|
Haşhaş ZamanıKategori: Bir Ressamın Yaşamı | 7 Yorum | Yazan: Cemil Eren | 16 Mayıs 2009 09:30:31 1 Mart 1927 yazmışlar nüfus cüzdanıma doğum tarihi diye. Oysa anam haşhaş çiziminde doğduğumu söylerdi. Onun, beni ne zaman doğurduğunu nüfus memurundan daha iyi bildiğini sanırım. Doğar doğmaz kayıt yapılmayınca sonradan anımsanan doğum günlerinin sağlıklı olacağını iddia etmek yanlış olmalı.
Nüfusta başka olsa da ben kendime doğum günü olarak haşhaş çizimi süreci içinde bir günü seçmeyi yeğledim. Haziran sonu ve Temmuz başları arasında bir gün. Merzifon’un Emert köyünde, babam köy imamı iken. Haşhaş çiziminin Haziran ayı sonlarında başladığını soruşturarak öğrenmiştim. Haziran sonları ile Temmuz başlarında haşhaş kozaları olgunlaşır. Kabuk, üzerinde üç veya dört çivi ucu bulunan özel bir kalemle çizildiğinde kabuğun derinlerinde bulunan sütümsü afyon sıvısı yavaş yavaş dışarı çıkar, birkaç gün içinde koyulaşır, katılaşır. Belli bir süre geçtikten sonra küçük bıçaklarla sıyırarak afyon alınır, haşhaşın yeşil yaprakları üzerine konur on on beş santim çapında toplar haline getirilerek kurumaya terk edilir. Bu toplar ya devlete teslim edilir yada özel kişilere kaçak gizlice satılırdı. Haşhaş ekenlerin büyük bir kısmı, resmi elemanların saptadığı miktarda afyonu devlete teslim eder, bir kısmını gizler; onu da zaman içinde kullanırdı. Afyon almaya başka kentlerden gelenler olurdu. Kaçakçılara satışlar daha çok para getirirdi; ama yakalanırsa hapishaneyi boylardı, satanlarla alanlar. Haşhaş ekiminden afyonların toplanmasına kadar geçen süreci Mehmet amcamın haşhaş tarlalarında izlerdim. Afyonu alındıktan sonra kelleler kurumaya bırakılır, kuruduktan sonra toplanır, kozalar ezilerek içindeki tohumlar ayrıştırılır. Tohumluk haşhaş ve evde kullanılacaklar ayrılır, geri kalanı pazara götürülerek satılırdı. Haşhaş tohumlarından yağ çıkarmak bilinmezdi. Tohumlar kavrulur dibeklerde dövülür, evde açılan yufkaların içine konarak tadına doyulmaz çörekler yapılırdı. Tarlalardan , amcam görmeden, haşhaş koparıp yemeye bayılırdık. Haşhaş tarlalarının çiçek açtığı günlerse, mor, pembe ve beyaz çiçeklerin tarlalar boyu Monet’nin resimleri gibi sergilenişi unutamadığım güzelliklerden biriydi. Akşam üzeri çıkan meltemle sağa sola sallanırken yaydıkları hafif afyon kokusunu bugün bile duyar gibi olurum. Çocukluğumda Merzifon’da çok haşhaş ekilirdi. Bu güzellikler dolayısıyla belki de haşhaş çiziminde doğmuş olmayı kendime uygun bulmuş olmalıyım! Ama hangi gün? Bunun da hiç önemi olmamalı. Doğum yılım 1926 da olabilir, bu tarih kaymasına göre; veya yılını doğru hatırlayıp ayını rastgele bir ay olarak yazdırmış olabilir nüfus memuruna. Haydar ağabeyim; nüfus cüzdanımı onun çıkarttığını sanıyorum. Anımsadığım kadarı ile kimlik kartım okula yazdırılırken çıkartılmıştı. Okula yazdırmaya da büyük ağabeyim Haydar götürmüştü. Doğum tarihim olarak haşhaş çizimini ve 1927 yılını içime sindirmişimdir. Mart ayının soğuk günlerinde dünyaya gelmiş olmayı kabul edemedim, pembeli, morlu, siyahlı, beyazlı gelin gibi meltemlerle salınan