|
|
Geçmişin Zinciri - Hakikatin AşkınlığıKategori: Felsefe | 2 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 14 Şubat 2009 18:20:41 Geçmişle neden ilgileniriz? Olmuş bitmiş olaylar yığını neden bizi bu denli kendine çeker? Onu herhangi bir biçimde değiştiremeyeceğimize, yeniden yaşamak - yaşatmak mümkün olmadığına göre, neden...? Toplumsal geçmişimiz, olaylarla dolu bir süreç; bireysel geçmişimiz anılar toplamı; akıl geçmişimiz bilimsel birikimler yumağı...
Belirsiz bir geleceğin yarattığı tedirginliği aşmak için mi? Ne olup-olmadığımızı, nerden gelip nereye gittiğimizi anlamak için mi? Daha pek çok soru sorulabilir. Bir yazının daha ilk paragrafını sıra sıra dizilmiş sorulardan oluşturmak yeterince sıkıcı olsa gerek. Bu sorulara topluca yanıt verilemez, hatta bu sorulara artık son noktayı koyarcasına da yanıt verilemez. Ama neden böyle olduğu üzerine kafa yorabiliriz. İlk elden en azından şunu söyleyebiliriz: Varolmak zorunda olduğumuz için, kendimizi kendimiz yaratmaktan kaçınamayacağımız için; yürümek zorundayız, fakat bize sunulmuş hazır bir yolun olmadığını, onun ancak yürüdükçe oluşturulabileceğini bildiğimiz için. Her insan mutlak anlamda tektir. O evrenin tüm enerjisinin kesişme noktası, başka bir deyişle buluşma ve dağılma noktasıdır. Bu sadece bir önerme, elbette buna kesin itirazlar da olacaktır. Bu önermenin doğru olup olmadığı tartışması bu yazının dışında tutuldu. Ama konuyla ilgisi açısından şunu söylemek gerekir: İnsan bir geçmiş varlığıdır ve bir gelecek varlığıdır; o sonsuza uzanan bir AN varlığıdır da. An sonsuzdur ve bu anlamda geçmişi ve geleceği kendi içinde buluşturmuştur. An canlıdır, etkilidir ve “tamdır.” An’da yaşarız ve bu noktanın hem derinliğini hem yüksekliğini duyumsar sezer ve anlamaya çalışırız. İşte geçmişe ilginin ve geleceğe yönelik kaygının kökü burada ve şimdidedir, yani AN`da. Duyumsamalarımızı yaşarız ve varlığımıza bu duyumsamalarımızla tanık oluruz. Duyumsama derken içimizde ortaya çıkan birbirinin yerini alan halleri kastediyorum; üzüntü, kıskançlık, yalnızlık, korku, mutluluk, sevinç… Geçmiş, eğer AN’da kendini gösteriyorsa, şu anda etkin ise geçmiştir. Toplumsal olanı şimdilik bir yana bırakarak bireysel yaşamımıza baksak bu hakikati derinliğimizde duyumsarız. Peki, geçmişimizde sayısız olay varken neden bazıları bu güne etki ediyor? Başka açıdan sorarsak kimi olaylar, söylemler, eserler, düşünceler yok olup giderken kimileri bugüne nasıl etki ediyorlar? Hatta sonsuza değin bu etkilerini sürdürme potansiyellerini nasıl taşıyorlar, bunu mümkün kılan nedir? Bu sorulara yanıt olamaz elbette, ama Bilge Süleyman’ın şu özdeyişi anlam arayan her yüreği heyecanlandırmalı: “Göz görmekle doymuyor, Kulak işitmekle dolmuyor. Önce ne olduysa, yine olacak. Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak. GÜNEŞİN ALTINDA YENİ BİR ŞEY YOK” (Vaiz; 1/8-9) “Hakikat tek gerçeklik çoktur.” Sanat eserleri, romanlar, bilgeler, filozoflar, peygamberler ve önemli tarihsel kişilikler vardır, yüzyılları kucaklayarak bu günlere geldiler ve devam edecekler. Soruyu bir daha sorarsak; peki, nasıl oluyor? Aslında kalıcı olan ne bu insanlar ne de onların eserleri, bu insanları ve eserleri bugüne getiren ve sonsuza taşıyacak olan kendi yaşantılarında deneyimledikleri ve eserleri aracılığı ile açığa çıkardıkları hakikatlerdir. Hakikat sonsuz, başka bir deyişle zamana aşkındır. Zamana aşkın olan zaman içinde ve koşullara bağlı olarak gerçekleşen demektir. Gerçekler geçici, hakikatler ise kalıcıdır. Gerçek nesneye, maddeye aittir; hakikat ise bilince yani özneye. Örneğin sevgi, aşk, dostluk, acı, hüzün, özlem… Bunlar deneyimlenen ve fark edilen haller olarak varlığımızın özüne aittirler. Yaşantılanmaları farklı kültürel ortamlarda