|
|
Çin MacerasıKategori: Yaşam | 2 Yorum | 27 Mart 2009 08:37:18 Çin'e yolculuğumuz Datça'dan başladı. Bir sabah karanlığında terkettik o güzelim Datça'yı, düştük yollara. İlk durak Bodrum'du, oradan İstanbul'a geçtik. Yola çıkmadan önce İstanbul'da biraz durmak istiyorum, her ne kadar benim İstanbul'umdan pek birşey kalmasa da geride!
Anadolu Kavağı hala muhteşem. 15 Ocak gecesi oradaydık, midyeciler, lakerdacılar, balıkçılar da hep oradaydı. Zaman donmuş aynı daracık sokaklar, güzelim evler. Hatta sokak köpekleri bile aynıydı, adları değişikti yalnızca ... Eğer bir gün cesaret edebilirsem benim İstanbul'umu da anlatırım size; örneğin Üsküdar-Kısıklı tramvaylarını, ya da Turan Emeksiz vapurunu, hatta mahalleden arkadaşlarım Toros,Karpis ve Koper'i… Olmadı bayram günleri Sarıyer'de bindiğim kayık salıncakları. Anlatacak o kadar çok şey var ki o günlerdenç Bir Moda Kadınlar Plajı örneğin. Ve onun o geleneksel Plaj Güzeli yarışmaları... Neyse ben size Çin Maceramızdan söz edecektim değil mi? Dilerseniz niye Çin’de idik oradan başlayayım. Kızımız Gözde 2008 Eylül'ünde Çin Halk Cumhuriyet'nin Henan eyaletinin Zheng Zhou (Cen Co) şehrindeki Hang Yuen Üniversitesi'nde İngilizce öğretmenliğine başladı. Çok heyecanlı idi, gittiği günden Çin'i çok ama çok sevmişti, o bizi biz onu deliler gibi özlemiştik. ve neden bilmiyorum, Çin Avustralya’dan da uzaktı sanki kafamızda. Yani taaaa Çin' e' gitmişti kızımız. Yalnız bırakmak olmaz. Güzel bir karşılama ile başladı Yeşilköy'den maceramız. Yanlışlıkla Qatar Havayolları'nın First Class kuyruğuna girdiğimizde ve bunu anladığımız an çıkmak istediğimizde bizi güler yüzle kabul ettiler First Class check-in'e . En önemlisi sevgili udumu da yanımda kabin bagaji olarak götürebileceğimi söylediler. (Hemen orada söz verdim elime bir para geçsin ilk işim Qatar Havayolları ile First Class’da gitmek olacak. Nereye olursa önemli değil). Havalara uçtum tabii, ama ondan sonra o kadar havalarda uçacaktık ki... Uçağımiz zamanında kalktı, bizim havaalanında Arap sandığımız garip giysili, sakallı kişiler Türk çıktı. Araplar koltuklarında otururken onlar uçak koridorunda 5 li namazlar kıldı. O sırada biz güneye doğru mu uçuyorduk acaba diye düşünmedim değil. Qatar havaalanına indik, seyahat acentamız o kadar iyi çıkmıştı ki otel falan hak getire. 8 saat 15 dakika süreyle sıkıntıdan patlamamak için Arapça öğrenmeye karar verdik. Dile getiremesek de 1 den 10 a kadar tüm Arap harflerini yazmayı, okumayı öğrendik. Ha bir de 'Gates' yani kapılar. Allahtan kapıların numaralarını hem Arapça hem de Latin rakamları ile yazmışlardı da öğrenmekte çok güçlük çekmedik. Alandaki bir gezim sırasında o free shopun parfüm reyonundan çıkıp öbürününkine daldığımda, test için ayrılan parfümlerin hemen hepsini deneme şansını buldum. Chanel 5 in üzerine sıktığım Ivv Saint Lauren nasıl bir etki bıraktı bilemiyeceğim ancak, bileklerimin içi tam üç gün boyunca