|
FeramuzKategori: Bir Ressamın Yaşamı | 1 Yorum | Yazan: Cemil Eren | 13 Haziran 2009 06:30:49 Doğduğum zaman adım Feramuz konmuş. Gözlerim mavi, saçlarım da sarıymış. Öyle bir hastalanmışım ki derhal adımı değiştirmişler. Feramuz adı bana ağır gelmiş, taşıyamamışım. Dinsel masallar, hurafeler arasında bir dünyamız vardı. Yalnızca aile içinde değil toplumsal yaşamımızın göstergesi olan gece oturmalarında da imgelemimiz bu sohbetlerle beslenirdi.
Sohbet etmekten başka, vakit geçirecek bir şey yoktu. Uzun kış geceleri Hasan ustalara gece oturmasına giderdik, Bahtiyar babamla din kahramanlarının sohbetlerine dalarlar, ağzımız açık dinlerdik. Hortlaklı hikayeleri de çok dinlerdik. Başka komşulara da gidilirdi geceleri. Radyo henüz bizim evlere girmemişti, evlerde elektrik yoktu. Küçük köyde bir motor hane vardı, büyük bir jeneratör Merzifon’un elektriğini üretirdi. O arıza yaptığında kent karanlıkta kalırdı. Motor hanenin evlere elektrik verecek durumu yoktu sanıyorum. İlkokulu bitirinceye dek bizim eve elektrik gelmedi. Gaz yağı yakardık beş numara gaz lambalarında; bir de ‘idare’ dediğimiz küçük numaralı lambamız olurdu. Gazı tenekeyle almaya gücümüz yetmez Köprübaşındaki bakkal Nuri abiden şişelerle alırdık. Gaz tenekelerinin üzerinde Batum yazardı. Lambayı yakmadan önce lamba camının bir evvelki geceden kalan isini silip temizlemek ve kurutmak gerekirdi; kurutmadan yakılırsa cam çatlardı; bu da yeni bir masraftı. Lamba camını temizlemek için özel fırçalar vardı, uzun bir tele her yöne doğru sarılmış kıllı fırçayı döndüre döndüre camın içini silmek bir beceri işiydi. Sonra da tülbentle silinir pırıl pırıl edilirdi. Her gece bu işlem yapılacaktı! Lambayı yakınca fitil kısılır, cam ısınınca alev yükseltilirdi; birden bire yüksek alevle yakmak yine camın çatlamasına neden olurdu. Ders çalışacaksam, okul yıllarında, lambayı yakınıma alırdım izin verilirse. Kadir ağabeyimin idare lambasıyla küçük bir sehpanın üzerinde ders çalıştığı gelir gözlerimin önüne. Belki de bu, gece oturmalarının en ilginç yanı ikram edilen kuru yemişlerle meyvelerdi. Elma, ayva, armut, üvez, pestil, küme ve turşu ikramlar arasındaydı; pek doğal olarak çay yapılırdı, çay çok içilirdi. Uzun kış geceleri komşularla birlikte geçirilen saatler kişilik yapılanmamızda derin izler bırakmış olmalı. Oyunlar Hiç oyuncak alınmadı bana; oyuncaklarımı kendim yapardım. Fıçılardan çıkarılma çemberler bulurduk; ucu çemberi kavrayacak gibi U biçiminde kıvrılmış bir telle iterek çemberi yerde yuvarlayarak koştururdum. Bir keresinde sürecek telini Hafız babama kıvırttırtmıştım. Bir başka gün bağda taze dallardan kesilmiş çubuklarla kızak gibi bir şey yapmıştı bana babam. Çalıdan yapılma tekerleksiz arabamı, üzerine yük yerine geçmek üzere koyduğum şeyleri arada bir devirerek eve kadar sürüklemiştim... Bir tahta parçası bulur bıçakla yontarak tayyare yapardım. Bu arada elimi kestiğim de olurdu, o durumda parmağımdan akan kanı yaptığım o uydurma oyuncağın üzerine sürerek bir çeşit süs yapardım. O tayyareyi sözde uçurmak için de koşmam gerekirdi. Tekke içinde enek, çelik çomak, top oynanır ve maymun çevrilirdi. Elimizde bir kamçı, vura vura maymun çevirirdik; topaça maymun, bilyeye enek derdik. Eneği işaret parmağımla başparmağımın tırnağı arasına sıkıştırırdım, başparmağımı hızla itince enek fırlar ve nişan aldığım yere giderdi. Oldukça iyi atıcıydım. Eneği sadece belirli bir dönemde oynardık; o kadar çok oynardım ki başparmağımın tırnağı aşınır ve delinirdi. Bu atışa Piç tırnak denirdi. Tırnak