haşhaş çiçeklerinin hafif kokularını yaydığı davetkar kucağına doğmak varken. Resim yapmaya sevdalanmamın da nedeni bu olamaz mı? İlk nefesimi haşhaş çiçeklerinin yaydığı nefis kokularla aldığım gibi, bebek gözüyle uçsuz bucaksız derinliklerin allı morlu renkleriyle dolmuş ilk bakışlarım... Emert köyünde ne kadar kaldık hiç bilmiyorum. Çok kalmadığımızı sanıyorum. Babamın bir mesleği yoktu, bildiği hafızlıktı, şiir yazardı, sesi çok güzeldi, kuran okumanın yanında saz çalar türkü, şarkı söylerdi. Ata bindiğini, arada bir mahalle camisinde kuran okuduğunu hatırlıyorum. Gerçek anamla babamın kimler olduğunu kaç yaşımdayken öğrenmiştim, onu da anımsamıyorum. Üç olabilir mi, bilemiyorum. Öğrendiklerime göre, amcam Bahtiyar’a evlatlık olarak verilmişim. Amcamın çocuğu olmadığı için kendinden küçük olan babama, bu çocuğu da bana ver, demiş. Ben anamın üçüncü erkek çocuğu imişim. Söylediklerine göre dokuz aylıkmışım amcama verildiğimde. Kendimi onların çocuğu olarak bilirken, komşumuz Marıncalı denen kadının kulağıma fısıldadığını anımsar gibiyim. Senin anan bu değil Habibe’dir. İlk tepkim, kabullenememek olup, Satı anama sormuştum; o doğrulayınca bildim ki annemle babam, yanında oturduğum Bahtiyarla Zehra değillerdi. Babama Selamettin Hafız veya kısaca, Hafız derlerdi. Benim için biri Hafız, diğeri de Bahtiyar olmak üzere iki baba; bir anne ve bir de Ana vardı. Gerçek annem Ana dediğim Habibe idi. Kızlık adı Satı olan ve Mecitözünün Dağsaray köyünden Merzifon’a gelin gelen Satı`nın adı nedense Habibe’ye çevrilmişti; kaynanasının adı Satı olduğu için mi değiştirilmişti, yoksa Satı adı köylülere yakıştırıldığından mı ? Bilemiyorum; Bahtiyarın karısının da kızlık adı Satı olunca, bir evde üç Satı çok olmuş olmalı. Onun da adı Zehra’ya dönüştürülmüş. Bu, adları değiştirilen iki Satının birbirlerini sevdiklerini söyleyemem. Satıana Satı anam babamın annesi olur, ona herkes Satıana derdi. Bahtiyar babamın evinde yaşardı ve benim çocukluğumun en önemli kişisiydi. Onu hep yaşlanmış, bastonla yürüyebilen, gözleri iyi göremeyen bir ihtiyar olarak anımsarım. Merzifon’un Sarı köyünden Hüseyin ağanın kardeşiydi. Dedem Haydar ağanın ilk karısı Sarı köylü Satı iki oğlan doğurmuş, Bahtiyar ve Selamettin. Dedem sonra bir hanım daha almış: Kerime. Ondan da iki oğlan bir kızı olmuş. Aklımda kaldığınca Satı ile Kerime iyi geçinirlermiş, evde uyum egemenmiş. Kerime’yi ben hiç görmemişim. Satıanam ise ben kendimi bildim bileli benim öz annem gibi yanımda olmuştu. Bahtiyar, Zehra, Satıana ve ben tek göz bir evde yaşadığımızdan, neredeyse birbirimize sürtünerek dolaşırdık evin içinde; bundan olsa gerek her fırsatta kendimi sokağa atardım. Haydar Ağa Babamın babası Haydar ağa hakkında fazla bir şey bilmiyorum. Satı anamın anlattıkları ile dedemi gözümün önüne getirmeye çalışmışımdır hep; ondan başka kimse bir şeyler anlatmamıştı. Bir fotoğrafı bile yoktu. Şimdi de birilerinden bir şeyler öğrenme olanağı kalmamış bulunuyor; hepsi göçüp gittiler. Dedem, Haydar ağa Merzifon’un Kovay köyünden Kara Velinin oğlu imiş. Kara Velinin