tüm kokuları muhafaza etmekte hiç zorlanmadı. İnanılmaz kıyafetli müslüman kadınlar gördüm, ama hiç biri türbanli değildi. Türban tam bir Türk uydurması, bunu da gözlemlemiş oldum. Bazı peçeli kadınların yüzleri, alınlarındaki saç diplerinden çene altlarına kadar örtülü idi nasıl yollarını bulup da yürüyebildiklerini anlamasam da onların adına inanılmaz üzüldüm. Bize bunlar kim bilir ne kadar özeniyorlardır diye düşündüm. En azından bizler yürürken önümüzü görüyorduk. Ama içtenlikle söyliyeyim ki o tepeden tırnağa kapalı kadın bile, bizim kafaları bohçalı pardisülülerden çok daha şık ve zarif duruyordu. Ha bu arada benim Yeşilköyde Arap sandığım Türkler, havaalanının bekleme salonlarından birirnde yine toplu namaz kılmaya kalktılar ancak üniformalı bir görevli tarafından uyarılarak, havaalanı mescidine gönderildiler. Gecenin asıl olayı sigara içenler için ayrılmış salonda yaşandı! Genellikle erkek ağırlıklı olan salon, gece yarısından sonra kadınların baskınına uğradı. İki gariban erkek , birden 9-10 kadının arasında kalıverdi. Birbirlerinin ne dillerini ne dinlerini bilen bu kadınlar, sözleşmiş gibi, aniden bu adamlara öyle bir bakmaya başladılar ki, adamlar inanılmaz rahatsız oldular. Rahatsız olmakla da kalmayıp sigaralarını bile bitiremeden salondan kendilerini dışarıya zor attılar.(Yaşasın bu benim ilk erkek tacizim oldu!) Haa bu arada unutmadan, Qatar uçağında viski servisi var ve havaalanlarının tuvaletleri de alafranga. Neyse sonunda 8 saat 15 dakikalık kültür alışverişinin sonuna geldik ve Hong Kong' a doğru uçuşa geçtik. Hong Kong' a inince biraz rahatladık. Şencen'e doğru yola çıktık. Şencen' e vardığımızda otobüsten indik, uzunca bir pasoport kuyruğunun ardından resmen Çin Halk Cumhuriyeti'ne giriş yaptık. Gümrükten, Ulus-Yenimahalle minibüslerini andıran minibüslerle Şencen Havaalanı'na doğru yola çıkacağız ama çıkamıyoruz ki... Anlıyoruz ki ha Türk ha Çinli hiç farketmiyor, minibüs şöförleri minibüsün dolduğuna bir türlü ikna olamıyor! Sonuçta balık istifi şeklinde kucak kucağa havaalanına gelebildik. Orada anlaşabilmek kabus gibiydi. Bir telefon kartı alana kadar canım çıktı. Ama onu da kullanamadım. Bize iletişim kurmanın ancak %30 u lisandır diyen TAFE deki sevgili İngilizce hocalarımıza selam olsun. Aslında onların hiç Çin'i ziyaret etmediklerini de böylece anlamış olduk. Yani öyle vücut dili falan hep hikaye, en azından Çin'de sökmüyor... . Şencen’den bir başka uçağa binip iki saatlik bir uçuştan sonra Cen Co’ ya yani Zheng Zhou’ ya vardık. Gözde, üniversitenin rektör yardımcısının arabası ile gelmişti bizi karşılamaya. Biz geliyoruz diye incelik göstermiş, şöförünü ve İngilizce konuşabilen bir görevlisini Gözde ile birlikte bizi almaları için hava alanına yollamış. İyi ki de öyle yapmış, havaalanı ile Gözde’nin evinin arası 45-50 dakika sürüyor. Ne Gözde ne de biz hala kavuştuğumuza inanamıyor iki dakikada bir öpüşüp duruyorduk. Sonunda