|
|
Suyun sömürüyü kaldırma kuvveti var.Kategori: Çevre | 0 Yorum | Yazan: A Yorum | 16 Mart 2009 07:57:36 Biz suyun yanındayız. Dünya üzerinde yaşanan kapitalist kriz karşısında sermaye, devletleri göreve çağırıyor. 2009 yılı seçimlerinin hemen sonrasına yatırım yapan devlet ve sermaye, kapitalist yıkımın getirdiği dünyanın bedelini ödememek için küresel önlemler almaya çalışıyor.
Ancak kâra dayalı üretimin ve metalaştırmanın getirdiği yoksullaştırma ve ekolojik krizi aşabilecek bir önlem görünmüyor. Buna karşın dünya çapında milyonlarca insan işsiz ve güvencesiz bırakılıyor. Devletlerin piyasa mekanizmalarına müdahale ederek şirketleri kurtarması için önlemler hayata geçiriliyor. Dünyanın doğa zenginliklerinin hızlı bir biçimde şirketlerin egemenliğine geçmesi için bölgesel politikalar geliştiriliyor. Su, enerji ve gıda üzerinde şirketlerin dünya üzerinde tam bir egemenlik kurarak daha fazla kâr elde etmelerine yönelik politikalar, sermayenin dünya çapında kapsamlı bir sınıf savaşına hazırlandığının göstergesi. Bunun karşısında ise emek örgütlerinin işsizleştirme, güvencesizleştirme ve yoksullaştırmaya karşı acil önlemler alması bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Su Kanunu Geliyor Devletlerin daha etkin müdahale biçimleriyle kapitalist yaşamı ayakta tutması gerekliliği vurgusu, Dünya Su Forumu ardından, Su Kanunu’nun çıkarılması ile bir kez daha ete kemiğe bürünecek. Bu kanun, suyun yönetimi, mülkiyeti, nasıl kullanılacağı ile ilgili köklü bir dönüşümü gündeme getiriyor. Yaklaşık on yıldır bu değişim gündemde. Su varlıklarının önce devlet elinde kaynak haline getirilmesi sonra da şirketlere ve pazara bir mal olarak sunulması için hazırlıklar nihayete erdirilmek üzere. Kanun hazırlıkları uluslararası su danışmanlık şirketlerinin talimatlarıyla sürdürülüyor. Meksika Ulusal Su Kanunu, Fransa Su Yönetimi Mevzuatı vb. düzenlemeler bu kanunun hazırlıklarında kullanılıyor. Tabii Avrupa Birliği Su Politikası Raporu gibi belgelerle de bu “güzide çalışma” taçlandırılıyor. Kanun çalışmasının amacı, aşırı nüfus ve kentleşme baskısı altında su varlıklarının korunması olarak takdim ediliyor. Ancak, hazırlanan metnin hiçbir yerinde su varlıklarının korunması ile ilgili bir değinmeye rastlamak mümkün değil. Bununla birlikte Maden Kanunu ile su havzalarını tarumar eden, vahşi maden arama faaliyetlerinin önünün alınmasına yönelik caydırıcı bir düzenleme yok. Kapitalist kentsel politikalar ile yağmalanan su, orman havzaları, göller ve nehirlerin korunmasına ilişkin önlemler de bu kanun tasarısında yer almıyor. Kanun tasarısı, su varlıklarının, devletin su işleri müdürlüğü elinde biriktirilerek kaynak haline getirilmesi, bu kaynağın dökümünün çıkartılması, şirketlere tahsisi, işletilmesi; kent ve kır su hizmetlerinin piyasalaştırılmasını sağlamaya yönelik. Ama bunun yapılabilmesi için de su hukukunda ve mülkiyet rejiminde köklü değişimler öngörülüyor. Diyelim ki, bir arsa veya arazi satın aldınız, bu kanun tasarısına göre bu arazinin altındaki su varlıklarının mülkiyeti, arazinin sahibine ait değil. Bu, tarım alanlarında yaşayan milyonlarca insanı yakından ilgilendiren bir hak gaspı. Daha önceden tohumun patentlenerek şirketlerin denetimi altına girmesi ile suyun mülkiyetinin devlete, şirketlere geçmesi; insanın yeraltı ve üstündeki diğer varlıklarla bağını tamamen kopartıyor. Sermaye ve devlet, toprak diye bir parşömen kağıdı veriyor. Boş bir düzlem. Ne yeraltında ne de yerüstündeki varlıklarla ilişki kurma hakkınız var. Ama tabii bu yeraltından geçen suya bedelini ödemek karşılığında ulaşmanız mümkün. Tıpkı, kısır tohumları bir kereliğine kullanma özgürlüğünüz gibi. Su Hakkı Kolektif Bir Haktır Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nden Dublin Bildirgesi’ne kadar pek çok metinde, yeterli, kabul edilebilir, satın alınabilir bir haktır su hakkı. Bu belgelerin tamamında su hakkının temel unsuru, satın alınabilirliktir. Peki, satın alınabilirlik nasıl