nitelendireceğimiz olgunlaşma süreçlerinin tatbiki, deneyimsel yanları var. Çünkü arınma ve aydınlanma doğrudan doğruya içsel deneyimleri gerektiriyor. Zihinsel fonksiyonlarımız bunu çözemez. Özgürlük; o başlı başına bir sorun, onun üzerine hem çok şey yaşamak hem de çok şey söylemek gerekir, ama geleneğimizde bu safiyet, irfaniyet aşk diye de nitelendirilen terimlerle söylenen bu olgunlaşma sürecinin, ilkesel, şuurlu bir biçimde değerlendirilebilme olanağı var mıdır?
Buradaki çalışmalarımızda biz daha çok bu yanına bakıyoruz, bir workshop yapmaya çalışıyoruz bu anlamda, ama o deneyimleri, süreçleri içeren bir çalışma değil; daha çok ona hem bir hazırlık hem de o süreçte bulunan insanların sorgulama, bilinçlerini özgürce sorgulayabilme olanaklarını tartışıyoruz. Şimdi bunu felsefe olarak yapmak için, çok yoğun ve uzun soluklu bir eğitim gerekiyor. Çünkü terminolojisi ağır, yöntemleri kendine özgü, kavramları belki de -belki değil ben öyle düşünüyorum, bilimsel kavramların da arkasında duran kavramlar; yani bilimler de felsefeden doğmuş oldukları için bilimde karşımıza terminoloji olarak çıkan kavramlar, aslında akıllarını, ideolojilerini ya da idealarını felsefede bulurlar.
Şimdi, dolayısıyla felsefi bir bilinç oluşmadan bu değerlendirmeleri yapma olanağı yok. Ama bizim geleneğimizde bir de bir felsefe karşıtlığı var, genellikle ona rastlıyoruz, yani toplumsal tinimizde bir felsefe karşıtlığıyla karşı karşıyayız. Felsefe yapmak hep aşağılanmış, dışlanmış, daha çok dini deneyimler, dini inançlar, sezgiler daha çok onanmıştır, ama ekol açısından baktığımızda bir takım ekollerin böyle olması ve bunların topluma daha çok tesir etmiş olmaları bizim geleneğimizi sınırlandırmaz. Geleneğimiz içinde, aslında bu deneyimlerin nihai noktasında nasıl bir theoria varsa batıda, tanrısal görü varsa, böyle bir anlayış varsa, bizim geleneğimizde de “temaşa” vardır. Dolayısıyla, temaşaya ulaşabilmek için “nazar’ı” geçip yani teorik aklı aşıp temaşaya ulaşabilmek için batı terminolojisiyle söyleyeceksek, entellektüel değil de, entellektiyanın işi olan erekbilimsel aklın total, bütünsel anlayışına varabilmek için çok ciddi bir geleneğimiz var; bu da bildiğiniz gibi Vahdet-i Vücud geleneği. Dolayısıyla teorik yapıdan uzak salt pratiklerle ilgili değil bu gelenek ve kendi içinde de bildiğiniz gibi, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet diye söylenen bir aşamalar dizgesidir. Ve bunun için simgesel olarak, şeriatın önderi Musa kabul edilmiştir, tarikatın önderi Davut kabul edilmiştir, hakikatin önderi İsa kabul edilmiştir, marifetin önderi de güzel Muhammed kabul edilmiştir. Yani tevhid makamları tamamlandığı zaman marifete erilmesi demek, bu sürecin tamamlanması demektir.
Şimdi bu sürecin bilinçte tamamlanması için, hem gelenekteki tekstlerin, metinlerin anlaşılması, hem de gelenekteki bu sağaltım süreçlerinin yaşanabilmesinin kriterlerini her bireyin artık kendisinin değerlendirmesi gerekmektedir. Yani vesayet altında bu tarz bir şeye kalkışanlar ne denli güvenli bir alana giriyorlar, bu sorgulanacak bir şey. Kendinden menkul ispat da olmaz, bir diploma işi olduğu söylenirdi, eskiler yani icazetnameyle bu işler olur, işte icazeti kimdendir, kimden el almıştır, filancadan, o hangi ekoldendir, filan ekolden, demek ki güvenilirdir, kendisi bir mürşit olarak, yol gösterici olarak onanmıştır diye söylenirdi. Şimdilerde bir talibin bu türden öğretileri ölçüp tartacak bir imkânı yok. Dolayısıyla ancak kendi şuurlanmasıyla bir insanın bu tür öğretileri anlamlandıracağı üzerine bir savdır bu çalışma.
Ancak çok hoş bir şey var, her mertebe ancak kendisine ait bilgiyi bilebilir, kendi üstündeki mertebeden haberi bilgi ve hal olarak olanaklı değildir denir. Dolayısıyla neyi test edecek de nereye gidecek bu insan? Nasıl bir çalışmayı sürdürecek, bu da ciddi bir problem. Bütün bunları konuşmak, - Hz. Mevlana’nın bir sözü aklıma geldi; ‘bu can bağdaşmasıdır cancağızım can bağdaşması’ der, ama ben orada da soru işareti koyuyorum, haydutlar da birbirini sever. Sevgi tek ölçü değildir, hangi değere yönelir, intention’ımız nedir, niyetimiz nedir hangi değere yöneliyoruz ve ondan doğan, bizdeki uyanan can bağdaşması, asıl Veliyullah - Allah dostu diye nitelendirilen can bağdaşması bizim için önemlidir. Yoksa herhangi bir örgütlenmede, ideolojik olabilir bu, dinsel olabilir, siyasal olabilir, herhangi bir örgütlenmede insanlar birbirini sevebilirler. Sevgi de güzel bir şeydir sevsinler tabii, ama bu sevgiler bizi belli bir ereğe taşımaz, hatta ketler, engeller diye düşünüyorum.
Bu bakımdan okuduğumuzu anlamaktan başlayan ilk ortaya çıkışı hermeneutiğin, okuduğunu anlamak, daha çok da bu, Holy Scriptures dediğimiz kutsal yazmalar üzerine düşünülmüş, bir ilk ileri sürümü bu. Yani kutsal metinler, vahiyle ilgili metinler nasıl metinlerdir ki, biz bunları nasıl anlayacağız? İşte mürşit gerek evvela, tamam. Peki mürşit nasıl anlıyormuş yani bunları nasıl anlarmış? Hangi süreçlerden geçmiş de anlarmış? Hüdainabitmidir? Mevhibe-i ilahi mi onu bu hale getirmiş yoksa kendi emeğiyle mi gelmiş? Yöntemi var mıdır? Bu denetlenebilir bir şey midir? Bununla ilgili çok tartışmalar var tarih içinde biliyorsunuz, günümüzde de var, olmalıdır da.
Ancak söylemek istediğim şu; bu hermeneutik sorununun ortaya çıkması bir; tekstleri, okuduğunu anlamak sorunuyla başlıyor, sonra bu sadece ilahi metinlerle sınırlı kalmıyor, edebi metinlere de aynı şekilde yöneliyor, çünkü edebi metinlerin de anlaşılması, onların kavramsallığının ötesinde -kavramlar bilince açık olan deyimlerdir, ama kavram bütün problemi çözmüyor. Kavramın arkasında aklı aşan, zihni aşan veya aklın en azından analitik biçimini aşan, külli akla doğru aklın iç devinimlerine ulaşabilecek bir yol, yordam, yöntem var mıdır ve bunun tezahüründe de yazılı metinlere bu geçmiş midir? Edebiyatta daha çok yazarın niyetine ulaşmak esastır. Dolayısıyla onun, niyetiyle dile getirdiği anlatım biçimlerinin, kullandığı alegoriler, semboller birçok şeyler vardır, onlar bir kültür içinde yapıldığı için, o kültürle tanışık olan insanların, o tarihsel süreçte yaşamış olan insanların algılayabileceği göndermeler, benzetmeler, teşbih sanatı orada yardımcıdır. Başka bir kültürde eğer bu yapılmışsa, o kültür süreçlerinde bulunmayan bir insan, o yazarın o anlatımlarının arkasındaki niyete ulaşmak istediği zaman daha çok olgularla ketlenir. Sadece onun anlattığı olguları, fenomenleri kavramaya yeteneklidir. Ama onun arkasındaki genel anlamda sanat diye nitelendirebileceğimiz o kültürün kullandığı sembol, alegori, benzetme ve özel deyimler ile sınırlıdır.
Şimdi bir de ilahi metinler söz konusu olduğunda, bu kez vahiy diye nitelendirilen en üst düzey sembolizma, ayetler ve sembolizma da devreye giriyor. O zaman bunu kültürlerle de çözemezsiniz. Yani bir kültür içindeki geleneksel ve o kültürün getirdiği, taşıdığı göstergelerle de semiyotik veya semiyolojik göstergelerle de ulaşamazsınız o metnin asıl anlamına, niyet edilen anlamına... O bakımdan bu nasıl anlaşılabilir, bunun yöntemi var mıdır diye, felsefenin içinde bir disiplin olarak ortaya çıkan, önce dediğim gibi kutsal metinler için, sonra edebiyat için, ve ondan sonra hatta felsefe için, felsefenin kendisi için dahi, yani felsefenin üzerine de düşünmek anlamında, hermeneutik disiplin genişlemiştir.