eve geldik. Ev ilginç. Çok eski bir bina, sanki son Dünya savaşından kalmış gibi ama öyle bir karakteristiği var ki etkilenmemek imkansız. Ertesi sabah erkenden Arthur geldi. Adı Arthur ama kendisi Çinli. Bize rehberlik yapacak. Arthur ile ilk nereyi ziyaret ettik dersiniz? Karakolu. Meğer 24 saat içinde polise bildirmeliymişiz gelişimizi. Sonra da yine Rektör Yardımcısının konuğu olarak adımıza rezervasyon yapılmış bir otele öğle yemeğine gittik. Kendisi Çin Yeni Yılı tatilinde memleketine gittiğinden onun yerine yine Arthur ağırlayadı bizi. Yemekler ilginçti. Ben en çok sarımsaklı, buharda pişirilmiş havuç ile nüdul yedim bir çeşit şehriye bu da ama içinde öyle hayvan et falan yok. Bir de hoşgeldik içkisi içtik adı Bay Jo. Saf alkol müydü neydi inanılmaz sert bir şey, likor kadehleri gibi küçük kadehlerde içiyorlar. Mideye barut gibi iniyor, gözler falan yaşarıyor. Akşama da Gözde nin öğretmen arkadaşlarından ikisi bizi yemeğe çıkardı. İkisi de ingilizce öğretmeni, biri Avustralya’lı diğeri Polonya’lı. İki Dünya güzeli kız. Kızlar güzel de ben yine aç kaldım. "Bu ne?" diye koklamaktan pek bir şey yiyemedim ki... Şimdi Çin izlenimlerime geçiyorum. Burası atmosferi çok farklı bir ülke. Hiçbir yere benzemiyor. Hemen herşey çok eski ama bir yandan da gök delenler var inşaat halinde. Öyle geleneksel, eteklerini yukarı kaldırmış çatılı evler pek yok burada. İnsanlar inanılmaz güler yüzlü. Hele bir yola çıktık, Moğol İmparatorluğu'nda Marco Polo gibiyiz. Herkes bize bakıyor, biz de onları Nİ HAV diye selamlıyoruz. Bu arada bir dolu Çince sözcük öğrendik. Örneğin teşekkür ederim demek ŞE ŞE, birşey değil BUKACI, kırmızıya HONG sarıya HUAN, yeşile de LU diyorlar. DEBUCCI ise özür dilerim. Çok dost canlısı insanlar boyuna seninle konuşuyorlar ve sen tebessüm ederek VOBUDONG DEBUCCİ diyorsun. Yani "özür dilerim anlamıyorum". Ama bu bile onları seninle konuşmakan vazgeçirmeye yetmiyor.Ve başlıyorsun tebessüm etmeye. Aklıma Avustralya’daki ilk günlerimiz geliyor. Kim ne desin hiç anlamasam da tebessüm eder ve YES derdim. Bazen de YEEE... Trafik ilginç ötesi.. Burada araba kullanmadan insanları İstanbul' a göndermemek gerek. Çünkü kimse hiç bir kurala uymuyor, ama lambalar da öyle. Aynı anda herkese yol veriyor. Türkiye’den farkı insanlar hiç sinirlenmiyorlar. Herkesin yüzünde bir tebessüm, sakin, mesut gezip duruyorlar. Eğer çok kızmışlarsa karşıdakinin suratına uzuuun uzun bakıyorlar. Ama öyle kötü kötü falan değil. Hiç mi tuhaf yanları yok? VAR. İnanılmaz bir şekilde yere tükürüyorlar. Şimdi diyeceksiniz ki "Türkiye de sanki tükürmüyorlar mi?" Hayır böylesi tükürmüyorlar. Kadın, erkek, çoluk, çocuk herkes tükürüyor, lamalar gibi. Gezdiğimiz müzede bile 'sigara içilmez' işaretlerinin yanında bir de 'tükürülmez' işaretleri var. Sokakta en çok duyduğunuz ses HAAAAK TUUUUU. Ama biraz da güzel şeylerden söz edelim. Bir gün kendimizi şımartmaya karar verdik, masaja