|
Din, Bilim ve KadınKategori: Kul / Özerk Benlik | 0 Yorum | Yazan: Prof. Dr. M. Orhan Öztürk | 04 Mayıs 2009 14:06:47 Yüzlerce yıldır, İslam toplumları bilimde ve teknolojide geri kalmışlardır. Bunların çoğu sömürgelikten görece yeni kurtulmuş, bir kesimi de ulusal bağımsızlık kazanamamış topluluklardır. Bunlar arasında, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye, eğitimde, devlet yönetiminde, toplumsal yaşam biçiminde dinin egemenliğini büyük oranda kaldırarak aydınlanma devrimini başlatan, laik, demokratik bir Cumhuriyet kuran tek ülkedir.
Laiklikle birlikte giden bir dizi devrimin etkisi ile bu ülkede gerçekleştirilmiş önemli ilerlemeler yadsınabilir mi? Bu toplumda böyle bir devrimsel gelişme olmasaydı, bugün bu ülke öbür İslam ülkelerinden büyük bir farklılık gösterebilir miydi? İslam ülkelerinde İslam dininin yorumunu egemen güçlerin çıkarları için kullanan din sözcüleri, din uygulayıcıları, bu ülkelerde geri kalmışlık yolunda direnmeyi sürdürüyorlar. Türkiye’de de oy avcılığı için halkın inançlarını sömüren politikacılar, en az elli yıldır laik toplum düzeninin, Cumhuriyetin kazanımlarını yadsıyorlar, aydınlanma devrimini tersine çevirmeye uğraşıyorlar. Geri kalmışlığın nedenlerini sorgulayabilmek, araştırabilmek, yapıcı bir özeleştiri ve değişim sağlayabilmek için İslam toplumlarının önünde önemli engeller var. Bu engellerden biri kanımca, İslam toplumlarındaki yaygın inanç katılığı ve din konusundaki hoşgörüsüzlüktür. İslam toplumlarında başka dinlere karşı hoşgörünün yaygın olduğu bilinir. Ancak, kendi içindeki katı inanç ve hoşgörüsüzlük yüzünden, kişiler, her türlü sorgulamayı, eleştiriyi İslamiyet’in kendisini sorgulamak, eleştirmek, kötülemek olarak algılıyorlar. İnsanlar hemen dinsel kimliklerinin büyük bir tehdit altında olduğu kaygısına kapılıyorlar; savunmaya ya da saldırıya geçiyorlar. Bugün, bırakalım başka İslam ülkelerini, laik devlet yönetimini az çok benimsemiş Türkiye’nin üniversitelerinde bile, din konusu özgürce, hoşgörüyle sorgulanabilir, tartışılabilir mi? İslam ülkelerinin en az beş yüz yıldır geri kalışındaki, Batıya hep yenik düşüşündeki nedenleri en başta din bilginleri sorgulamalı, araştırmalıdır. Zaman zaman bu geri kalmışlığın nedenleri üzerine düşünüyor gibi görünen, cılız sesli görüşler bildiren din adamları çıkıyor. Ama, görebildiğim kadarı ile, bu görüşlerin çoğu sorunu ya emperyalist güçlerin baskılarına, saldırılarına ya da dine bulaşmış olan, İslamiyet’e ters düşen bir takım uygulamaların (şirk koşmaların) yaygınlaşmasına bağlıyorlar. Asıl sorunun, biri ötekine bağlı, iki noktada açıklanabileceğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, İslam toplumlarında kadına verilen yerle, değerle ilgilidir. İkincisi de, İslam toplumlarında bilimin gücü yerine, inancın gücüne öncelik verilmesidir. İslamiyet’in kadına değer veren, bilime karşı olmayan, bilimi destekleyen bir din olduğu söylenir. İslam inancının egemen olduğu bir toplumda din, hem kadına değer verecek, hem de o toplumda nüfusun yarısını oluşturan kadınlar özgürlük, eşitlik haklarından yoksun, eğitimsiz, bilisiz (cahil) kalacaklar; hem bilime değer verecek, hem bilimsel açıdan tümden geri kalacak. Bunun bir açıklamasını yapmak gerekir. Ama bu açıklamayı, İslamiyet’in ilk yüzyıllarındaki bilimsel gelişmişlik dönemini kullanarak yapmanın artık günümüzde geçmişle öğünmekten öte bir yararı olmadığını belirtmek