Hermeneutiğin Hermes’e kinaye edilerek konmuş olduğunu hemen anlamışsınızdır. Hani İdris diye nitelendirilen bizim geleneğimizde, İdris Nebi hülle biçer, gezer Allah deyu deyu Yunus’un dilinde söylenen, Hermes Trimegistes; üç kez bilge Hermes’in Antik Mısır’da Memphis tapınaklarında sürdürdüğü, bildiğimiz anlamda ilk ezoterik okul ve insanların kendi ontolojik anlamda varlık deneyimleri ve aynı zamanda ilahi alemle de bağ kurma veya onların dilinde vuslat etme, vasıl olma yöntemleri üzerine bir çalışmadır. Ama Antik Mısır’da örtük kalmıştır. Fakat Antik Mısır’da eğitilmiş ve bu Memphis tapınaklarından, Hermetik öğretiden mezun olup bir yandan Antik Yunan’da, diğer yandan Kenan diyarında iki ayrı kanalda, sonra Anadolu’da özellikle, Dionysos kültünün, Orpheus kültünün içinden, işte bildiğiniz gibi Zerdüşt’ün de daha Brehmen öğretileriyle bu Antik Mısır’dan çıkan Hermetik öğretiler arasındaki tevhid arayışı da işin içine katılacak olursa, bir gnostik tarih de karşımıza çıkıyor. Gnostik tarihe ben yeraltı suları ve artezyenler alegorisiyle bakıyorum. Yani pozitivist tarihe baktığımız zaman, yani olgularla aktarılan tarihe baktığımız zaman, bize olaylar ve olgulardan söz eden bir tarih, ve bunun gerekçeleri, siyasi nedenleri, işte ekonomik problemleri, tarihin içindeki göçleri ve savaşları, siyasi örgütlenmeleri, egemenlikleri tartışabilirsiniz bunun içinde. Ama bunun arkasındaki manevi süreci göremezsiniz.
Yani bu olgusal tarih dediğimiz fenomenolojik tarih de bunun içinde, daha sonra bazı çabalarla ilerletilmek istenmiştir, ama bu da içinde, bir anlamda envanter tarihidir. Yani onun arkasındaki manaya sizi ulaştırmaz. Peki, bütün dünya kültürünü oluşturan bu olgular mıdır, bu siyasal hareketler midir, bu göçler midir, bu toplumsal ya da ticaret ilişkileri midir, sadece bunlar mıdır insanı şekillendiren? Hayır, insanı manevi süreçler de tarihi şekillendiriyor, tarih içinde insanı şekillendiriyor. Şimdi dolayısıyla ona sarkabilmek, onun arka tasarındaki bu manalara ulaşabilmek için onların kendi yöntemleriyle bilinçli olarak oluşturdukları bir gizem, bir ezoterizm, bir misterion’dan söz etmek mümkün. Bu Hermetik öğretiden beri böyle, yani Hermes bir inisiye olanlara aydınlatıcı bilgiler veriyor ve tatbiki öğretiler sunuyordu, bir de halka... Metinler elimizdedir, bu Ennead’larda var biliyorsunuz ve Ennead’ları okuduğumuz zaman orada görüyoruz ki, Hermes’in bu uygulamasında halka, bugünkü anlamda bizim geleneğimizde şeriat alanı denen, törenler, ibadetler, iyi ve kötü ayrımları ve ona ait yaşam biçimleri öğretilmektedir. Ama inisiye olanlara, yine bizim geleneğimizde “tarik” yol-yordam-yöntem anlamında olan, örgütlenme anlamında olmayan tarik, belli aşamaları geçirecek olan deneyim, bilgilenme ve aydınlanma süreçlerini gösteren bir iç eğitim ve oraya hitap ederken de törenlerin üstüne yükselmek ve ontolojik anlamda varlık bilgisine ulaşma hem öneriliyor, hem de tatbik ediliyor.
Şimdi bu yanı ezoterikti, diğer yanı egzoterikti ve egzoterik olan toplum düzenlenmesine yönelikti, ezoterik olan da doğrudan doğruya bireysel gelişim süreçlerine bağlıydı. Yunan’a geçtiği zaman bu, Yunan’da, Orphe dininde aynen bu ezoterizm devam etmiştir ve bir bakıma bu ezoterik yapının içinden çıkmış olan insanların da Anadolu’ya yayılıp, Anadolu’da köy, köy kasaba, kasaba ozan geleneğini oluşturduklarını biliyoruz. Daha sonra başka bir yönden bakacak olursak, Musa kanalıyla Kenan diyarına geçen ve hem egzoterik, hem de ezoterik bir süreci de görebiliyoruz. Yani, tabernakıl denen o ilahi toplanma çadırında, içinde 70 kişiyle birlikte Levililerin ve Kohenlerin oluşturduğu bir ezoterik çadır içi eğitim varken, aynı zamanda bir de egzoterik, halkın yeniden şekillendirilmesi ve gideceği yerde bir toplum olarak yasa altında yaşamayı öğrenmesi için de şeriat uygulamasını görüyoruz. Ta ki Süleyman mabedine kadar gelen bu çadır geleneği, yani sembolik mabed ve insanın asıl kendisinin kendi varlığına dair yapacağı keşiflerin öğretisinin bir kitabı, ama bu kitabı okuyabilmek, mabed kitabını okuyabilmek, simgesel kitabı okuyabilmek, işte kavramlarla mümkün değil.
Kavramlar bilince açık olan olguların, ilkeli, yasalı bilişleri, bilgileri, bilinçleri bize bunu vermiyor. O zaman bu mabedin içine, ki mabed fonksiyonel ya da işlevsel olan değil, simgesel olarak bir ilahi tablo, belki bütünüyle bir ikonografi olarak düşünebileceğimiz bir yapılanma ve bu mabed taş duvar anlamında değildir, kullanılan bütün araç gerecin kendini aşan, yani mabedin herhangi bir nesnesi işlevsel olmadığı için kendini göstermek üzere yapılmamıştır, kendini aşan, transcendence olan bir değeri gösterdiği için kendini, mabed olarak nitelendirilmektedir. Bu mabedi okuyabilmek ayrı bir eğitimi, ayrı bir yaşantıyı, ayrı bir yöntemi gerektiriyor. Bir de üçüncü olarak söyleyebileceğim ‘insan eliyle yapılmış’ bu sembolizmadan başka bir boyut daha var, bu; tabiatın kendisi. Tabiat bir hiyeroglif olarak düşünülmüş, manevi çalışmalar için ve kâinat kitabını okumak diye bir tabir kullanılmıştır. Yani kâinat mabedi bu sefer söz konusudur ve kâinat mabedi insan eliyle yapılmadığı için hani Hz. Süleyman’ın bir sözü var; ‘sen göklerin göğüne sığmazsın, nerde kaldı insan eliyle yapılmış mabetlerde oturasın, onun için bu mabedi ben senin adına yaptırıyorum’, diyor. Senin gelip oturman için değildir de dediği, bu tabiatın kendisinin mabed olması, yani tabiattaki gördüğümüz her nesnenin kendisinde, kendini aşan bir değeri gösteriyor olması düşüncesi hermeneutiğin varabileceği en yüksek nokta diye nitelendirmiştir. Yani kâinat kitabını okumak ve onun arkasındaki niyeti, hangi niyetle var edildiğini anlamak ayrı bir çaba ve buradaki sembolizma insan eliyle yapılmış, tercih edilmiş bir ketumiyet için, bir ezoterizm için, o farklılık için; saklanma için, gizlenme için değil ama kendisinden gizli, tabiatı öyle. Dolayısıyla bu tabiat tabiatken, onu “tabiatullah” olarak algılayabilecek bir yol-yordam-yönteme ihtiyaç var. İşte hermeneutiğin belki de en nihai el attığı alan tabiat. Bu bakımdan hermeneutiği daraltamıyoruz bir de.
Nasıl, ne anlamda? Dini bir alana indirgeyemiyoruz. Hermeneutik bir tefsire indirgenemez. “Tevil” ve “Tefsir” diye nitelendirilen, dini metinlerin anlamlandırılması için yöntemler geliştirilmiştir. Tefsirler olaylara bağlı olarak ayetlerin, önermelerin anlamlandırılması demektir, yani hangi koşullarda, hangi talepler doğrultusunda, hangi olaylar vardı da bu önerme yapılmaktadır. Bu belli bir kutsal metin için geçerli değil, bütün kutsal metinler için geçerli, bu anlamlandırma çabasının adına tefsir ilmi denir ve tabi çok has, kendine özgün yöntemleri ve yolları var. Bizim geleneğimizde de tefsir ilmi diye çok yetkin bir ilim var. Ancak bir de tevil ilmi vardır, tevil ilmi, tefsir ilmiyle yani olaylar ve olgularla sınırlı olan alanın arkasında ilahi maksada yönelik olarak yapılacak olan bir çalışma; tevil ilmidir. Bunun bazı mütefekkirler veya mutasavvıflarca yapıldığı, farklı, farklı yöntemleri vardır kuşkusuz ama bazılarının dil üzerinden hareket ettiğini ve dilde özenli bir biçimde yoğunlaştıklarını görüyoruz. Yani etimoloji ile bağlı bir çaba da var bu işin içinde. O zaman dilbilim de bu tartışmanın içine çekiliyor.
Yani hermeneutik salt okuma yöntemleri değil, aynı zamanda bir “dil sorunu” olarak da karşımıza çıkıyor. Ve dilin kendi köklerinden türetilebilir olup olmaması, eklektik olup olmaması, kendini kendi dışına koyan dil, dilin yarattığı bilincin şizoid olup olmamasıyla ilgili çok ciddi sorunları var. Yani eğer düzenli, korekt, mantığa bağlı bir dil kullanıyorsanız bu kez sezgileri ketliyorsunuz. Eğer sıçramalı bir dil, kuantize bir dil kullanıyorsanız, o zaman sezgiler güçleniyor fakat kavramlarınız şizoid olmaya başlıyor. Yani analitik düşünceyle, kurgul düşünce, bireşimsel düşünce birbirinin dışında kaldığı zaman, anlama, değerlendirme sorunu yaşıyoruz.