babası da, yeğenim Nabi Eren`in araştırmalarından anlaşıldığına göre bir Osmanlı paşasıymış. Böylece Nabi`nin sayesinde bizim ailede de bir Osmanlı Paşası çıktı ortaya. Büyük dedem, Kara Veli tarımla uğraşırmış. Haydar dedemin de tarım yanında bağ bekçiliği ettiğini Satı anam anlatırdı. Merzifon’un bitmez tükenmez bağları vardı, onun bir bölümünde bekçilik yaparmış. Dedemin bir de erkek kardeşi varmış, bekarmış, aynı evde kalırlarmış. Bir gün, belki de yemek yerlerken istemeyerek yellenmiş; yaptığından öylesine utanmış ki evi terk edip gitmiş ve bir daha da gelmemiş; Satı anam böyle anlatırdı. Yıllar sonra bir deve kervanı, Piribaba tekkesi ile Hıra köyü arasında bulunan tarlalara konaklamış, kısa bir süre için. Dedemin evine birisi gelmiş elinde tepsi ile. Tepsinin içinde bulgur ve yağ varmış, bunu bize pilav yapacaksınız, demiş. Sonra gelip pilavı alıp gitmiş. Adamı gönderen kervanın başı olan kişi dedemin kardeşi imiş. Bunu anlamışlar ama üzerine düşüp ilgilenmemişler, ertesi gün de kervanı yerinde bulamamışlar. Bir daha da hiç bir haber alamamışlar. Şimdi nerde bir Karaveli soyadı işitsem acaba bizim soydan mı diye aklımdan geçiririm. Bu olayı ağabeylerim de bilmezdi; ben Satı anamla yaşadığım için biliyordum. Dedemler, Kara Veli oğlu diye anılırlarmış. Soyadı kanunu çıkmadan önce alınmış olan nüfus cüzdanımda soyadı yerine Kara Veli oğlu yazılmıştı. Soyadı kanunu başlangıçta iyi anlaşılamadığından olmalı, Bahtiyar amcam soyadı almak için nüfusa gittiğinde nüfus memuru, hadi senin soyadın da Eren olsun demiş ve Eren soyadı alınmış. Ben o zaman ilk okuldaydım, soyadı ile yeni bir kimliğe bürünecekmişiz gibi bir coşku vardı içimde. O yıl Cumhuriyet İlkokulu`nda okuyordum; senin soyadın ne oldu, diye birbirimize soruyorduk. Yeni bir elbise giymiş gibiydik. Bahtiyar amcamın aldığı soyadı bütün ailece benimsendi, buna karşı çıkan olmamıştı. Dedem ölmeden önce hasta yatmış. Ayakları şişince ben öleceğim demiş ve kısa bir süre sonra da ölmüş. Kaç yaşındaymış öldüğünde, bilen yok. Uzun kış gecelerinde Satı anam bir şeyler anlatırdı ben de onları masal gibi dinlerdim. Not tutmak kimin aklına gelirdi ki! Tekke Mahallesi Evimiz Tekke mahallesindeydi. Tekke mahallesi Merzifon’un doğusunda bulunan son evlerden oluşurdu, onun bittiği yerde de mezarlık başlardı. Merzifon’dan Marınca köyüne giden yolun sağ yanında bizim evler bulunurdu; sol yanında ise iki sokak etrafına dizilmiş Tatar evleri vardı. Mahallemiz adını Tekkeden almıştı. Tekke mahallesinin adı önce Naccar, sonra da Nusratiye olarak değiştirildi. Resmi adı Nusratiye Mahallesi olsa da Tekke mahallesi denmeyince neresinin kastedildiği anlaşılmazdı. Evimizin önünden geçen sokak tam doğu-batı yönünde olduğu için Doğu sokak diye adlandırılmış. Doğu sokak mezarlıkta son bulur, ondan sonra da bağlar gelir. Bağlar, üzüm bağları olup meyve yönünden de hatırı sayılır. Bağlardan bakınca tepeler üzerine kurulmuş kent, kartpostal gibi görülür. Ne kadar minare varsa tek tek sayılırdı. O zaman sayıları pek azdı, onu geçmezdi. Merzifon’un kuzeyinde Karadeniz