belirlenecek? Tabii ki arz ve talep ilişkisi içinde. Su hakkınız var ama satın alamadığınız zaman bu haktan siz kendi iradenizle yararlanmamış sayılıyorsunuz. İşte son otuz yılda yerleştirilen liberal zorbalık düzeni: Su haktır, ama öncelikle bir maldır. Su kanunu çalışmalarının arkasındaki mantık da budur. Bu hakkın uluslararası örgütler tarafından kurgulandığını görüyoruz. Bu kurgu su, gıda, enerji gibi kolektif hakları bireysel bir hakka indirgiyor ve soyutluyor. Bu anlayış kişiyi hem ait olduğu toplumdan hem de doğadan soyutlayarak metalaştırıyor, canlı bir bedene indirgiyor. Kapitalizmin kişileştirmesi tam da böyle bir şey. Kişi yalıtılarak pazarın içinde hem dolaşıma giriyor hem de mübadele değeri kazanan mallara ulaşma hakkına sahip oluyor. İnsanlar suya, enerjiye, toprağa bir mal olarak yaklaştıkça o malları yok etme hakkını da kendilerinde görür. Yaşamı korumaz, doğayla yarenlik etmezler. Bu durum, insanı ve doğayı tam anlamıyla niteliksizleştirmektir. İnsanın yeteneklerini ve geçim araçlarını çalmaktır. Doğanın kendini yenileyebilmesini engellemektir. Kişinin maddi ve manevi bütünlüğünü koruması, diğer canlılar ve toplumla kurduğu ilişki tarzına göre değişir. Yaşamı, bir sayaca bağlanmış rakamlar olarak görmeye başlayan bir ilişkiler kümesinin geçmişe ve kendine dair tüm saygı ve bağlılık kalıplarını kaybedeceğini görmek gerekir. Kısa sürede “en fazla rakamı elinde toplamak” yaşamın yegâne amacı haline geldiğinde, insanlığa dair hiçbir birikimimiz olmayacaktır. Sermaye; toprağı, suyu, gıdayı bizden çalarken, aynı zamanda toplumsal adalet, hakkaniyet, yaşama saygı kültürümüzü de yok etmektedir. Su kanunu süreci de bu anlamda insanın canlılık temelini yitirmesi yolunda bir adım olarak görülmelidir. Kapitalist su hakkı algısının yarattığa yanılgıya karşın, su hakkının ancak suyun hakkı ile mümkün olduğunu savunuyoruz. “Herkesin su hakkı vardır” önermesindeki herkes lafzı, insan dışındaki diğer canlıları da kapsayacak biçimde hayat bulmalı. Nehirlerin, ekosistemlerin, göllerin, bataklıkların yani suyun da yaşama ve varlığını sürdürme hakkı vardır. Bu hak, bir kişi ve/veya kurum tarafından tanınmasına gerek duyulmayan, canlılığın zorunlu sonucu olan içkin bir haktır. Bunu görmezlikten gelen herkes, suyun kaldırma kuvvetini tadacaktır. Su İçin Ekososyalist Politikalar AKP hükümetinin IMF ile masaya oturması, doların TL karşısında hızla değer kazanması, iç üretim hadlerinin gerilemesi, krizin 29 Mart yerel seçimlerinden sonra daha da derinleşeceğinin ipuçlarını sunuyor. Kasım ayından beri yoğun olarak devam eden işten çıkartmalarla birlikte, Türkiye’de çalışabilir nüfusun yüzde yirmiye yakını işsiz kalmış durumda. Bu kişilerin sosyal güvencelerini de işsiz kaldıktan altı ay sonra yitireceği gözetildiğinde haziran ayından itibaren, hiçbir güvencesi kalmayan ve işsiz milyonlarca insan yaşama savaşı verecek. Bu durum karşısında devlet, güvenlik reflekslerini ve önlemlerini de hızla arttıracak. Sermayenin yaşadığı krizi atlatabilmesi için, milyonlarca işsiz ve emekçinin sosyal ve siyasal talepleri görmezden gelinmeye devam edilecek. Tasarruf ezberleri yeniden gündeme getirilecek. Devlet ve toplumun bu zor günlerde bir arada davranması salık verilecek. Hastane kapılarında sürünenler sürünmeye devam edecek. Sermaye düzenini ayakta tutmaya yönelik her girişim geri tepecek. Su ve gıdaya erişemeyen milyonlarca insan sağlık sorunları ile boğuşacak. Ülkenin daha fazla ormanı, daha fazla kıyısı, daha fazla denizi yağmanın bir parçası olacak. Bu yıkım politikasının karşısında emeğin ve doğanın her türlü direniş politikasının geliştirilmesi ve toplumun kendi kendini yönetebilir ve üretebilir kılması için birlikte mücadele zeminlerimizi geliştirmemiz gerekiyor. Kriz karşısında işten çıkartmaların yasaklanması, işyerlerinin toplumsallaştırılması temel mücadele ekseni olarak kabul edilmeli. Bu eksende, herkesin sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesine ve ulaşabilmesine