Dolayısıyla bu kurgul düşünceden özellikle söz etmek istiyorum, kurgul düşünme, biz bugün bunu Türkçemizde bu şekilde kullanıyoruz, batıda “spekülatif düşünme” diye söz edilir. Fakat aşağılanan spekülatif düşünme değil, aksine idealist felsefede, saltık idealizmin bir yöntemi olan kurgul düşünme, usun kurgul işlemesi, düşünmesi, yükselen, aşan, kendinden öncekini ortadan kaldırıp ilerleyen diyalektik düşünmenin bir biçimi olarak söylenir. Bu bizim geleneğimizde aslidir, batıda 18. yy.da ortaya çıkmıştır. Bizim geleneğimizde buna “cedel; diyalektik” denir ve “tevhid” denir bu kurgul düşünmeye.
Tevhid ve tevhidi düşünme bütün bu bahsettiğimiz hermeneutik biliminin asli sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani biz farklılıkları hangi biçimde bireşime getiriyoruz, birleştirmek demiyorum, bireşmek, yani aşkın bir ilke altında onları tevhid etmekten söz ediyorum. Tevhidin daha önce de yine altını çizmiştim, günlük dilde de kullanıyoruz çünkü, o bakımdan yanıltıcı olabilir, bir muhasebeci rakamları alt alta yazıp toplamı yazdığı zaman bunları tevhid ettim, der, yani muhasebede kullanılan bir yöntemdir, tevhid etmek. Bunu kullanmıyoruz.
Tevhid kelimesinin kavramsal yapısına baktığımız zaman, o, aşkın olanın o aşkınlığıyla içkin olduğu farklılıklarda, yani sıfatlardaki zatı kastederek tevhid, farklılıkları aşkınsal bir ilke altında birliğe getirebilmek ve bu aşkınlık, aşkın dediğimiz, ilke olarak başta akıl için kullandığımız, bir varlığa karşılık geliyor mu gelmiyor mu? Eğer bir varlığa karşılık geliyorsa, ontolojik yanı varsa o zaman bunun söylemi, “sine kuanon” yani olmazsa olmaz ilke demektir. O ilke olmazsa biz var olamayız anlamını taşıyan ilke demektir. İşte burada ilahi metinlerin çözümlenmesiyle ilgili alana girmiş oluyoruz. Ama kitab-ı kâinat dediğimiz bu kâinatın okunması için de yine bu aşkın ilkeyle kâinata bakmak. Bir, doğa nesnelerinin herhangi birinin cüzi, tikel nesnelerinin herhangi birisinin var olabilmesi için, olmazsa olmaz koşullar nelerdir, onu determine eden süreçler nelerdir ve bu determinasyonun içinde iradeyi nerede arayacağız? Yani insan tabii varlık olarak, irade sahibi nasıl olabilir determinasyonun altındayken? İşte bu cebriye, kaderiye problemidir biliyorsunuz tasavvufta ama daha çok islam felsefesinde. Biz salt oraya indirgenmiş bir çalışma yapmayacağız, bir yöntem izleyeceğiz. Bu yöntemde dediğim gibi aşama, aşama önce tekstlerin anlamlandırılmasıyla ilgili yöntemler, sonra insanın bütün yaşam olgularının anlamlandırılmasıyla ilgili, dil anlamlandırılmasıyla ilgili, sonra doğanın anlamlandırılmasıyla ilgili problemleri konuşmak istiyoruz. Maalesef hermeneutik üzerine çok eser yok Türkçede çevrilmiş, Doğan Özlem’in büyük gayretleri var. Belki felsefe ansiklopedilerinde rastlayabileceğiniz birkaç örnek olabilir. Biz bulacağımız eserlerin malzemelerine bağlı kalarak çalışmayacağız ama onları kullanacağız. Çünkü hermeneutik çok geniş bir alan ama biz bu geniş alanın malzemesiyle ilgili değiliz. Bizim ilgilendiğimiz bu yöntemin kendisidir, anlamlandırma yönteminin tanıtlanması; güvenilir olup olmadığının ve sorunlarının nerelerinde karşımıza çıktığını anlamaktır.
Burada Doğan Özlem’in kitabının girişinden bir paragraf okuyacağım size, literatürden aktarma yapmak için; “Hermeneutik Hermenyon sanatı diye söyleniyor. Yani bildirme, haber verme, çeviri yapma, açıklama ve açımlama sanatı olarak tanımlanıyor. Bu genel bir tanım ve kabul görmüş. Tanrıların habercisi, mesajcısı, elçisi Hermes, tanrıların mesajlarını ölümlülere iletmiştir. Ne var ki onun bildikleri, hiç de tanrıların mesajlarının dümdüz bir aktarımı değildir. Tanrısal buyrukların birer açıklamasıdır. Öyle ki, Hermes bunları ölümlülerin diline, onların anlayabilecekleri şekilde çevirmiştir. Hermeneutik etkinliği, daima başka bir dünyaya ait anlam bağlamını o an içinde yaşanılan dünyaya aktarma, çevirme etkinliği olmuştur.”
Burası önemli. Hatta biraz daha ilerletmek gerekirse, yaşamın tamamı çeviridir. Dolayısıyla bu çevirme problemi aynı zamanda hitap-muhatap ilişkisidir. Kuran-ı Kerim’in anlaşılamamasının, genel olarak, teolojik olarak, Papa’nın açıklamalarından da gördük ki, anlaşılamamasının bir nedeni de, biraz tarihsel bakıştır, sosyolojik bir bakışla bakıyor, hâlbuki ilahiyatçı, ilahiyatçı bir adam sosyolojik bir bakışla bakmaz. Hem bir taraftan sosyolojik bakacaksın, hem bir taraftan onu ilahiyat hükmü haline getireceksin, o ayrı bir problem. Bunları ayrıca konuşuruz. Onun tabi entelektüel yapısı, akademik kariyerine saygı duyarak, mevki ve makamına da saygımız var ama yaptığını değerlendirirken, metnin hermeneutik anlamını ortaya koymak bizim de görevimiz.
Şimdi, Kuran metinlerinin anlaşılmasındaki en büyük problem, hitap-muhatap ilişkisini bilmemektir. Kuran-ı Kerim’de sürekli olarak hitap muhatabına göredir. Eğer bir yerinde, ‘ya eyyühel nefs-i levvame’ duyarsanız, orada özeleştiri makamına gelmiş, tövbe aşamasına gelmiş bir nefsin uyarıldığını görürsünüz. Ona hitap olduğunu görürsünüz. Orada muhatap odur. Başka bir yerinde ‘ya eyyühel nefs-i mutmainne’ diye duyduğunuz zaman o da emin bir nefse, güven altında bir nefse hitap edildiğini bilirsiniz. Ve nitekim raziye, marziye vb. gibi uyarılar da vardır. ‘Ya eyyühel kafirune’; ey örtülü olanlar, ey perdeli olanlar. Şimdi orada bir muhatap var, bu herkese şamil değil, ama herkesin örtülü haline şamil ya da ‘ya eyyu-hel kafirune’ dediği gibi, ‘ya eyyühel müşrikune’ de denir, burada işrak değil tabi ki burada şirk, eş koşarlar anlamındadır, ‘ey eş koşanlar’...
Şimdi, hitap – muhatap burada o kadar ilerlemiştir ki, hermeneutikte ‘işte o son aşama tabiata gitmelidir hatta’ diye savım var benim, tabiatın hermeneutiğini yapmak, işte Kuran-ı Kerim’de buna rastlarsınız. Tabiata hitap eder. Tabiatın kendisine hitap eder. Dağlara taşlara, güneşe hitap eder. Onları belli bir düzen altına çağırır. Hatta “var-gel kanunu” denir, isteyerek ya da istemeyerek yasasını koyar Tanrı ve ona davet eder var olanları, onlar “isteyerek geldik, der” diyor. Melekler, bildiğiniz gibi kuvvetlerdir, fakat melekler ilahi metinlerde muhataptır, yani konuşulur onlarla, söz söylenir. ‘Meleklere dedi’ ‘melekler dediler ki’, kuvvetler konuşur. Yani onların bir dili vardır. Nitekim Süleyman’ın kuşdili bilmesi gibi sembolize edilmiş olan alanlar, işte bunlar hermeneutiğin içine giriyor. Dolayısıyla Kuran-ı Kerim’in de, diğer metinlerin de anlamlandırılması hatta dediğim gibi yaşamın bütün olgularının anlamlandırılması bir çeviri işidir. Bir bağlamdan bir bağlama çeviriyoruz.
Şimdi genel olarak daha söylenecek çok şey var bu konuda, tarihçesinden de söz etmek gerekecek, onları önümüzdeki çalışmalara bırakıyorum. Giriş olarak, bu hermeneutik çalışmayı neden yapmak gerektiğinin herhalde altı çizilmiştir. Bunun daha sonrası artık konu üzerine ‘lazımdır, yapmalıdır’ şeklinde konuşmak değil, yolunu yordamını yöntemini bizatihi işleterek; felsefe çünkü kendi dışına taşınarak veya kendi dışından destek alarak olabilen bir iş değil, felsefenin özgün yapısı, kendi içinden tanıtlanabilir olmasıdır. Kendi dışından herhangi bir nesne, olay, olguyla doğrulanamayan düşünce tarzıdır. Daha doğrusu fenomenlere, nesnelere, olaylara yönelik düşünme bilime götürür bizi... Bu güzel bir şey ama bilim konformisttir, bilim bir tecessüsün nihayetinde nesnelerin arkasındaki yasaları bulmak, onların mahiyetini anlamak için bir çabadır. Ama neticede nesneleri yaşama koşmak için bu bilgileri isteriz. Ve dolayısıyla biz yasasını öğrendiğimiz bir tabiat nesnesini veya kültür nesnesini son ucunda insanlığın hizmetine sunmak için yaparız. Yani “size ram oldular, size boyun eğdirildiler, eşref-i mahlûkat olarak” denen aşamasıdır. Ama bu konformisttir. Bu insanın insan olma niteliklerini bize vermez. İnsanın insan olma nitelikleri bilim yoluyla gelmez. Çünkü bilimin yöntemi kendi dışındandır. Nitekim incelediği alan da öyledir. İncelediği alan tabiat, her