delinince oynayamadığım içinde atış stilimi değiştirmeye uğraştım; doğru atışta enek başparmağın tırnağının yukarısına konmalıydı. Uğraşa uğraşa onu da başarmıştım. Vuruşlarım eskisi kadar iyi olmuyordu; ama canım da yanmıyordu. Kaysı çekirdekleri yekimiz olurdu, onları yerde çizilen bir dairenin içine yerleştirir ve sırayla atar daireden dışarıya yek çıkartırdık, çıkanlar çıkartanın olurdu. Bu oyunun daha şık olanı da topraktan yapılmış, boyandıktan sonra pişirilmiş eneklerle oynananıydı; bu pahalı gelirdi, oysa kaysı çekirdeklerini parasız bulurduk. Pişirilmiş topraktan eneklerle oynayanların fırlattıkları enekler de taştan yapılmış taş eneklerdi. Bu taş eneklerin de çok güzelleri olurdu; Kadir ağabeyim, Kürt İsak’tan koyu yeşil bir taş enek ütmüştü; ama İsak ağlıya ağlıya eve gelmiş anama şikayette bulunup eneğini anamın araya girmesi ile geri almıştı. Körfez sokakta oturan komşularımızdan bir aile kürttü, İsak onun oğluydu: İsak as subay olup orduya katıldı ve bir daha da Merzifon’a dönmedi sanırım. Haydar ağabeyim enek oynamakta çok ustaydı, elinde bir avuç enekle okuldan gelir ve bana gösterir, çok kısa bir süre için de bana verir, sonra geri alırdı. Tatar Hamdi ve Küçük köylü Süleyman da çok iyi oyunculardı; onları ütmek mümkün değildi. Süleyman benimle aynı sınıfta okurdu, uzak mesafelerden bile attığını şak diye vururdu. Ben onlar kadar iyi değildim. Yaz aylarında karpuz çıkınca bir eğlencemiz de patlanguç yapmaktı. Merzifon dokumacılığının gereçlerinden biri de çirişli ipliklerinin üzerine sarıldığı on oniki samtim uzunluğunda ortası delikli, iki başı şişkince kalemler vardı; patlanguç yapmak için onlardan biri gerekliydi. Nasılsa bir tane bulurduk. Bir iplik makarası ve kalemin içine girecek boyda bir çubukla piston yapardık; karpuz kabuğunu kalemin ağzına yerleştirip makarayı onun üzerine hızla vurunca kabuk bir tıpa gibi kalemin içine geçerdi. Piston gibi olan çubuğu kabuğun üzerine azıcık bastırarak yerleştirdikten sonra makaraya elimizin ayası ile kuvvetle vurunca kalemin içindeki karpuz kabuğu paat diye bir ses çıkararak kalemden fırlar uzaklara giderdi. Bu sistemi silah gibi kullanır birbirimizle savaş yapardık. Uçurtma Mevsimi Bahar rüzgarları başlayınca uçurtma mevsimi gelmiş olurdu. Uçurtmaların uçurulduğu yer mezarlıktı. En geniş açıklık orasıydı. Uçurtmaları Haydar ve Kadir ağabeylerim yapardı. Renkli yağlı kağıtlar alınır, üç tane çıtanın ortalarından çivilenip, uçları kınnaplarla gerilerek elde edilen altıgenin üzerine çirişle veya hamurla yapıştırılır; uzun bir kuyruk yapılır kağıt şeritleri ile, püskül gibi, bir de şapırdak eklendi miydi çok güzel bir uçurtma olurdu. Şapırdak iki yarım elma gibi kesilen kağıtlar, katlanarak bir ipin üzerine yapıştırılır, kolye gibi dizildikten sonra, uçurtmanın karşılıklı iki çıtasının uçlarına bağlanır, uçurtma havada süzülürken esen rüzgarın sallamasıyla, uçurtmanın göğsüne çarpar şapır şapır sesler çıkarırdı. Uçurtmanın terazisi çok önemliydi; iyi ayarlanmazsa uçamaz bir tarafa doğru eğilir ve yere çakılırdı; yeniden terazisini düzenlemek gerekirdi. Terazi de uçurtmanın ortası ve iki üst çıta uçlarına bağlanan üçgen bir iple yapılırdı. Şapırdaklı uçurtmalar gece uçurulduğunda öyle tatlı seslerle gecenin sessizliğini delerdi ki müzik dinlemek bile o zevke ulaştıramazdı bizi. Uçurtma korsanları da vardı, kendi uçurtmasının ipini bir başkasının uçurtmasının ipine dolaştırır ve onu düşürmeye çalışırdı; bu yüzden de kavgalar eksik olmazdı. Biraz daha büyüyünce uçurtmalarımı kendim