|
|
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar GünüKategori: Ayorum Güncel | 2 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 08 Mart 2009 10:03:41 Ya da yaygın kabul gören adıyla Dünya Uluslararası Kadınlar günü. 8 Mart 1857'de, Amerika'daki dokuma işçisi kadınlar, daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek ücret için direniş başlatmışlar. Polis saldırıları sonucunda pek çoğu kadın 129 direnişçi yanarak ölmüş. İzleyen yıllarda Amerikalı kadınlar bu günü anmaya devam etmişler.
En hatırı sayılır anma ise 1908 yılında olmuş. 15, 000 kadın New York’ta bir yürüyüş düzenlemiş. İstekleri arasında oy hakkı da varmış. 8 Mart, 1910 yılında Uluslarası Sosyalist Kadınlar Konferansında, Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edilmiş. Sıkı durun! 1921 yılında Türkiye’de kutlanmaya başlamış. Yalnızca 12 Eylül darbesi ile dört yıl kadar kesintiye uğramış. Batı kültürlerinde ve sosyalist ülkelerde yaşayan kadınların 1857 den beri önemli haklar elde ettikleri, daha iyi çalışma, yaşam koşullarına sahip oldukları, uygulamalarda sorunlar olsa da yasalar önünde eşitlendikleri bir gerçek. Fakat bugün sahip olduğumuz hakların hiç biri bize altın tepsiyle sunulmadı. Dünyanın neresinde yaşarsak yaşalım, bir kadın olarak mutlu, özgür, erkeklerle eşit haklara, eşit değere sahip isek eğer, birileri bu haklar için kanını döktüğü, canını verdiği, direndiği, karşı çıktığı, baş kaldırdığı için oldu. Ve bizler, ayrıcalıklı kadınlar, çok küçük bir istatistik grubundayız. Sahip olduğumuz, keyfini çıkardığımız, kimi değerini anlayamadığımız koşullarımızı, haklarımızı dünya kadınlarının çoğunluğu düşleyemiyor bile. Hindistan’da her yıl yüz bin civarında kadının yanarak öldüğünü biliyor muydunuz? Büyük kısmı mutfak kazası olarak gösterilse de, bu kadınların, kızların ya kocaları, ya babaları, kardeşleri tarafından çeşitli nedenlerle yakıldıkları biliniyor. Bu yöntemle istenmeyen bir yaratıktan kurtulan erkekler, diğer kadınlara da göz dağı veriyor. Ya Afganistan’da her otuz dakikada bir kadının, doğum sırasında öldüğünü duymuş muydunuz? Nüfusu yalnızca 22 milyon olan bir ülkede, 14 milyon kişi 18 yaş altı. Üstelik her dört çocuktan biri beş yaşına varmadan ölüyor. Afganistan’da doğmak da doğurmak da zulüm. Tarih boyunca ve ne yazık ki hala, her savaşta, orduların top, tüfek dışında kullandıkları bir silah da kadınlara, çocuklara tecavüz değil mi? Tecavüz, karşı tarafın toplum yapısını bozmak, aşağılamak, moralini çökertmek için ateşli silahlardan daha etkili bir yöntem. Ama tecavüzü gerçekleştiren tarafın erkekleri döndüğünde, toplumları artık onlardan insanlık bekleyebilir mi? Savaşı yücelten zavallı uygarlığımızın erkeklerinin cinsel şiddete, bir savaş olmadan da ne kadar yatkın olduklarını sık sık unutuyoruz. Ayorum’da bir kadın arkadaşın barış içerikli ama kolay dillendirilemeyen düşüncelerle dolu yazısına gelen küfürlü iletiler gözümü iyice açmamı sağladı. Beğenmediği yalnızca bir düşünce bile olduğunda, bir kadına buraya alamayacağım kadar çirkin sözlerle ‘sana tecavüz’ ederim diyen erkekler yetiştiriyor toplumumuz. Bu erkekler bir savaşa girdiğinde daha neler neler yaparlar kimbilir! Ve bizler onları bekleyecek, onlar