değişik biçimde gerçekleştirilir, ama yine kendileri olarak kalırlar; dostluk dostluktur, hüzün hüzündür. Dikkat edilirse kadim nitelik kazanmış tüm değerler (yazılı, sözlü, görsel) bu hakikatleri derinlemesine ortaya koymaları sayesinde var olagelmişlerdir ve öyle kalacaklardır, çünkü içerikleri sonsuza aittir. *** O halde geçmişle bağımızı nasıl kuracağız, ya da geçmişin bugünümüz üzerindeki etkisini nasıl yönlendireceğiz? Dostoyevski “Karamazov Kardeşler” adlı eserinde başkahramanı için ilginç bir belirleme yapıyor, şöyle: “Aleksey Fiyodoroviç’in kişiliği konusunda bir şeyler düşünürüm. Çünkü garip bir insan, bazen değil, aksine çoğu zaman, içinde tümün en önemli yönünü, özünü taşır. Öbür insanlar ise yalnız o tümün birer bölümünden başka bir şey değildirler. Rüzgârla, bir süre için tümden (bütünden - M.A) kopmuş olanlardır.” Bu bana Montaigne’in şu sözünü hatırlattı: “Her insanda insanlığın bütün halleri bulunur.” Her birimizde bu hallerden birisi baskındır ve diğerlerini kendi çeperinden organize eder. Ancak bu organizasyon dingin ve mekanik değil tam tersine devingen, tutarlı ve armoniktir. Delilik bu organizasyonun bozulup bir daha kurulamamasıdır. Bu anlamda her insan potansiyel bir delidir. Bir olay bu güne etki ediyorsa tarihseldir. Eski bir düşünce bugüne can katıyorsa günceldir. Bir kişilik ahlakıyla ve edimleri ile bugüne katılıyorsa ölümsüzdür. İster olay, ister düşünce, isterse bir deneyim olsun tümü de somut bir insan aracılığı ile edimselleşir. Bunun için tüm kadim değerler onu açığa çıkaran bir insanla birlikte anılır. Burada önemli bir nokta var bence: Bir insanı ya da bireyi somut kılan nedir? Fiziksel varlığı mı, yoksa fikirleri, düşünceleri ve eylemleri mi? Elbette fiziksel varlığı değil. O zaman bu “somut” kişinin bugüne etkisi açısından bir efsane, yaratılmış bir kahraman olmasıyla gerçekte yaşamış olması arasında herhangi bir fark olabilir mi? Yanıtım, hayır olmaz. Örneğin Don Kişot, İnce Memet, Hamlet birer roman kahramanı. Pis sultan, Şeyh Bedrettin, Mevlana, Yunus Emre ise yaşamış gerçek kişilikler. Hemen şimdi bir varsayımda bulunsak; roman kahramanlarını gerçek kişilik, gerçek kişilikleri de roman kahramanı olarak alsak hakikatte ne değişir? Bence hiçbir şey değişmez. Çünkü asıl olan onlardan ve o zamanlardan bugüne bize ne taşındığıdır. Eğer kişiliklerin tümünde bilince getirilmiş ve önümüze konmuş olan hakikatler bugünde etkin ve canlı ise ki öyledir; o halde onlar şimdide somut olarak yaşıyorlar. Onların deneyimledikleri ve dile getirdikleri insan olarak bizimde özümüzde de bulunuyor. İşte onlar bizdeki bu öze dokundukları ve canlandırdıkları için hemen içimizde yaşıyorlar. Tersinden ifade edersek; bu insanlarda ve roman kahramanlarında açığa çıkmış olan hakikatleri duyduğumuzda bunları kendimizi dönüştürmek için birer kılavuz edinebiliriz. Böylece geçmiş şimdide, yani anda etkisini sürdürmüş olur. O halde geçmişten bize taşınan değerlerle nasıl bir bağ kuracağımıza biz karar verebiliriz. Olaya biraz daha yakından bakmaya çalışalım. Diyelim ki bir arkadaşımız bize bir öykü anlattı, içeriği ve niteliği ne olursa olsun. Bu öyküyü bir kitaptan okumuş olmasının, bir filimden izlemiş olmasının ve son olara bizzat kendi başından geçmesinin pek farkı olmasa gerek bizim için. Eğer kendi yaşmışsa canlı tanığından dinlemiş oluruz ve biraz daha inandırıcı olur, hepsi bu. Ama anlatılan öykünün içeriği bu inandırıcılık dışında üzerimizdeki etkisi aynı olur. Kendimizi bu anlatılan öyküyle ilişkilendirme konusunda, yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel kişiliklerde olduğu gibi özgür tutabiliriz. Şimdi bir adım daha atarsak, bizzat kendi yaşam deneyimimizin yani geçmişimizin bizim üzerimizdeki etkisi karşısında gücümüz