yaptım. Yağlı kağıtları üçgen biçiminde keser Üç tane çıtanın birleştirilmesiyle elde edilen altıgenin her bir üçgenine bir başka renk kağıt yapıştırırdım. Komşumuz dülger Hasan ustanın oğlu, arkadaşım Cafer’le birlikte yaptığımız da olurdu uçurtmalarımızı; kırmızı, turunca, mavi renklerle. Cafer’lerin evi bizden bir kaç sokak ötedeydi; evlerinin bir kapısından da tarlalara çıkılırdı. Kocaman bir evdi. Hasan Usta, Kör Hasan diye bilinirdi. Üç oğlu, iki kızı vardı. Cafer benim akranımdı; diğerleri büyüktü. Hasan Usta dülgerdi, evlerinin altında bir marangoz atölyesi vardı. En büyük oğul Aşir abi usta bir marangozdu, Dursun abi de öyle. Dursun abi atölyede bir keman yapmaya başlamıştı onunla uğraşıyordu. Yaptığı keman kabaca bir şeydi; onu seyrederdim çalışırken; aylarca sürmüştü keman yapımı. Kemanı bitirmiş miydi, çalmış mıydı onlar iz bırakmamış belleğimde. Kemanı elle tutacakmış gibi anımsıyorum. Yaralar Oyun oynarken sık sık düşerdim ve dizlerim açılırdı; bunun için kendi bulduğum bir tedavi vardı. Su kenarlarında yaprakları etli bir bitki vardı; onun yapraklarından koparır üzerindeki ince zarı soyduktan sonra yaramın üzerine yapıştırırdım, üzerine de düşmesin diye tülbent bir bez sarardım. Yara kısa bir süre sonra iyileşirdi. İlk bahar aylarıydı. Merzifon’da Sıçan denen bir kutlama günü vardı. O gün kimse evinde iş yapmaz, yiyecek bohçaları hazırlanır ve bağlara, bahçelere pikniğe gidilirdi. O gün birisi evde kalır da tezgahta kumaş dokursa sıçan gelir kumaşını keserdi; o yüzden de kimse evde kalıp iş yapmazdı. İşte o günlerde benim sağ ayağımın üstünde uzun zamandır iyileşmeyen bir yara vardı. Komşular demişler ki, o gün bir sıçan öldürülecek, karnı yarılacak ve yaranın üzerine sarılacak. Evde sıçandan bol ne var! bir tanesi öldürüldü ve benim ayağımın üzerine sarıldı, üstüne de bir yemeni bağlandı. Günlerce öyle dolaştım... Çeşit çeşit saçma iyileştirme yöntemlerimiz vardı. En nezih olanı, ocağın başında kurşun dökülmesiydi. Özel bir kurşun tavamız vardı, onun içinde kurşun eritilir, başımıza bir örtü örtülür, eriyik haline gelmiş olan kurşun önümüzde duran su dolu tasa cozz diye dökülürken dua okunur, tu tu tu diye yüzümüze doğru tükürülürken başımıza gelen bela savulurdu. Nazardan kurtulurduk. Hastalandığımızda, bir yerimiz kırıldığında doktora gidilmezdi; doktora verecek para nerdeydi? Kırık çıkıksa mahallenin kırık çıkıkcısı Karadepeli işe el koyardı; hastalıksa Allah iyileştirirdi. Okula başlamadan önce hastalandım. Bir akşam yemekten sonra başım ve karnım ağrımaya başladı, erkenden yatırdılar beni. Sabaha bir şeyim kalmayacaktı elbette; ama öyle olmadı, ateşim gittikçe yükseldi. Derece falan alındığı yok; ama ateş gibi yandığım kesin. Bir kaç gün boyunca iyileşmeyip ateş te düşmeyince ölürüm korkusu ile, doktor getiriliyor eve; Merzif’un yegane sivil doktoru İsmail Hakkı Şarman. Tifo!.. Bir ay yataktan çıkamadım. O kadar zayıfladım ki tek başıma ayakta duramıyordum. İçerisi çok sıcak olunca avluya gölgeye yatak serip orda yatırıyorlardı beni. Geceleri kabuslarla uyanıyordum. Ya Mehmet emmimi görüyordum, ya da elime bir çakıl tanesi alıyorum, çakıl avcumun içinde büyüyor, büyüyor bir yerlere sığmaz oluyor ve ben terler içinde uyanıyordum. Ne zaman ateşli hasta olsam hep bu düşleri görürdüm. Evin içinde bile olmadık şeylerle korkutula korkutula tam anlamıyla korkak bir çocuk olmuştum. Cinler, periler her an gelebilirler ve bize zarar verebilirlerdi. Uzun yıllar kafama yerleştirilen saçma şeyleri söküp atamamışımdır. Gündüz