isterim. İslam toplumlarının geri kalışındaki birinci önemli etken, kadına verilen yer ve değerle ilgilidir. Bütün İslam toplumlarında kadın erkek eşitsizliği belirgindir. Erkekler, kadın üzerindeki egemenliklerini sürdürebilmek, güçlendirebilmek için dini kullanmaktadırlar. Şeriat düzeni ile yönetilen toplumlarda erkek egemenliği açıkça dine dayandırılmakta, bu egemenlik toplumun doğal yaşam biçimi olarak geleneksel nitelik kazanmaktadır. Din de, kadın erkek ilişkileri açısından sergilediği kurallar bakımından sanki erkek üstünlüğünü, erkek egemenliğini sürdürmek amacı ile donatılmıştır. Kadın erkek eşitliğini önemli bir oranda, en azından yasal düzeyde, sağlamış olan Türkiye’de bile, kadın üzerindeki geleneksel erkek egemenliği, Osmanlı’nın şeriat düzeninden bu topluma yerleşmiş bir kalıt (miras) gibidir. Erkeği duyarsız, kadına karşı eşduyumdan (empati) yoksun kılan bu erkek egemenliğinin, inanılmaz ağırlıktaki bedelini, kadınlar ruhsal, bedensel sağlıklarını harcayarak; çocukları da gizilgüçlerini (potansiyellerini) yitirerek ödemektedirler. Kadına özerk, özgürce gelişebilme hakkı tanımayan, kadın erkek eşitsizliğini destekleyen toplumlarda, kadının bilisiz (cahil), sönük, özgüvenden yoksun, erkeğe bağımlı kalmaktan başka seçeneği yoktur. Küçük çocukların zihinsel gelişmeleri ile kadının eğitim düzeyi arasında sıkı bir bağ olduğu araştırmalarla kanıtlanmıştır. Eğitim düzeyi düşük, özgüvenden yoksun, özerk ve özgür düşünemeyen kadınların yetiştirdikleri çocuklar zihinsel yetileri, özgüven ve özerklik duyguları bakımından görece eksik kalmaktadır. Düşük sosyo-kültürel toplum kesimlerinde verilen özel eğitim desteği ile bilgi ve becerileri artırılan eğitimsiz annelerin, küçük çocuklarını daha özgüvenle yetiştirdikleri; bu çocuklarda algılama, anlama, öğrenme yetilerinin daha hızlı geliştiği deneysel olarak da gösterilmiştir. Özgüven ve özerlik duygusundan yoksun, dünyaya kapalı, bağımlı bir annenin özgüvenli, öğrenmeye meraklı, dünyaya açık, bağımsız, girişken çocukları nasıl yetiştirebileceğini sormamız gerekir. Anne-çocuk ilişkisi ve çocuk gelişimiyle ilgili bilimsel çalışmalar bunun olamayacağını gösteriyor. İslam toplumlarındaki geri kalmışlığın ikinci önemli etkeninin bilimin gücü yerine inancın gücüne öncelik verilmesi olduğunu belirtmiştim. İnsanların büyük çoğunluğunun üstün bir yaratıcıya, bir dine inanma gereksinimi olduğunu biliyoruz. Ama, insanın sürekli soruşturan; evreni, evrimi, yaratıcı gücü, her şeyi araştırmak, tanımak isteyen yanını da bilmek gerekir. Bir toplumda bilimsel düşünce yetisinin, bilimin gelişebilmesi, yaygınlaşabilmesi, o toplumda yetişen kişilerin özgüvenli, soru soran, öğrenmeye meraklı, dünyayı tanımaya çalışan özerk benlik duygusu olan bireylerin çokluğuna bağlıdır. Çeşitli korkutma, utandırma, günah ve suçluluk duygusu aşılayan geleneksel ya da dinsel baskılarla, daha çocukluktan beri soru sormamayı öğrenen, anlamadan ezberlemeye zorlanan, merak duygusu söndürülmüş bireylerin bilime değer vermeleri, bilim insanı olmaları beklenemez. Kadınlarını bilisiz, özgüvenden yoksun bırakan bir ülkede, aile içinde, okulda eğitim, özellikle de din eğitimi anlamadan ezberlemeye dayandırılırsa; soru sormayı, akıl yürütmeyi, araştırıcı olmayı özendirmeyip kısıtlarsa, bilimsel düşüncenin, bilimin o ülkede gelişebileceğini düşünmek fazlaca saflık olur.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|