sıradağlarının bir parçası olan Taşan dağları vardır. Yerli dilinde Tavşan dağı denir. Hıdırlık tepesi de Taşan dağlarının Merzifon’a en yakın olan tepesidir, yığma bir tepe gibi görünür, açık kahverengi tonu ile hemen fark edilir. Bağa gittiğim zaman Merzifon’un güneyden kuzeye siluetini izler, önemli yapıların profillerini bir bir seçerdim. Tuz pazarı camii, Paşa camii, Saat kulesi, eski bir kilise olan Doğan Sineması, İrfan İlk okulu. Kara Mustafa Paşa ilk okulu, Cumhuriyet ilk okulu. Kolej ve Hıdırlık tepesi aynı çizgi üzerine dizilmiş gibi görünürdü. Tekke mahallesi Alevi mahallesiydi. Evimizin karşı çaprazında Piri Baba denen, bütün Merzifon’un medet umduğu bir tekke... Piribaba’nın yattığı yer üstü kubbeli bir yapıydı. Yapının doğu yönünde eskiden bir kapı varmış, kapı Marınca köyüne doğru bakıyormuş, bir sabah bakmışlar ki o kapı duvar olmuş! Piribaba Marıncalılara kızmış ve kapının yerini kendisi değiştirmiş... Öyle anlatırlardı. Tekkenin bir mescidi, büyük bir bahçesi, mescidin altında da devamlı akan ve İçeri Pınar denen bir çeşmesi vardı; suyu tatlı olduğu için oradan eve içme suyu taşırdık Bahtiyar babamın istemesiyle. Su kaplarının dolması uzun zaman alır, ben de başında beklerdim, akşam üzerlerinin hafiften kararmış koyu sessizliğinde su şırıltısını dinleye dinleye. Öyle etkileyici bir sesti ki, alaca karanlığın çağrıştırdığı, geceleri karanlıkta çıkan, belleklerimize iyice yerleştirilmiş olan Cinlerin gelivereceği sanısıyla, korku ile karışan su sesi aklımdan çıkmıyor. Tekkenin şeyhi nüfus memuru Hüseyin efendi idi. TEKKEŞİN Hüseyin Efendi Tekkenin bir parçası olan güzel bir evde otururdu. Bir gün tamirat dolayısıyla dışa bakan duvarı yıkılınca evin içinde bir de hamam olduğunu görmüştük. Evin içinde hamam bulunması görülmedik bir şeydi bizim için. Hüseyin Efendi alevi değildi. Tekkeşinlik aileden miras olarak geliyordu. Tekke bahçesinin etrafı kavak ağaçları ile çevrilmişti; ulu ulu kavaklar fırtınalı günlerde hışırtılı uğultularla sallanırdı, korku filmlerindeki gibi... Geceleri korkardım o seslerden; aynı zamanda garip bir dinginlik de verirdi bana. Kavakların fırtınada sallanmasından çıkan ses beni alır çöl ıssızlığında bir yerlere götürürdü... Bahçe duvarı ile tekkeşin’in evinin köşesinde Beş lüle dediğimiz çeşme vardı, lülelerinin beşinden de gürül gürül sular akardı. Bahçe duvarının dışına da iki adet tuvalet yapılmıştı; çeşme de tuvalet te herkese açıktı. Bir gün Beş lülenin önünde Marınca’lı bir bağ bekçisi birisi ile kavga ederken, o keneflerden birinin içine sığınıp açık olan kapısından kavga ettiği adamı tabancası ile korkutmaya çalışıyordu; ama aslında korkan kendisi idi. Biz çocuklar da tabanca ile adamı vuracak diye heyecanla bekleşiyorduk korktuğumuz için, olduğunca uzakta durarak... Komşularımızdan Cemil adında bir taş ustası vardı, alaturka kenef taşları siparişi almış, taşları Beş lülenin önündeki meydanda yontuyordu; murca çekiçle vura vura bir heykeltraş gibi taşa nasıl biçim verdiğini merakla seyrederdim. Taş parçaları etrafına sıçrar, kendisi toz içinde kalırdı.