nedir? Elbette bunun yanıtı kolay, çünkü diğerlerine göre çok daha derin olur. Tıp biliminin ortaya koyduğuna göre hücrelerimiz 7 yılda bir yenilenirlermiş. Yani her 7 yılda bir, bir önceki 7 yıla ait hücreler yok olup gidiyor. Zaman içinde anlayışımız, alışkanlığımız, inancımız, değer yargılarımız hepsinden önemlisi akıl tipimiz değişiyor, fakat buna rağmen geçmişte yaşadıklarımızın etkisini üzerimizden kolay kolay atamıyoruz. Yani farklı hücrelerle, farklı anlayışlarla, farklı inançlarla yapıp ettiklerimiz şimdi kendileriyle hiç ilgisi olmayan varlığımızda bile güçlerini koruyorlar. Örneğin pişmanlıklarımız, utançlarımız, özlemlerimiz, kıskançlıklarımız… Kendi deneyimlerime dayanarak söylersem; örneğin kendimde bir özelliğimi fark ediyorum. Diyelim ki beğenmişlik-üstencilik, ya da kıskançlık. Hiç kimse benden istemediği halde kendi kedimi gözetliyorum ve bu özelliğimi fark ediyorum. Ondan hoşnut değilim, benden uzaklaşmasını istiyorum; ama olmuyor. Peki, o istemediğim takıntıyı bana rağmen benim içimde tutan güç nedir, kimdir? Fark eden ben, ondan hoşnut olmayan ben, onu içimde taşıyıp yaşatan ben…Ve kurtulmak isteyen ben, onun elinden neden kurtulamıyorum? İşte bu soru yıllar önce kafamda oluşmuştu, bunu hep kedime sorup duruyorum, tabi ki size de, eğer böyle dertleriniz varsa. Bu sorunu kendimce tartışmaya ve anlamaya değer buluyorum. Konuyla ilgili söyleyeceklerim var… Belki başka bir yazıda.
Yorumlarmustafa alagoz
{ 18 Eylül 2009 23:49:18 }
Sevgili Mine, açıkca söylemek gerekirse ben de bir "yol"cuyum. Arıyorum ve çabalıyorum. Belki bir şansım var; bu da arayışımın hergün bir yöne savrulan bir biçimde olmamasından doğuyor. Varoluşta rastgele bir akışın olmadığına emin olduğum, var olan herşeyin birbiri için bir destek, başka bir söylemle bir "rahmet" olduğundan endişem olmadığı için bir rahatlık ve tutku içinde olabiliyorum. Eğer yalpalarsam bunun tümüyle benden kaynaklandığına da emin oluyorum. Sizin deyiminizle "negatif duygular bizi ele geçirdiğinde" bu bendeki çatlaklardan sızıntı, bir enerji kaçağı olduğunu görebiliyorum. Bu noktada çok şey söylemek mümkün, ama bu kısa yazıda olmaz... Yaşam karşısında tutumumuz üç türlü oluyor:
-Kabullenmek (onaylamak anlamında değil) -karşıtına geçmek -İnkar etmek Her bir yolun kendine göre sonuçları var; üzerine düşünülmeyi çokca hak ediyor. Bu sitedeki yazılarıma bakabilirsiniz: "Ben Nerde", "Kağıttan Düşler", "Mevlana; Diri ve Dirilten Bilge", "Kutuplar", "Kendine Yaslanmak." ... Aslında birisine "Benim şu yazıyı oku" demek beni zorluyor. Siz istediğiniz için bunları öneriyorum. Ama hepsinden önmelisi sizin sorgulayıcı tutumunuz ve eleştirel gözlemleriniz. Akıl akıla sürtünerek parlar. Bilgi birirktirmek ayrı bir şey, ama asıl olan dönüşmektir. Dönüşmek ise "aynalaşma"ile oluyor. İnsanların birbirlerine ayna olabilmesi çok güzel bir deneyim. Düşüncelerinizi daha sakınımsız ve geniş bir biçimde dile getirmeniz sizi size daha çok yaklaştırır. Eleştirel olmak kusur bulmak değil düşünsel bir irdeleme, bir sorgulamadır; aynı zamanda sorumluluk üstlenmektir. Bana göre insanlar bu yolla birbirlerinin ışığını birbirlerinin içine akıtıyorlar. Daha geniş ve sorgulama yolu ile zorlayan görüşlerinizi okuyabilmek umuduyla... mine
{ 17 Eylül 2009 14:29:49 }
Kendimizdeki negatif duyguların farkına vardığı-
Diğer Sayfalar: 1. mızda bu duyguların bizi ele geçirmesini istemi- yorsak, başetmek amacıyla sıkı bir ego eğitimin- den geçmemiz gerektiğine inanıyorum. Ama nasıl Bunun ötesinde her dem ölüm fikrini yahut herbi rimizin gurbette olduğu fikrini akılda tutmak ola- naklı değil. Peki sizin bu duygulardan kurtulma konusunda söyleyecekleriniz hangi yazınızda lüt fen yazar mısınız?
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|