|
|
Bahar Gelmiş Neyime (2)Kategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 29 Mart 2009 01:26:41 Bu satırları okuduğunuz sıralar Türkiye'deki yerel seçimlerin sonucu belli olmuş olacak. Dünya halâ mâlî kriz içinde kıvranıyor, ABD'nin başına hem rengi koyu, hem de gerzek Bush'tan sonra insana oh dedirtecek zekâda bir başkan geçmiş, Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopteri düşmüş, ben de kalkmış, bahar bayramıyla, Nevruzla falan uğraşıyorum.
Bahar başıma mı vurdu derseniz, buralarda ilkbahar da değil, sonbahar… Yok, henüz bunamış ta değilim. Bu yaptığımın da bir mantığı var, yazılanları üçbuçuk kişi de okusa… Sovyetlerin mevta oluşunun ardından iskemlesinde sosyalizm raptiyesi olanlar ivedilikle sosyalizmin de “sizlere ömür” olduğunu cümle âleme ilân ettiler, biliyorsunuz. Sosyalizmin temelinde yatan sınıf analizi, kapitalist toplum içindeki ana çelişkinin sermaye-emek çelişkisi olduğu fikri de Sovyetlerin tabutuna konup üstüne bol toprak atıldı. Onun yerine insanların farklılıklara olan tepkisi, kuşkuları, güvensizlikleri, hoşgörüsüzlükleri körüklendi, su yüzüne çıkarıldı, asıl çelişkinin gündeme bile gelmemesi sağlandı. Irkçılar “benin ırkım seninkini döver”, dinciler “benim dinim seninkinden daha essah”, hepsi kapitalist düzeni savunan siyasî partiler “benim partim bir yana, ötekiler bir yana” demeye başladılar. “Uygarlıklar çatışması” diye bir kavram sınıf çelişkisini gündemden kovaladı. Bendeniz, karınca kararınca sizlere yaratılmak istenen bu yapay farklılıkların aslında birbirinin benzeri, devamı ya da kozmetik ameliyat geçirmiş değişik biçimleri olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bugün “üç büyük din”den söz edenler her nedense bunların dışında kalan Asya dinlerini göz ardı ediyorlar. Yakın geçmişe dek Asya ülkelerinin ekonomik gücü olmadığından dinleri de, felsefeleri, hayat görüşleri de “uygar Batı” tarafından hep gözardı edilmiş. Bugünkü düşünce sistemimizi belirleyen bu “üç büyük din”in üçü de Orta Doğu, Mezopotamya kaynaklı. Konuya bahar bayramı ile başlamıştık. Nevruz, veya Kürtlerin “w” aşkıyla söyledikleri biçimiyle Newroz doğanın uzun kış uykusundan sonra uyanışının kutlanması. Yine tarihe dönersek, bugün bizim halâ kullandığımız “Nisan”ın adı bile Babil’e dayanıyor. 1 Nisan Asurluların kutladığı yeni yıl bayramı. Museviliğin Yahudiler Babil’e sürüldükten sonra tam bir din olarak ortaya çıktığı unutulmamalı. Tevrattaki bir öyküye göre Firavun’un Yahudilerin ilk doğan çocuklarının öldürülmesini buyurması üzerine Tanrı Yahudilerin evlerine kuzu kanı sürüyor ve bunu gören Firavunun adamları o evi es geçiyorlar (passover). Sonunda Sayın Musa’nın ısrarı üzerine Firavun İsrailoğullarını serbest bırakınca alelacele kaçıyorlar ve ekmeklerini mayalamaya bile fırsat bulamıyorlar. O nedenle buna “Hamursuz” bayramı deniyor ve 15 Nisan’da Museviler mayasız ekmek yiyerek bu günü anıyorlar. Olay yine 21 Mart ile 6 Mayıs aralığına denk