gittik. Tek kelime ile muhteşemdi. Ayak ve vücut masajı tam iki saat sürüyor, bu arada size sürekli yeşil çay servisi yapılıyor, sonunda kuş kadar bir para ödüyorsunuz. Kuş dediğim de serçe. Sonuçta adamlara gerçekten de üzülüyorsunuz, insan emeği bu kadar ucuz olmamalı. Oysa onlar öyle mutlu gorünüyorlar ki . "Yoksa tuhaflık bizde mi?" diye düşünüyor insan. Yemek başlı başına bir sorun, en azından benim için. Neyin içinde ne var, ne tahmin edebiliyorsunuz, ne de sorabiliyorsunuz. Yani iş bir Nİ HAV ile hallolacak gibi değil. Bir de acayip paranoyak bir görünüm sergiliyorum burada. Örneğin bir Çin'li yanında kedi ya da köpek görmeye dayanamıyorum. Sanıyorum ki onu pişirmeye götürüyorlar. Gözde, her ne kadar "Ya anne baksana çok pahalı bir köpek bu, hiç olur mu" dese de bir türlü ikna olamıyorum. Hep aklıma Hansel ile Gretel masalı geliyor. Acaba besleyip semirtip de öyle mi yiyecek gibi bir sürü saçma sapan düşünce kafamda dört dönüyor. Sonra traji komik bir sahne canlanıyor gözümün önünde. Diyelim ki Türkiye’de de böyle köpek yeme adeti falan var, ev hanımlarının altın günleri, "ay şekerim bizim çocuklar Golden Retriver dışında köpeğe ağızlarını sürmez. Vallahi verdiğim paraya acıyorum. Bazen sürüveriyorum sokak köpeklerini önlerine, biraz sosla falan kurtarıyorum durumu. Oturup bir güzel Golden diye yiyiyorlar." Yavaş yavaş kaçırıyorum mu ne? Ben bu kadar tedirgin olunca Arthur beni rahatlatıyor. Çin Hükümeti 10 yıl öncesine kadar halkın evcil hayvan beslemesine izin vermiyormuş. Ancak yasa 10 yıl önce değişmiş, bir çok Çin'li evcil hayvan sahibi olmuş, onları çocukları gibi seviyorlarmış. Aslına bakarsanız İsviçre'de özel kedi - köpek lokantalarının olduğunu da bu arada öğrendim. Demek insan bu. Nerede olursa olsun değişmiyor. Vahşet küresel boyutta yani. Çin alfabesi kabus gibi bir şey. Binlerce karakter var. Okur yazar olmak yetmiyor, yazınızın okunaklı olması için iyi bir ressam olmanız da şart. Tam dört yılda öğrenilebiliyormuş, o da şöyle böyle. Bir üniversite öğrencisi mezun olduğunda dört bin karakter biliyormuş, ancak orta boyutta bir gazete altı bin karakteri içeriyormuş. Yani sen üniversiteyi bitir gazete bile okuyama. İnanılır gibi değil. Türk olduğumuzu Çin'de de saklıyoruz, çünkü Türk olduğumuzu öğrenince hemen soruyorlar "Ne olacak bu Uygur Özerk bölgesinin hali?" Çin’de her yere taksi ile gidiyoruz. Otobüse binip de şöföre "bilmem nereden geçiyor musunuz?" diye sorma lüksümüz kesinlikle yok. Ancak çok güzel bir şekilde Nİ HAVlıyoruz, o kadar. Gözde, durumu kurtaracak kadar sökmüş Çin'ceyi ama her durumu değil tabii. Bir keresinde bir taksi çevirdik, adam durdu, biz arabaya arka kapıdan girerken o ön kapıdan dışarı çıktı, bir şeyler söyledi, koşa koşa bankaya gitti. Biz hemen yoruma başladık tabii 'Hımmm adam dedi ki benzin bitti para çekip geliyorum" "Yok yok adam maaşını almak için girmiştir bankaya bu gün cuma ya..." Uzun bir