için üzülecek, geri döndüklerinde onlarla gurur duyacak kadınlar! Öyle mi? Bütün kadınlar, oğullarımıza, kocalarımıza, sevgililerimize, arkadaşlarımıza bir daha bakalım. Nasıl erkekler istiyoruz emin olalım! Peki, ilerde kocalarına sadık kalmalarını sağlamak için Kuzey Afrika’da ve Kuzey Irak’ta kızların sünnet edilmesi geleneğine ne diyorsunuz? Buna gelenek demek bile hem kadınlara hem de hayatın ta kendisine bir hakaret değil mi? Zulmü gelenek yapınca kabul edilir oluyor mu? Ve bugün dünyayı kanser gibi saran fuhuş çetelerinin, ağlarına düşürüp sömürdükleri yoksul, çaresiz, zavallılaştırılmış insanların çoğunluğunu da kadınlar ve çocuklar oluşturmuyor mu? Ne acı! Kadınların çaresizlikleri, çocukların sahipsizlikleri, kimilerine sermaye kimilerine de cinsel tatmin alanı oluşturuyor. Beni dehşete düşüren insanların çaresizliklerini kullanan timsahların olması değil, onları bulur, yakalarsınız. Beni asıl dehşete düşüren, fuhuşa sürüklenmiş kadınların, çocukların her mevkiden, yaşdan, her eğitim düzeyinden, her sınıftan erkek tarafından kullanılabilmesi. Bir fahişeyi ziyaretten sonra bu insanların bir şey olmamış gibi kendi hayatlarına, belki de ailelerine dönebilmesi. Kimbilir belki de birer ahlak abidesi olarak ortada dolaşmaları. Ya töre cinayetlerine ne demeli? Ben bir hukukçu değilim, sistemin nasıl işlemesi gerektiğine dair hiç bir öneride bulunamam. Ama namus cinayeti denmesi ya da töre cinayeti diye bir kavramın olması bile bir kadın olarak beni yaralıyor. Ve bir insanım. O yüzden töre buyurduğu için can alan, can aldıran her kişinin olabilecek en ağır cezaya çarptırılması gerektiğini, kimsenin töreye kurban edilmemesi için, devletin çok ciddi çalışması gerektiğini düşünüyorum. Öğretmenler, yerel idareciler, sağlık ve güvenlik görevlileri, din görevlileri, insan hakları üzerine bilinçlendirilmeli. Onların da halkı bilinçlendirmesi, eğitmesi için her türlü olanak sağlanmalı. Nerede töre bir tehdit oluşturuyorsa, böyle bir olasılık varsa, devlet bununla, tıpkı uyuşturucu ya da fuhuş çeteleri ile mücadele ediyormuşcasına ciddi önlemler alarak mücadele etmeli. Gerçi Türkiye’de devletin fuhuş ve uyuşturucu ile ne kadar ciddi, başarılı mücadele ettiğini bilmiyorum. Şöyle desem daha doğru olurdu. Türk güvenlik birimleri, bir zamanlar Türk solunu sindirmek, yok etmek için üstlerinden nasıl silindir gibi geçtiyse, işkenceye başvurmadan ama aynı ciddiyetle fuhuş, uyuşturucu ve töre baronlarının üstünden de geçebilir. Bunları söyledikten sonra, insanın tüylerini ürperten bir gerçeği vurgulamadan geçersem kendime ve bir sürü güzel insana ihanet etmiş olurum. Türkiye solu yok edilmeseydi, Türkiye halkı zaten şimdi bu kadar zavallı bir sefalet ve cehaletin içinde kıvranmazdı. Türkiye solu yok edilmeseydi, kadının özgürlüğü tartışmalarının odağına türban oturmazdı. Kadınların kimi, sırf toplumları tarafından saygı görmek, erkekler tarafından tacize uğramamak, kendilerini değerli hissetmek için kapanma yolunu seçmezdi. 