yönelik tedbirlerin hayata geçirilmesi gerekir. Su, enerji ve gıdanın ücretsiz olarak işsiz ve yoksullara temin edileceği mekanizmalar kurulmalıdır. Tüketici kredileri ve çiftçi borçları silinerek, tarımsal üretimi ekolojik tarzlarda geliştirecek desteklemeler sağlanmalıdır. Türkiye’de devletin ve özel kişilerin elindeki konut stoku evsizlerin ve kiracıların hizmetine sunulmalıdır. Sermaye vergilendirilerek, gıda, su ve enerji açığı yaşayan kişiler desteklenmelidir. Savaş ve silah alımları için ayrılan bütçe, sağlık ve eğitim fonlarına aktarılmalıdır. Demokratik kitle örgütleri dayanışma mekanizmalarını geliştirerek, farklı imece ve dayanışma tarzları ile temel hizmetlerin karşılanması için birlik zeminlerini geliştirmelidir. Ulaşımda kara ve hava taşımacılığına ayrılan bütçe derhal doğa varlıklarımızın geliştirilmesine aktarılmalıdır. Sulak alanlarda, orman ekosistemlerinde, tarımsal bölgelerde ve savaş coğrafyasında yeni bir göç dalgası yaşanmaması, krizin sonuçlarının derinleşmemesi için su, orman ve kıyı ekosistemlerine şirketlerin müdahalesi engellenmelidir. Sağır Kulaklara Bir Haykırış İşten çıkartmalar, çalışma saatlerinin uzatılması, güvencesiz çalıştırmalar, 2B arazilerinin satılması, orman alanlarının turizm ve maden şirketlerine yağmalatılması, Kyoto Protokolü ile havanın meta haline getirilmesi sermayenin krizini çözmeyecek. Banka kurtarma operasyonları, artan devlet müdahalesi, piyasanın görünmez elini daha da azgınlaştıracak. Bu nedenle, yirmi birinci yüzyıl kapitalizmi, dünya ölçeğinde yarattığı mezarlığından çıkamayacak. Ama önemli olan bizim nasıl bir dünya devralacağımız, nasıl bir dünyada yaşayacağımız. Şimdi tam da bu nedenle emeği ve doğayı birlikte özgürleştirmek için daha fazla düşe ve daha fazla yüreğe ihtiyacımız var. Sağır kulaklara sesleniyoruz: gerçekten suyun korunmasını amaç ediniyorsanız, kentlerde uyguladığınız imar politikalarından vazgeçin. Adil bir konut politikası uygulayarak, su havzalarını yapılaşma baskısından, imar rantlarından kurtarın. Su havzalarını turizm ve maden şirketlerine kapatın. Büyük şehirlerde toplumsal zenginliğin sahibi sermayeyi vergilendirerek, su bütçesi yaratın ve yoksulları nitelikli su hizmetlerinden ücretsiz yararlandırın. Kentsel su yönetiminin karar mekanizmalarını topluma açın. Kırsal alanda, tarım işçilerinin, çiftçilerin örgütlenerek bilinçlenmesi için sendikalaşmasına olanak tanıyın. Tarım işçilerinin suyu koruması için, toprak, su ve tohumuna el koymayın. Vahşi sulama sistemleri yerine, genel bütçeden tarımsal sulamanın iyileştirilmesi için bütçe yaratın. Su havzalarından, nehirlerden, göllerden su çeken kişileri caydırıcı cezalara çarptırın. Üreticinin, malını aracısız tüketicilere ulaştırabilmesi için kooperatifleri destekleyin. Su havzalarını ve habitatlarını parçalayan karayolu taşımacığı anlayışından vazgeçin. Dereleri kurutan, uygarlıkları yok eden hidroelektrik santrallerin kurulmasına izin vermeyin. Toplumsal adalet ilkesi etrafında su havzaları etrafında yaşayan halkların sosyal, ekonomik ve siyasal güçlerini artırın ve iç göçü engelleyin. Bölgesel yarar paylaşımı ilkesi etrafında, zenginliklerin paylaşılmasına yönelik su yönetimi yaklaşımlarını geliştirin. Güçlü devletlerden aldığınız ekonomik borçlarınızı, bu devletlerin ekolojik borçlarına sayın ve ödemeyin. Bu ülkelerin, susuz ülkeleri ekonomik ve sosyal olarak karşılıksız desteklemesine zorlayın. Su yönetiminde, özelleştirme uygulamalarından vazgeçin. Su tahsislerini durdurun. Suyu bir mal olmaktan kurtarın ve özgürleşin. Suyun kaldırma kuvvetine her direncinizin, elinizin daha derine batmasına neden olacağını unutmayın. Biz milyarlarca canlı, suyun yanındayız. Bunları, siz yapmayacaksanız; yol açın, biz yapacağız. Derelerimizin özgür akması, ekmek, su ve hürriyet için... Fevzi Özlüer Ekoloji Kolektifi (Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu Bileşeni) ve Kentsiz Üyesi
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|