bekleyişin ardından şöförümüze kavuştuk, Gözde gideceğimiz adresi verdi vermesine ama adam boyuna bir şeyler söyleyip gülüyor. Biz de tabii. Taksimetreyi de açmıyor ama biz bu arada gidiyoruz. Hem de güle oynaya. Baktık ki bir şeyler ters gidiyor, Gözde hemen İngilizce öğretmeni olan Çin’li bir arkadaşını aradı cepten. Onunla konuştuktan sonra telefonu şöföre verdi. Geri aldığında arkadaşını dinleyip bize döndü ve "hemen inmeliyiz, adamın mesaisi bitmiş evine gidiyormuş." dedi. Yine karşılıklı kahkahalarla indik arabadan. Bir araba dolusu ŞE ŞE ve DEBUCCİ nin ardından tabii. Bu da bizim Çin Halk Cumhuriye'tinde gasp ettiğimiz ilk ve son taksi oldu. Çin Yeni Yılında, Çinli’lerin kötü ruhları kovma yöntemleri hayli gürültülü oluyor. Kötü ruhlar en iyi havai fişeklerle kovuluyor sanıyorum. Her yerde havai fişekler atıyorlar, ama nasıl atmak, evlerinin balkonlarından bile. Savaş gibi bir şey, her yerde bir şeyler patlıyor. Öyle ki bir an kötü ruhlardan yana bile olabiliyorsunuz. "Ne yani onların canları yok mu" falan diye. Orada kaldığımız süre içinde, havai fişeklerden ve onun yarattığı dumandan göz gözü görmedi desem inanın ki abartmış olmam. Tabii hava kirliliğinden söz bile etmiyorum. Evet yaşadığımız kadarı ile Çin çok ilginç bir yer. Çinli’ler harika insanlar. Çok çalışkanlar. Herkes işini inanılmaz bir ciddiyet içinde yapıyor. Çöpçüler bile, en temiz bölge onlarınki olsun diye uğraşıyor sanki. Yüzlerinden gülücükleri hiç eksik değil. Anlaşamasanız da onlar konuşmaya, size yardımcı olmaya kararlı. Avustralya'ya Odaliya, Türkiye'ye Tuvarçi diyorlar. Her gittiğiniz yerde size yeşil çay ya da sıcak su ikram ediliyor. Bu o kadar yaygın ve olmazsa olmaz ki, havaalanının pastanesinde soğuk su istediğimizde, kahveyi de mi soğuk tercih edeceğimizi sordular. Çin de eski ile yeni içiçe. Tıpkı binalar gibi ağaçlar da çok yaşlı. Bu ne güzel bir şey! Ağaçlar fidanken dikiliyor sonra da ecelleri ile ölüyor olmalılar. Çünkü ne inşaatı yapılırsa yapılsın ağaçları rahatsız etmemeye özen gösterildiği çok açık. Camınızı açtığınızda, önce ağacın kocaman iki yana açılmış, sizi kucaklamaya hazır dalları giriyor evinize. Çin'e yeniden gitmek ister miyim? Elbette. Ama bu kez daha geleneksel bir bölgeyi tercih ederim sanırım. Şehirleşmemiş Çin’lileri ve onların nefes kesen doğal güzelliklerini daha yakından görüp onları daha çok sevmek için. Şule Sencer Töreci Mart 2009 Tasmania
YorumlarHayriye
{ 18 Eylül 2009 17:48:13 }
Inanilmaz guzel yaziyorsun. Bu yazinin devami gelmeli..
Sevgiler... nihat ziyalan
{ 06 Nisan 2009 05:07:10 }
ÇİN GEZİSİ SÜRMELİ
Diğer Sayfalar: 1. KOSKOCA ÇİN GEZİSİ BİR YAZIYLA BİTMEMELİ. DAHA AYRINTILI, ZİNCİRLEME YAZILAR. BİR DE DÖNDÜKTEN SONRA GÖZDE ÖZLEMİ LÜTFEN ŞULE. TASMANYA NE ZAMAN BAŞLIYOR? ORADA NELER YAPIYORSUN. NEDEN TASMANYA? ÇOK GÜZEL YAZIYIRSUN. SÜRDÜRMELİSİN. SYDNEY'DEN DOSTLUKLA. NİHAT
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|