8 Mart’ı dünya kadınlar günü olarak, 1857 öldürülen kadınlar anısına kutluyoruz. Kimse öldürülmesin. Kimse kendini ateşe atmasın. Kimse öldürmesin. Ama başımızı kumdan da çıkaralım. Ayrıcalıklı haklara sahip küçük bir grubuz. O haklarımızı ancak kendi küçük, ve gittikçe de küçülen toplumlarımızda kullanabiliyoruz. Türkiye’de bir kadın olarak, nasılsam öyle olarak, gündüz ya da gece, başım dik, gururlu, güvenli yürüyebileceğim sokak sayısı gittikçe azalıyor. Ama Melbourne’da da karanlık olduğunda, güven içinde yürüyebileceğim sokaklar yalnızca ıssız olmayan, iyi aydınlatılmış sokaklar. Dünyanın her yerinde, ‘kadın olmak’, insan gibi yaşayabilmek için mücadele etmek demek. Bazı ülkelerde, diğer ülkelerin kadınları için de mücadele etmemiz, en azından onların, koşullarının ayrımında olmamız gerekiyor. Anne olan, olmayan; fahişelik yapan, yapmayan; şiddete, tacize uğramış, uğramamış; evinde ya da başka bir işte çalışan tüm emekçi kadınları, hemcinslerimi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Hoşuma giden bir slogan. Ekmek de istiyoruz gül de. Ama haykırmak istiyorum. En çok en çok özgürlük istiyoruz. ÖZGÜRLÜK!
Yorumlarsaba
{ 11 Mart 2009 06:11:35 }
emine sevgi özdamar'ın haliçli köprü adlı çok hoş romanını okuyorum bu günlerde. romanın anlatıcısı genç kız almanya'dan türkiye'ye döndüğünde, istanbul'da vapura bindiği bölümü şöyle anlatıyor: aileler hep çocuklarına "iskele verilmeden sakın vapura atlamayın" derlerdi. ama ben eskiden yine de atlardım, atlarken arkadan erkek elleri de bacağıma çimdik atardı. vapur çok sallandığı için arkama dönüp onlara "eşek" diyemezdim. şimdi de vapura atladım ve yine biri arkadan bacağımı sıkıştırdı. ....... (vapurdaki) kızlara bakıyordum ve onlara da tıpkı bana olduğu gibi çimdik atıldığını biliyordum. bu yüzden kızlar vapurda suratlarını asıp oturuyor, avrupa yakasında vapurdan inerken kadınların ya da yaşlı erkeklerin önünde durmaya gayret ediyorlardı.
okudukça erkeklerin çoktandır unuttuğum davranışlarını anımsadım. dolu bir otobüse ya da vapura binmekten nefret ederdik. erkeklerin azıcık eğlenmek adına düşünmeksizin ya da kendini bir parça "erkek" hissetmek için yaptıkları bu türden hareketler kızların otobüs ya da vapur yolculuğunu son derece sevimsiz bir deneyime bazen de cehenneme çevirebilirdi. aynı erkek karısı, nişanlısı ya da kız kardeşiyle vapura bindiğinde ise hemen arkalarından yürüyecek, kollarıyla onları korumaya alacaktır. bu ne biçim bir anlayıştır? mustafa alagoz
{ 08 Mart 2009 23:51:08 }
İnsan kafasındaki bir takım düşünceleri atıp yerine yenilerini koyabilir, bu kolay. İnançları, elde ettiği olanaklara göre yaşam biçimi değişebilir; ancak benlik dönüşümü, anlayış değişimi öylesine güç ki. Feodal bir kültürün, hatta yer yer aşiret kültür yapısının ağırlıkta olduğu bir ortamda doğup büyümüş biri olarak kadın konusunda anlayış değiştirmekle yüz yüze geldiğimde nasıl zorlandığımı fark etmiştim. Örgütlü sol hareketler içinde yaşarken kendim ve benim gibi pek çok arkadaşımın ev içi yaşamını gözleme şansım oldu. Dışarıda eşitlik özgürlük için hayatını ortaya koyan insanların ev içi yaşamda ne denli er-keksi olduğuna şahit oldum. İdeolojik argümanlar, politik sloganlar, toplumu dönüştürme iddiasında olan büyük projeler için büyük özveride bulunurken hemen burnumuzun dibindeki insanlara- kadınlarımıza (eş, sevgili, kız kardeş...) günlük ilişkilerde nasıl davrandığımız üzerine hiç kafa yormadan yaşayıp geçtik.