tabiat nesnesi determinizm kuralı gereği kendi sebebini kendi dışında taşır. Dolayısıyla bir tek felsefedir ki, kendi nedenini kendi içinde taşır, kendi ereğini kendi içinden çıkartır, kendi dışından hiçbir imge, hiçbir nesnel algı, hiçbir fenomenal kavram, bu anlamda fenomenlere bağlı kavram kullanmaz. Dolayısıyla felsefe çok özlü bir süreçtir, anlamlandırma ve anlama sürecidir. Buna ram olmak onunla birlikte işletimin içinde olmayı gerektiriyor. Kant’ın bir sözü var biliyorsunuz, diyor ki; ‘felsefe öğrenilemez, felsefe yapılır’ diyor, bu çok doğru bir şey. Daha sonra Wittgenstein’da rastlıyoruz biliyorsunuz, ‘felsefe bir faaliyettir’ diyor, bir etkinliktir. Yani kitaplardan felsefe öğrenilemiyormuş. İşte bizim tasavvufta da sözü edilen, kitaptan maneviyat öğrenilemez, kitap maneviyatın resmi gibidir, resme baka, baka putperest olursun, manasına ulaşamazsın. Isaiah Berlin’in bizi uyardığı gibi, ki son dönemin önemli filozoflarından bir tanesidir, tabi Yahudi geleneğine de sahip olduğu için felsefeyle bu geleneğin bir birlikteliği içinden çok önemli şeyler söylüyor; o da diyor ki, ‘felsefe sadece faaliyet de değildir, felsefe yapma zihinsel edimi de değildir’, diyor, ‘felsefe filozofla konuşmaktır, coşkuyla anlamları içselleştirmektir’ diyor. Şimdi dolayısıyla gele, gele geldiler, batı felsefesi sürecinde geldiler, bizim sohbet fenomenolojisine, sohbet geleneğine kadar. Batı artık sorguladı kendini, zihinsel felsefeden geldiler sohbetin gerekliliği ve bunun olanaklılığına... Şimdi biz burada konferans yapıyoruz şu anda. Buna bizim geleneğimize göre, sohbete gittik, sohbet yaptık denebilir mi? Değil, sohbet böyle bir şey değil... Sohbet konferans değildir, seminer değildir, bu formatların hiçbirine uymaz. Sohbet, “inabe” dediğimiz kalbi bağları oluşturduktan sonra, belli bir arınma sürecinden sonraki diyaloglardır ki, burada dialogos vardır, yani ateşli söz vardır. Ateşli sözle anlamların açığa çıkartılmasıdır, zihni bir öğreti değildir.
Bu bakımdan hermeneutiğin bir sorunu var; fenomenolojide de bu sorun var. Peki, böyle bir imanı nesne haline getiremezsem, zihnimin önüne koyamazsam, ona ram olursam, onunla birlikte olursam, o zaman onu göremem. Ona bir nesne olarak, bilincimin bir nesnesi olarak bakamam. Bilincimin nesnesi haline getirdiğimde de o imana katılamam. Bu durumu nasıl çözeceğiz? Yani, hem yaşantısına girmek istiyorum, hem bilincine varmak istiyorum. İşte batı felsefesinde bunun için çok ciddi, son dönem özellikle bu fenomenologlarda, Heidegger’de Husserl’de, daha sonra Gadamer’de, birçok düşünürde sorgulanıyor.
Ama ilgi çekicidir, biraz da gafletlerine veriyorum ben bunların, islam
Tasavvufu tam da bunun üzerine kuruludur. “Yaşantılı şuurlanma”, marifetullah buna denir. Yani yaşantısında onun şuuruna vararak ilerlemek. Şuursuz bir yaşantı değil, tam da insan olma sanatı. Bu bakımdan biraz da bu gelenek içindeki Hermenyon, anlam vericilikle ve çeviri sanatıyla ilgileneceğiz, hem de batıdaki çalışmaların tarihsel süreç içindeki gelişimlerinden söz edeceğiz. Ta Platon’a kadar dayanıyor bu iş, önümüzdeki günlerde bunların okumalarını da yapacağız. Çünkü felsefi sözler afakî anlatılamazlar, onların kendi akıl yürütme biçimlerinin içine girmemiz lazım. Sonra dilbilimciler de, Wittgenstein burada önemli, onu inceleyeceğiz, ayrıca Schleiermacher çok önemli, kendisi son dönem Alman idealizminin önemli bir ismi ve Schleiermacher’de hermeneutik bir bilim halinde ortaya çıkıyor. Konuyu yöntemli hale getiriyor. Hermes’ten beri var ama yöntemli bir bilinç konusu, bir felsefi disiplin haline getirilmesi
Schleiermacher’dedir. Ve ondan sonraki Schleiermacher’deki özellikle o Saint Thomas’ların, Abelardus’ların yaptığı bir Holy Scriptures anlamlandırma çabası var ama yöntemleri daha çok vahyin önerilerine uygun bir biçimde ele alınmış. Evrensellerden hareket etmiyor ama evrensellere doğru gitmek istiyor. Schleiermacher bunu felsefeden ele alıp doğrudan doğruya evrensellerle bakmayı yeğliyor. Ama biz hermeneutiği, tin bilimleriyle, Geist’ın bilimi anlamında Dilthey’de göreceğiz. Dilthey bu bakımdan önemli, bir kavşak noktası. Dilthey sonrası gelişmeler, özellikle varoluşçular da giriyor işin içine, biraz geniş bir alanı kapsayacak. Ancak dediğim gibi bu çalışma ve çabalarda benim okumalarım en azından, eğitimini gördüğüm, içinden geldiğim philosophia’yla karşılaştırıldığında, biraz zayıf kalıyor, batıda bu anlamlandırma işleri.
Neden? Çünkü simgelerin tarihselliğine onlar daha çok yatkınlar; bizim izlediğimiz gelenekte ise simgelerin gösterimlerinin evrenselliği, aşkınsallığı var, bengiliği var. Biz bengilikten hareketle bakıyoruz, onlar tarihsellikten bakıyorlar. Yani şu tarihte şu din ortaya çıktı, onun gelenekleri şöyleydi, kültürel davranışı buydu, yaptıkları muhabbetler şunlardı, işte oradaki manalar da şu manaya gelir gibi bir yaklaşımları var, tekstlere de öyle bakıyorlar.
Biz tekstlere de zaman üstü bakıyoruz. Yani şöyle bir şey; Kairos - Kronos; Grek düşüncesindeki iki tanrı anlayışıdır, bir tanesi kronolojiyi yani tarihi ortaya çıkartan Kronos, ama bir tanesi de Kairos, o bengi zaman tanrısı, yani klasik dediğimiz; hiçbir zaman var oluşunu ortadan kaldırmayan ilkelerin, ideaların dünyası, ilahi esmanın dünyası. Biz bu evrenselden hareketle Hermenyon yapıyoruz geleneğimizde, tasavvuf geleneği budur, ama batı haklı olarak daha çok fenomenlerden, dünya yaşamından hareketle, oradan kalkarak bir şeyler anlama çabası içinde olduğundan, daha çok tarihsel yaklaşımlarla bakıyor. Dinleri biraz tarihsel, tarihten açılımlı –evet tarihte ortaya çıkmıştır çok doğru, ama bengi olanın zamanda görünüşüdür, Kairos’un Kronos’taki görünüşüdür, eğer bu bağlar kurulmazsa, o zaman yaşamın anlamını nerede bulacağız? Günlük olgularda mı bulacağız? Mekanizmada mı bulacağız?
Nitekim bizim bu Hermenyon ve hermeneutik üzerine çalışma, düşünme arzumuz da bu sorunlardan geldi, yaşamın anlamı nedir? Yaşama anlam nasıl verebiliriz? Neyiz, nerden geldik, nereye gidiyoruz, bunlar kendiliğinden mi olmaktadır, bir amaç içeriyor mu, bu amaç bize bildirilmiş mi, biz o amaca ulaşabilir miyiz ya da öyle bir şey safsata mıdır? Böyle bir sorgulamanın yolu, yordamı, yöntemi var mıdır? Deneyimli ve şuurlu bir şekilde...
Bazı arkadaşlar literatür soruyorlar ve özellikle kimleri okuyalım diye soruyorlar. Hermeneutiğe yardımcı olmak açısından, Schleiermacher özellikle hermeneutiğin bir anlamda kurucusu, sonra Dilthey önemli, buradan Plato ve Aristoteles’e geri dönülür ama, Aristoteles’ten çok Plato’ya geri dönülür onu söyleyeyim, günümüze doğru geldikçe Gadamer, Habermas, Georg Misch gibi önemli isimler var ama bütün bu süreci anlayarak eğitimli bir kavrayışla okumayı seçmiş olanlar, salt bu yolu izlemezler. Yani bir Fichte’yi bilmeden, ben bilincini bilmeden, bir Schelling’i, nesnenin bilincini bilmeden, bir Hegel’i tanrısal bilinci ilkesel anlamda bilmeden hermeneutik de yapılamaz, batı felsefesi için söylüyorum. Ama özellikle bu başlık altında hangi eserleri okuyabiliriz diye sordukları için bunları söylüyorum.
Felsefe bir ağaç gibidir, kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır, ve hepsi birbiriyle ilişkili demek istiyorum. Dolayısıyla birbirinden koparılmış part’lar, cüzler anlamlı değildir. O bakımdan disiplinler dahi, disiplinler arasılık olmaksızın anlamlı değildir. Maalesef günümüzün en büyük sorunları bu konu üzerinde toplanıyor. Önderimiz olan bilim, sanat, felsefe; uygarlığın önderleri, parçalı olduğu için -bu uzmanlık için gerekliydi, uzmanlık sınırlanmayı getirir, ve derinleşmeyi getirir, ama o kadar derinleşti ve uzmanlıklar arasında o kadar kopukluklar oldu ki, hali hazırda batıda özellikle “disiplinler arasılık” diye bir yöntem arayışı ortaya çıktı. Disiplinler arasılık ne demek? Yani bir mühendis, mühendis kavramlarıyla ve o konu üzerinde uzmanlaşmış bir mühendis, bir biyologla konuşabilir mi? Konuşamıyor. Bir astrofizikçiyle bir doktor konuşamıyor, bir farmasiyenle bir coğrafya bilimcisi konuşamıyor. Çünkü disiplinler birbirinden çok uzaklaştı ama derinleştiler. Bu, anlam kaybına neden oldu. Bilgi, anlam değildir. Bilgiyle çoğalabilirsiniz, nicel olarak bilgiyi arttırabilirsiniz, ama arkasındaki birliği, tevhidi kavrayamazsanız anlam ortaya çıkmıyor.