korkmazdım, mezarlıklar oyun alanlarımızdan dı; ama gece oldu mu mezarlığın adının geçmesi bile yeterliydi. Geceleri ıssız yerlerde cinler, şeytanlar, gulyabaniler, hortlaklar kuşku yok ki beni bekliyordu! Geceleri yatağa işerdim. Rüya görürüm, çişim gelmiştir, kırlık bir yerdeyim ve oraya işer rahatlarım. Sabah bakarım ki yatak ıslak. Yatak ve çarşaf dışarı çıkarılır, güneşe serilir kurutulur. Ben de mahcubiyetten yerin dibine geçerim. Satı anamla aynı yatakta yatardık, o, durumu Bekeli fark etmeden idare etmeye çalıssa da gözden kaçması olanaksızdı. Konu komşu bir çare önermişler benim derdime: akşamdan, içi boşaltılmış yarım karpuz kabuğuna çişimi yapacağım. Gecenin bir vaktinde uyandırılıp, yatağa işemeden o karpuz kabuğunun içinde bulunan gecenin ayazı ile serinlemiş idrarı içeceğim... Tuzlu, berbat bir tat... karşı gelip içmem demek olanaksız. Elbette ki bir şeye yaramadı... Çiçekler Namazgah denen yerde anlaşılan ekiden bir namazgah varmış, yıkılınca arsası Merzifon’un futbol alanı olmuş. Aynı zamanda milli bayramlarda okulların toplanıp bayram kutlaması yaptığı yerdi. Yine öyle bir gün. Hava oldukça sıcak. Alanın etrafına okullar dizilmiş, bekleniyor. Çocuklar itişip kakışıyor, arada sıralarda karışıklılar oluyor. Dört ilkokulun çocukları ikişerli sıralar halinde dizilmişler meydanın dört bir yanına. Büyük bir kare oluşturmuşlar. Melih adında bir çocuk var, onunla pek dostluğumuz yok ama, birbirimizi de kolluyoruz. Yan tarafımızda başka bir okulun çocukları duruyor. Melih’le ikimiz yandaki okuldan bize saldıran çocuklarla kavga ediyoruz, çocukları kaçırtıyoruz. Böylece arkadaş oluyoruz. Bir gece sinemadayız, ağabeyimler mi yoksa babamlarla mı? Locadayız. Bitişik locada benden bir iki yaş büyük bir çocuk var, locanın alçak tahta duvarının üstünden çocukla konuşuyoruz, çocuk Melih’in ağabeyi Semih. Bize göre zengin çocukları, babaları değirmen sahibi ve un tüccarı, Ekin pazarında dükkanları var, güzel bir evde oturuyorlar. Semih amcamın kızı Menşure ile aynı sınıfta okuyor. O günden sonra ben o çocuğa Menşure aracılığı ile akasya çiçekleri gönderiyorum. Menşure’lerin büyük bahçesinin kenarında bulunup dalları dışarı sarkmış akasya ağacından toplayıp. Akasyalar öyle güzel kokuyor ki çiçekleri kaynatsam kolonya olmaz mı diye düşünüyorum; deniyorum, olmuyor. Bir şeye yaramayan, kokusu kaybolmuş suyu döküyorum. Çiçeklere dair bir şey bildiğim yok. Evimizde çiçeğe merak da yok. Evin küçücük bahçesinde çiçek olduğunu anımsamıyorum. Çiçek olarak bildiğim anamın bahçesine diktiği sarı nergizlerle komşularımızdan Akkaba’nın Veli’nin bahçesindeki sarı güller ve Cafer’lerin evinde leylaklar, Merzifon’da onlara Zarzalak denirdi. Çiçekleri çok severdim ama Binnaz ablamın evindeki çiçekler dışında kendi evimizde çiçek sevgisi yoktu. Neden bahçemiz küçük de olsa bir iki kök çiçek yetiştirilmezdi? Binnaz ablamın evi de küçüktü, ama o penceresinin önündeki elli santim genişliğindeki toprakta, aslanağızları ve güzel sarmaşıklar yetiştirirdi; o küçücük yerde iplere sarılarak saçağa doğru tırmanan mor sarmaşık çiçekleri hala gözlerimin önündedir. Ya yanaklarını sıkınca ağzını açan aslanağızları! Binnaz ablamın evi de çiçekler gibiydi, ne severdim onu!
Yorumlaremre altuntaş
{ 16 Haziran 2009 07:20:38 }
Cemil Eren'in 1930'lara giden anıları bize de pek uzak gelmedi; gaz lambalarını -sonunu da olsa- gördük, hava kararana kadar enek oynayıp, gazoz kapağı topladık, stadın o tarafa gitmek bizim için çok uzağa gitmekti..
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|