YorumlarGönül Genç
{ 03 Kasım 2011 20:00:40 }
Yüreğinize sağlık. İçinde birkaç gün yaşamış olsamda ömür boyu annemden dinlediğim memleket özellikle mahallemizi ne güzel yansıtmışsınız. Bizim evimiz de Tekke mahallesinde Pirbaba tekkesinin önünden mezarlığa çıkan sokakta idi, sokağın adını unutmuşum. Sağlıklı uzun ömürler dilerim.
hulya eren zekioglu
{ 07 Ocak 2010 15:25:11 }
dayicigim. tekke mahallesinin senden sonraki anilarida bende sakli . o mahalle deki her evin bir anisi var bende. arkadasima bahserim arada bir bana nekadar sanslisin bu kadar cok anin var nicin yazmiyorsun der. bende emekli olunca derdim Dizi bile olur ama kitap daha daha kiymetli bence. cok guzel unuttugum bazi Turkce kelimeleri hatirlamis oldum sagol eline saglik
Erol Ünal
{ 28 Kasım 2009 14:21:53 }
Tavşan dağı, hıdırlık tepesi, Cumhuriyet ilkokulu, haşhaşlı çörek, saat kulesi, Doğan sineması. sonra ortaokul olan Amerikan koleji benim de Merzifondan aklımda kalanlar... Ben ilk ve orta okulu Merzifonda okudum. Camiii Cedit Mahallesinde kaldığımız evin karşısında matbaa vardı. İzgin ailesinin evinde otururduk. Bu yazıyı okurken çocukluk günleri aklıma geldi.
Deniz Emre OLCAYTU
{ 16 Haziran 2009 19:04:42 }
Merhaba Cemil dede. Senin bu yazdıklarını okumak değişik bir haz veriyor bana.Merzifon ve anneannemin evi tekke mahallesi sanki bildiğim kadarıyla bile işte benim sülalem benim evim diyorum okurken.Ben Zerrin EREN in torunu Emre.
Melek Eren
{ 09 Haziran 2009 10:38:47 }
Canim amcacim, agizina saglik bu yazini okuyup seni biraz daha tanimis oldum ve resimlere bakip gozlerim yasardi, nenemi dedemi gormus oldum
Cok seneler gecti seni goreli ve insallah yainlarda gorusebiliriz Sevilay Bicer
{ 09 Haziran 2009 09:20:42 }
Gercekten cok guzel, ayni zamanda huzunlu, etkilenmemek mumkun degil!, Agzina saglik Cemil Amca. Ben Sevilay Australia dan, Sedat Eren''in uvey kizi, ikinci evliliginden)
tayyar eren
{ 03 Haziran 2009 06:18:17 }
eline yüreğine sağlık ben bunların çoğunu bilmiyordum. ne güzel yazmışsın. çok duygulandım...sağol..
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|