Dolayısıyla günümüzün böyle bir sorunu var. “Disiplinler arasılıkla” başlayan bu çaba, daha sonra “kültürler arasılık” için bir bilimsel zemindir. Yani kültürler arasılık bizi çok ilgilendiriyor, uygarlıklar arasılık bizi çok ilgilendiriyor, çünkü dünya barışı buradan geçiyor. Kültürlerin birbirini anlamaması nihai olarak savaşlardır. Kültürlerin birbirini anlaması ise deruni ilişkiler, gnostik ilişkileri gerektirir. Sadece yüzeysel, olgusal kavramlarla, zihinsel bilgilerle bu ilişki kurulamaz. Hani bazı ezoterik okulların haklı olarak söylediği, “evrensel ülkü mabedi” kurulmalıdır. Bu evrensel ülkü mabedine hizmet eden her insanın insani görevini yerine getiriyor olduğunu söyleyebilirim. Böyle bir sürece katılmak, yoksa tek, tek atomist, tek benci, soliptik ben’ler kendi çıkarlarından başka herhangi bir şeye hizmet etmezler. Ama asli çıkarlarına da ulaşamazlar. Kendi günlük, yüzeysel, duyusal çıkarlarıyla yetinirler. Kendi insanlık derinliklerine de, “varlık birliği” kavramına da ulaşamazlar. Bu nedenle günümüzde gerçekten bu disiplinler arasılıkla ilgili her türlü çaba desteklenmelidir diye düşünüyorum. Nitekim dinler arası diyalog diye ileri sürülen, kültürler arası diyalog diye ileri sürülen veya karşıtı uygarlıklar savaşı diye ileri sürülen bir takım projeler, bunlar projedir, çok tehlikeli. Proje oldukları için tehlikeli. Tabii bir gelişme değil bu. Yani uygarlıklar savaşı tabii bir gelişme değil. Bu bir proje, biliyorsunuz size daha önce sözünü etmiştim, çağımızın bilimsel yöntem anlamında en iyi tarihçilerinden biri, hatta önde geleni Toynbee’dir. Ve Toynbee Osmanlı’yı, islam alemini çok yakından incelemiş bir tarihçidir, aynı zamanda raportördür. Sonucunda bir rapor vermiştir Amerikan senatosuna. Raporda şöyle diyor; Afrika’da, Asya’da, Önasya’da büyük paralar hatta miktarlar yazıyor orada, şu kadar paralar harcayarak, şu kadar misyoner okulları kurarak, şu kadar sağlık teşkilatı desteklenerek yaptığımız çabalar karşılığında medeni olmayan, pislik içinde olan, hiçbir misyonerlikleri olmayan, felsefi bir öne sürümleri olmayan Müslümanlar Hıristiyanlık karşısında gelişmektedir. Ve Hıristiyanlık bütün bu çabalarına rağmen, hem de yardım, iyilik her türlüsünü yapmasına rağmen, gerilemektedir. Bu bir tehlikedir, batı uygarlığı tehlike altındadır. Ve Amerikan senatosuna böyle bir rapor verir Toynbee. Siyaset bildiğiniz gibi iradeyi temsil eder.
Yani insanda irade, toplumda kurum olarak siyaset demektir. İnsanda akıl, toplumda kurum olarak üniversite demektir. Üniversiteye dayalı yani akla dayalı irade bilinçlidir ve istediğini yapabilir. Üniversiteyle siyaset arasındaki kopukluk, birbiri karşısındaki iletişimsizlik, bu şizoid bir durumdur. Bu akılsız irade demektir ve bizim maalesef şu anda içinde bulunduğumuz durum da budur. Aklımız yani üniversitemiz, ki kendi aklı olduğu hala söylenemez, ipotek aklını kullanıyor üniversitemiz, tam bir üniversite değil, çünkü üniversite fakültelerin bir çatı altında idari olarak toplandığı bir yer değil, universalis, üniversal ülküye, o ideale bağlı bir bilgi topluluğu yaratması demektir. Bu maalesef yok, olmayınca o zaman üniversitelerimiz ithal akılla çalışıyor, aklı dışarda, ipotek altında. Siyasi iradenin üniversiteyle hiçbir bağı yok, siyasi irade keyfi. Şimdi böyle bir ülkeyi düşünün ve içindeyiz biz.
Şimdi karşımızda ise teknik anlamda kültürel anlamda önderlik eden batının en uç noktası Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir tarihçi, yani üniversitede görevli bir akademisyen, aynı zamanda raportör, yani iradeyle işbirliği içinde, iradeye bilgi veriyor, diyor ki bakın durum budur, buna göre tedbirinizi alın. Toynbee’nin vefatından sonra o kürsüde biliyorsunuz başkan Huntington’dır. Ve Huntington Toynbee’nin raporlaştırdığı bu bilgiyi proje olarak açıklıyor. Diyor ki, ‘önümüzdeki yıllar artık ideolojiler savaşı değildir, uygarlıklar savaşıdır. “
Bu bir öngörü ya da kehanet değil, bizim toplumumuz, entellektüelimiz bunu kehanet olarak algıladı. Yani bilimsel bir öngörü olarak algıladı. Hâlbuki bu bir proje. Nitekim artık bu projenin adı da kondu, Genişletişmiş Büyük Ortadoğu Projesi. Şimdi genişleme deyince, bunun nüfuz alanı nereye kadar gidiyor, o apayrı bir sorun. Şimdi bunun karşısında faaliyet de başladı, müdahale de başladı, bu müdahalenin listesi açıklandı, sırayla bu listeler yerine getiriliyor Ortadoğu’da ve bizim de bu liste içindeki yerimiz çok açık, haritalarıyla birlikte açıklanıyor, yani maksadım burada siyaset yapmak değil ama siyasi bilim, siyasi şuur üzerine konuşmak. Böyle bir durumdayız ve bu arada tabii, batı kendi içinden kendini sorguluyor. Batıda aydın refleksi her zaman var. Buradan duygusal tepki aldılar, ama oradan yine eleştirel bir tepki alıyorlar. Bu eleştirel tepki karşısında halk da ‘ne işimiz var bizim oralarda, buralarda, nedir bu halklara yaptığımız ettiğimiz’ diye bir biçimde bu aydınların söyleminin etkisine giriyor. Şimdi herkes sormaya başladı, ‘ bizim çocuklarımız oralarda niye ölüyor?’ İşte 3 kişi de ölse, Amerikalı için 3 kişi dünyaya bedel, oraya cenaze gittiği zaman herkes ayaklara kalkıyor... Bu sorgulamanın toplumun katılımını sağlaması için, ruhsal bir birlik, iman birliğini gerektiriyor. Tam o aşamada Papa hazretleri konuşmasını yaptılar: ‘Haçlı seferleri kutsanmıştır’. Metnin tamamına bakarsanız, çok entellektüel bir konuşma, tarihsel bir şuurla yazılmış bir konuşma, hiç öyle kendiliğinden yapılmış bir konuşma değil, çok bilinçli yazılmış ve konuşulmuş. Yani dünya şu anda kutsanmış bir harbin içinde, Haçlı seferi olarak. Bu uyanıklığı fark etmemiz lazım. Uykuda olmamamız lazım. Peki, ne yapabiliriz, tek tek bireyler ne yapabilir? Bazı arkadaşlar da bunu soruyor, bazen böyle şeyleri bilmek de endişe verici diyorlar. Öyle demeyin, herkes karanlıktan korkarsa, yak bir mum aydınlan, derler. Tek tek mumlar yandığında da dünya aydınlanır. Yani bir kişi düşünün, bu kişi bir berber çırağı olsun ve bu berber çırağı bir gün çıkıp hepinizin huzuruna, ‘hidayete gelin arkadaşlar, nedir bu haliniz?’ derse belki güleriz, git kardeşim işine filan deriz, ve birileri dese ki ‘çok mühim bir şey söylüyor, söylediği şey dünyayı değiştirebilir’, biz de güleriz değil mi? Haa, bu berber çırağı değil ama marangoz çırağı olduğu zaman şaşırtıcı oldu: İsa. İsa dediğin adam, 25 yaşında, başı kabak, ayağı çıplak, bir marangoz çırağıydı. O dönemde kim iman edermiş yani, alnını karışlarım. 25 yaşında yarı meczup bir marangoz çırağı gelecek, size diyecek ki, dünyayı değiştirmeye geldim, biz de ‘bravo tam aradığımız adam geldi’ diyecek miydik? Ya da güzeller güzeli Muhammed’in, yetim öksüz Muhammed’in, Hira dağında öyle kapanıp kalıp ondan sonra halk arasına çıkıp işte dünyayı değiştirmeye geldim demesi? Yok ya... Ne diyorsun, kim inanır? Biz efsanesine inanıyoruz. Kendisini görsek çivilerdik. Neden? Çünkü bugün aynı aydınlanmanın karşısında tutumumuz öyle de ondan. Yani aydın tutumu, aydın şuuru, münevver derler, münevver şuuru, belli bir duruş ve belli bir yaşantıyı izler. Onun hakkında konuşmak değil, bir yaşantı hakkında konuşmak değil, zihinsel bir mastürbasyon değil, bizatihi mesajı kendisi olur. Mesajı, sözü, dile getirmesi onun kendi deşifrasyonudur. Ama aslen söz değildir maksat, hatta tasavvuf sözün bittiği yerde başlar. Şimdi bu bakımdan, hermeneutik meselesine girerken kuşkusuz söylenecek çok söz var. İsmail Emre der ki, herkes şuuruna göre anlar. Herkes hemen aklındakini anlar, bizim de buradaki hermeneutik meselesi de o; her şuur kendi moodundan kendi ilkesiyle, haliyle anlıyorsa, o zaman bu anlam farklılıkları güzel tabii, çeşitli olması güzel, ama asli birliği neyse ona göre bu çeşitlilik hoş olurdu ama asli birliğimiz yoksa bunlar harmoni değil kakafoni olur tabi. Çünkü çokseslilik çok sazlılık değil malum... Bu iletişim sanatı, anlamlandırma sanatı birileri arasında konuşma probleminden başlıyor. Ama acaba biz kendi duygularımızı anlıyor muyuz? Kendi vakamızın farkında mıyız, kendimizin bilincinde miyiz, o da ayrı bir sorun... Çünkü insan, kendisi için de bir nesnedir, sorunlardan bir tanesi bu.