geliyor. Bu aralığın değişik inançlardaki ortak yanı hep bir kurtuluşu, doğanın kışın ölüp baharda dirildiği gibi hep bir yeniden canlanışı, ölüp ölüp dirilmeyi simgelemesi. Sayın İsa’nın doğum gününün kilise tarafından gün dönümüne (günlerin uzamaya başladığı Aralık gününe) alınmasının da simgesel olarak “artık karanlık günler bitiyor, aydınlığa kavuşacağız” gibi bir anlamı var. Paskalya da Hıristiyan efsanesine göre Sayın İsa’nın öldükten sonra dirilmesinin yıldönümü. Bunun da yine Nisan ayına denk getirilmesi rastlantı değil. Bu dinlerle alışverişi olmayan “paganlar”, Zerdüştler zaten baharın gelişini Nevruz gibi şenliklerle kutluyorlar, “biz de Sayın İsa’nın öldükten sonra dirildiği masalını buna denk getiririz, onları da dinimize bağlarız” açıkgözlülüğü var işin içinde. Yumurta simgesi de buna gayetlen uygun. Cansız görünen birşeyin (yumurtanın) içinden bir canlı çıkıyor, doğa canlanıyor, Sayın İsa öldükten sonra diriliyor. Şimdilerde bu yumurta çikolatadan yapılıyor, bol bol çikolata yumurta alıp yiyerek can çekişen kapitalist eknomiyi canlandırmak tüketici olarak hepimizin üzerine düşen en büyük görev. Ortadoğuda bunlar olurken biraz ötedeki İran’da Zerdüşt dini zaten binlerce yıllık bir dinmiş. Bu dinin yaklaşık 3500 yıl önce Orta Asya bozkırlarında ortaya çıktığına inanılıyor. Tarihçiler Hindistan’dan Ege’ye uzanan bölgede M.Ö. 6. yüzyıldan M.S. 7. yüzyıla kadar hâkim olan bu dinin o “üç büyük din”i büyük ölçüde etkilediğini söylüyorlar. Örneğin evrenin 7 günde yaratıldığı efsanesi Zerdüştlerden alınma. Ama alıntı yapılırken işi biraz karıştırmışlar. Zerdüştler evrenin 7 “aşamada” yaratıldığını söylerken bu “üç büyük din”de 7 gün olarak algılanmış. En son yaratılan şey de ateş. Orta Asya’nın ve İran dağlarının soğuğunda hem ısınmak için, hem de hayvancılık yapan bu insanların eti pişirmeleri için ateş kutsal bir konum kazanıyor. Ve o zamanlar kibrit, çakmak falan olmadığı, ateş yakmak çok zahmetli bir iş olduğundan ateşin söndürülmemesi gerekiyor. Bugün bile dilimizdeki “ocağını söndürmek” deyimi bununla ilintili. Yer ve Gök tanrıları var, Güneş ve Ay tanrıları, Rüzgâr tanrıları var, öldükten sonra gidilecek bir “ahiret”e inanç var. “Yeni Gün” anlamına gelen No-Ruz ilkbahar ekinoksuna (gündüzle gecenin ilkbaharda aynı uzunlukta olduğu ve ondan sonra günlerin uzamaya başladığı nokta) denk geliyor. Ölüp ölüp dirilmek doğanın düzeni olarak görüldüğünden kışın ölen doğanın ilkbaharda canlanması da (tabii yine kuzey yarı kürede) buna uyuyor. Zerdüştlük olsun, “üç büyük din” olsun, Orta Asya efsaneleri, Hint efsaneleri, Konfüçyüs olsun hepsi insanlığın ortak kültür mirası. Hepsi birbirinden etkilenmiş, o günün toplumsal ve ekonomik koşullarına göre değişmiş, evrimleşmiş, evrimleşememişse yok olup gitmiş. Bunların içinden bir tanesini soyutlayıp almak, diğerlerine tu kaka demek kimin ekmeğine yağ sürüyor diye düşünsek nasıl olur derim.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|