Diğer Sayfalar: 1. Yaşadığım ortamda büyüklerimizin karılarına karşı nasıl davrandıklarına hem şahit olurdum hem de daha yaşlıların neler yaşadığını dinlerdim. Bunları o kadar çok görür ve dinlerdim ki artık son derece doğalmış gibi algıladığımı onlarca yıl sonra fark ettim. Bir taşın yere düşmesi, güneşin her gün doğuyor olması, ateşin insanı yakması ne denli doğalsa bu olaylarda bana öylesine doğal gelirdi. Üzerine kuma gelmiş ve kumasıyla 25 yıl aynı evi paylaşmış bir ananın çocuğu olarak bir kadının nasıl acılar çektiğini bizzat kendi anamın yaşamı üzerinden de izleme şansım olmuştu. Ama buna rağmen kendi bireysel yaşantımda zaman zaman ne denli acımasız davranışlar sergilediğimi yine yıllar sonra fark ettim. Sevgili Deniz'in yazısında da belirttiği gibi bu kendiliğinden olmadı. Hak sahibi hakkına sahip çıkarak ve karşıma dikilerek gerçek anlamda sorunu gündemime alabildim. Kültür, bireyin yaşamla en derin ilişkisidir, varlığının sürdürmesinin ve güvence altında tutmasının toplumsal ortamı. Yüzlerce yıl tarihsel yaşamın oluşturduğu ölçüler bilinçdışı olarak benliğimize siniyorlar. Toplumsal yaşamdan sökülüp atılması da o denli zor. Fakat çıkış yok değil, süreç uzun olabilir. Duyarlı yüreklerin feryatları, sorumluluk duygusu yüksek, vicdanı açık insanların kendi çaplarında dile getirdikleri gerçekler insanca yaşam sarayının yapımında bir yapı taşı gibi işlev görürler. Bu ister bir şiir, ister bir yazı, herhangi bir başkaldırı eylemi olsun asla boşa gitmez. Haklı olana yönünü dönmüş bir insanın hak olanın gerçekleşmesi için attığı her adım bu yolu biraz daha kısaltır. İnsana acı çektiren her türlü haksızlık elbette başta bizzat bu haksızlığa muhatap olanların başkaldırısı ve özverili çabasıyla ortadan kalkabilir. Ancak duyarlı insanların başkalarının duyarlılıklarını harekete geçirme, insani dramlara dikkat çekme çabaları da özgürlüğe giden yolda önemli işlevler görüyor. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Her insanın vicdanının sesine kulak vererek haksızlığa, insanlık dışı uygulamalara karşı söyleyecek bir şeyi vardır. Böylesi insanların varolduğunu bilmek ve görmek insana ferahlık veriyor, içini güvenle dolduruyor. Bu yazı 8 Mart Kadınlar Günü için duyarlılıkla yazılmış samimi bir feryat. Herhangi bir 'kutlama' duygumu dile getirmek istemiyorum, bu usulen bir şeymiş gibi gelir bana. Ancak nerde bir haksızlık, acı ve mutsuzluk varsa oraların feryadı kulaklarımızda çınlasın isterim.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|