Hermeneutik ile bilim yorumu ya da bilim paradigmaları arasında fark vardır. Bilimdeki yorum “paradigma”, genel olarak hepsi yorumdur. Ama orada paradigma yöntemler üzerine çalışılır yöntemler bir model oluşturur ve onun raporlaştırılmasından söz edebiliriz. Yani bilim bir raporlaştırmadır artık, kesinlik içermez. Evet, ama raporlaştırmadır, bir modeldir. Hermeneutik böyle bir şey değil. Hermeneutik, tin bilimleri diye geçer, geist bilimi... Temel manası şu ve bunun tanıtlamasıyla uğraşacağız. Şimdi bilim, varolanın bilgisine, nesnenin bilgisine, olayın, olgunun bilgisine yönelik yöntemli bir bilme edimidir. Hermeneutik, yorum bilim, var olanın değil, var olmayanın da değil “var olmakta olanın” bilimidir. Manası şu; tin bilimleri yani insanın tinsel bilişi, bildiği anda değişen demek, nesne öyle değil... Nesne, bilindiği anda açıklanan demek. İnsan kendi üzerine düşünüp, bildikçe dönüşen bir şeydir, ele geçendir. İnsan geleceğe atılmış bir varlıktır, insan gelecek varlığıdır. Bitmiş bir varlık değil ki bilimin konusu olsun... Tin bilimleri bilimin konusu olamaz. Olduğu için hermeneutiğe ihtiyacımız var. Yorum bilim böyle bir şeyler var, onları ben böyle anlıyorum, sen nasıl anlıyorsun, ha ben de öyle anlıyorum, görelilik bilimi değildir. Nitekim bu tarzda felsefi tavırlar var, bugün postmodern dünya görüşlerinde bana göre sana göre diyor adam, benim duyularıma göre, senin duyularına göre, ben böyle zevk ediyorum, sen öyle... Böyle bir iş değil... Aksine logi, logos, legia, yani bilim olması için konuşuyoruz. Yoksa keyfilik yok. Ben keyfi olarak böyle anlıyorum, değil... Ama fark şurada; hermeneutikle bilim paradigmalarının temel farkı, temelde ayrılıyorlar; biri var olanın bilgisiyle ilgilenir, diğeri kendisini inşa etmekte olanın, her bilmesi kendisini dönüştürücü olanın bilgisiyle... Kendinin üzerine dönüp bildiğin an değiştin, başka birisi oldun. İşte bu böyle bir bilim... O bakımdan raporlaştırma, kesinlik, açıklama falan, bunlar hep bilim tarafına ait. Çok net ayrılıyorlar, tin bilimleriyle doğa bilimleri, sosyal bilimler -psikoloji de tin bilimi değildir, hatta tin bilimi için şunu söylemek mümkün, geist bilimi için, temel ayrımlardan biridir bu; bilincimizin önüne konu olan herşey, yani bilincin nesnesi olan herşey, tin biliminin dışındadır. Yani, bilime girer. Bilgimiz orada science’tır; yani science tin bilimin konusu değildir. İnsan psişesi, kendi bilincinin önüne de, bir bilenin bilincinin önüne de nesne olarak konabilir. Yani şunu diyelim, bilim olarak bedenimi inceleyebilirim, aklımı inceleyebilirim, akıl da önüne konup incelenebilir bir nesnedir, nesneldir akıl. Yani ilkeleri şunlardır, çalışma biçimi budur dersiniz, bilirsiniz yani, bilme konusudur. Olma konusu değildir. Hermeneutik, olma konusu olan bilimdir. Yani birinde bilmek, birinde olmak. Hatta Kazım Mirşan’ın bir önerisi vardır; türkçede olmak sözü yerine olkunmak önermektedir. Çünkü olmak, ol-mak, yani şimdi burada ve kesin, olkunmak ise süreklilik ve süreç içeriyor. Olkunmak çok daha güzel bir kelime bu bizim tin bilimleri için. Olkunmanın bilgisi... Buna irfan bilgisi diyoruz biz, yani epistem değil bu, epistemoloji yöntem bilimdir, yöntemin bilgisidir, knowledge dedikleri nesnenin bilgisidir, ama sophia dedikleri işte bizim irfan dediğimizdir. Sophia’nın bilgisi; o öyle bir bilgi ki, o bilgiye ulaştığınız anda -keşif bilgisidir aynı zamanda bu, bir öğrenme bilgisi değildir, arifidir, o bilgiye ulaştığınız anda siz dönüşürsünüz. Felsefeden ayrımı bu, felsefe derken zihinsel felsefeyi kastediyorum, kadim felsefeyi değil. Kadim felsefeyle maneviyat aynıdır, örtüşür. Aristo’dan sonra kadim felsefe hakikaten batıda örtülmüştür. Sokrates’te vardır, Plato’da vardır, onlar kadim filozoflardır. Hatta ben onları batıda oturmalarına ve batı dili kullanmalarına rağmen doğulu filozof diye nitelendiririm.
Max Scheller’deki geist, Nietzche’deki geist, bunların çok temel farklılıkları var, yani bunların varoluşçuluklarını birbirinin üstüne örtüştürmek doğru değil, çünkü indirgediğimiz temel zemin, grund dedikleri zemin çok önemli. Reason, sebep ki finale o götürecek bizi...
Yani bilimler paradigmatiktir onlar da kesinlikli değildir, çünkü yöntemler de değişmektedir. Örneğin atom üstü yöntemler atom altı fizikte geçerli değildir ama o da bir paradigmadır, diğeri de... Onun geçerli olduğu alan vardır, diğerinin geçerli olduğu alan vardır. Tin bilimleri böyle bir şey değil. Tin bilimi kendi üzerine dönen düşüncenin bilimidir. Refleksiyon dediğimiz... Başka hiçbir bilim bunu yapamaz, buna yetenekli değildir. Yani her bilim nesnesine bağlıdır. Yöntemi ve nesnesiyle bilinebilir. Tin biliminin yani düşüncenin konusu düşünce olunca, kendi üzerine dönen olduğu için, oradaki psişeyi de aşan bir şey bu, bu zihinsel düşünme değil, aklı düşüncenin önüne koyup nesne yapmak değil, kartezyen öğretideki batıdaki gelişmiş Descartes’in laboratuar bilgisi olarak geliştirmiş olduğu değil ama filozofik olarak söylediği temel, cogito. Cogito temeldir. Orada çok güzel bir şey söyler, cogito ergo sum. Descartes’in bu sözünü anlamamıştır batı, bunu iddia ediyorum. Çünkü onlar varolan bir şeyin bilinmesi gibi anladılar. O hâlbuki geist’ı söyledi. Ben bildiğim gibi olurum, olduğum gibi bilirim, bunu diyor. Var değilsin ki, hiç kimse anasından doğmadı... Efendi hazretlerinin bir sözü vardı: ‘Evladım derdi, bizim ebemiz Azrail. Biz o zaman insan olacağız. Şimdi beşeriz, insan olma yolundayız’. Şimdi bu paradigma batıda yok. Batıda yaşamın bekası için en fazla aklının erdiği şey, bir eserde yaşamaktır. Batı en fazla bunu bulmuştur. Yani bir insan eseriyle toplumda anılır. Ben de orada güzel bir yanıt veriyorum, diyorum ki: Bana ne... Birileri beni methediyormuş, bana ne... Efendim onlara iyilik oluyormuş, tamam da şuur nerde? Onlar şuurun öleceğine inandıkları için pozitivist anlamda, şuur ölecek diye bakıyorlar, bu yüzden de nesnesinde yaşar. Putlar yapalım, çok güzel anılacaksınız, yahu bana ne... Bu bana neyi tabii ki egoizm anlamında söylemiyorum. Yani şuurun bekasını aramıyorsunuz, tinsel bir beka aramıyorsunuz, yanılgınız bu. Şuur nerede? Şuur eğer, organizmanın, beyin dediğimiz organik yapısındaysa hakikaten ölecek. Ama bugün yapılan bütün bilimsel testler atom altı olduğunu, kuantize olduğunu gördü. Nur olduğunu görmeye başladı. Ee, eskiden beri söylenen şey, bilim şimdi oraya geldi. Yani bu bedenin bir anten olduğu, bu elbisenin çıkartılmasıyla şuurun asla ortadan kalkmadığı bilgisi için bilimsel bilgiler de yeterli düzeydedir. Ama o fizik bilgisiyle o filozofik bilgi bir araya gelirse ve deneyim, içsel deneyim, görü, temaşaya da ulaşırsa, o zaman düğün bayram olur. O zaman Şeb-i Aruz yaparsın. Azrail gelirse, Şeb-i Aruz olur. Yoksa dişini sıkar, dudağını ısırırsın. Hermeneutiğin böyle boyutları var.

Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: 10 / 13 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar

Çetin Akok { 12 Ekim 2008 17:51:48 }
Eski sümer vs uygarlıklarda rahipler gurubu ellerindeki ezoterik bilgiyi toplumu iyi yönde yönlendirmek üzere bir kısmını egzoterik olarak açmışlar ve toplumu şekillendirmişlerdir.O zamanki sistemle şimdikini kıyasladığımda ; şimdiki sistem yöneticilerinin okumuş bilimsel beyinleri ve toplumun her bir bireyini malum tv kanalları ve hızlı teknoloji takibeden siber insan tutkunlarına dönüştürerek şuurlu düşünceyi ortadan kaldırmak istediklerini görüyorum.İnsan haytında her zaman putlar vardır.Buna ancak şuurlu düşünceyle karşı gelebilirsiniz.İllaki taştan bir put yapmaya gerek yok.Putlar insanın beyninde cahillik rüzgarı ,sahip olma arzusu,yorumsuz kısır düşünce basamaksızlıkları,egoyu bireysel tatminden koparamama sonucu gelişir.Krezustan sonra keşfedilmesiyle beraber insanların putu ,doymaz gittikçe büyütülen P A R A olmuştur.Takasla ticaret döneminde bu kadar büyük bir putun varlığını düşünemiyorum.Kanımca insanların taptıkları bu güç beyinlerinde ve düşüncelerinde çok büyük bir hacim tutuyor.Şuurlu bir düşünce yapısına ulaşmadan , doymak ,toplumla iç içe olmak, yabancılaşmayı önlemek ,zengin fakir tüm toplumun mutluluk içinde yaşaması mümkün değil.
      İyiliğin ,ışığın,ahlakın yükseldiği bir toplum yapısı için çalışanlara ne mutlu.
Ahmet { 22 Ocak 2008 12:39:36 }
"Söz bakışı bulandırı" demiş Mevlana. Metin Bey tamda eleştirmiş olduğunuz tuzağa düşmüş gibisiniz geldi bana. Bu kadar söz kalablığı arasında Şeb-i Arus olmaz sanki. Bu da bir düğün ama gelinin ve damadın aynı kişi olduğu bir düğün olsa gerek. Kanberi de sükun tabi...
ersin { 03 Ocak 2008 09:27:11 }
aklın yetersiz gelmeye başladığı durumlarda ve hatta kendi kendini tüketmeye başladığı durumlarda anlaşılması gereken bir şeylerin olduğunu savunmak
nedir?

ve nasıl olurda asla bilemeyeceğimiz bir şeyin bilinmesi için çalışmalar yapılabilir?

farkında olmadığımız bir sebepden yaşadığımızı farkedince hiç bişey bilmeyen birine gidip öğrenme çalışmalarına girişmek soru sorup onunda canını sıkma hakkı
yalnızca onun bize bu hakkı verdiğini göstermezmi?

azraili beklemekmi dir sorun yoksa azrail olmakmı?

varolduğunuz için ve emekleriniz için teşekkürler
Diğer Sayfalar: 1.

 




'Büyük Osmanlı Soygunu': 10 maddede Eric Adams davası…
İSTİHAB HADDİ
Türbülans vakaları iklim değişikliği etkisi mi?
Dünyanın gözü kulağı Ortadoğuda: İran-İsrail gerilimi tırmanıyor.
İsrail, Gazze'de yardım konvoyunu hedef aldı: Biri Avustralyalı 7 kişi öldürüldü

TRUMPİST BİR DÜNYADA ERTESİ GÜN
Seküler Yahudiler rahatsız: "İsrail, İran olacak"
Avusturya seçimleri: Aşırı sağ sandıktan birinci çıktı.
Avustralya binlerce vatandaşına Lübnan'ı terk etmelerini tavsiye etti.
New York Belediye Başkanı Türkiye'den rüşvet mi aldı?

Türkiye işçiler için bir cehennem
İkinci Trump dönemi: Küresel ekonomi nasıl etkilenecek?
AB, çoğunluk sağlanamamasına rağmen Çinli elektrikli araçlara ek gümrük vergisini onayladı.
Türkiye'de ekonomi politikaları konkordato ve iflasları patlattı.
Türkiye'de açlık sınırı 20 bin TL'ye dayandı

Türkiye'de Covid-19 salgını yaşam süresini azalttı.
Uzmanlar uyardı: "Uzun yaşayanlardan tavsiye almayın"
Fahri Kiamil
İki annenin başlattığı akıllı telefon karşıtı hareket çığ gibi büyüdü
Afganistan'da onlarca arkeolojik alan buldozerle yıkılarak yağmaya açıldı.

"İNEK BAYRAMI" ekitap
Dünya tarihini şekillendiren 6 içecek türü
Taş Kağıt Makas Oyunu (Jan Ken Pon)
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitap
ENTERNASYONAL

Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…
“KADERİMİZ DIŞARDAN YAZILAMAZ - DIŞARI KADERİ BELİRLEYEMEZ…”
Niyetime İlham
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİR
KARARLILIK - KİŞİSEL ALTYAPI

Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.
Su üzerindeki iklim değişikliği baskısı Türkiye'yi su fakiri olmaya sürüklüyor.
Türkiye ve Yunanistan'daki kültürel miras alanlarının en az üçte biri yükselen deniz seviyesinin tehdidi altında.

Türkiye, kişisel verileri en çok sızdırılan 19.ülke
Apple otomobili ABD'de üretime bir adım daha yaklaştı.
Yaşgünün Kutlu Olsun James Webb Uzay Teleskobu
Su ve deterjan olmadan çalışan bir çamaşır makinesi
Akıl okuyabilen robot tasarladılar

İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.
Antik Mısır'daki popüler masa oyununun şaşırtıcı kökenleri ortaya çıktı.
At binmenin kökenine dair ezber bozuldu.
Stephen Hawking'in ünlü paradoksu çözülmüş olabilir: Kara delikler aslında yok mu?

2023 yılında Türkye’de çocukların cinsel istismarı hakkında 40.000'den fazla dosya açıldı.
Çalışanların geliri son 20 yılda azaldı.
Türkiye’den göç eden Türklerin sayısında 5 yılda %243 artış
BM: Dünya nüfusu 2084'ten itibaren gerileyecek
Dünya nüfusunun ruh sağlığı giderek bozuluyor

Madeleine Riffaud est partie
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
JOYCE BLAU, 18 Mart 1932-24 Ekim 2024
HIZLANAN TARİH
DERTLİ-MİR-DÖNE

Nereden Geldi Nereye Gidiyor
Atamın Sözleri
Cumhuriyet 101 Yaşında
Kadın ve Erkek
MAZRUF

Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..
Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git