
Büyük illerden birinde yaşayan, çok sevgili bir doktor arkadaşımdan Bitlis'deki dağ köylerine, fırsat bulursa yardım etmesini rica etmiştim. Anadolu'nun diğer bölgelerindeki yoksul ve yoksun bırakılmış insanlara yardım topluyor ve gönderiyorlarmış.
Hem üzen hem sevindiren bir yanıttı. Gelir dağılımı, ülke kaynaklarının yönetimi adil bir biçimde gerçekleşseydi hiç bir köyümüz, hiç bir insanımız yok yoksul kalmayacaktı. Oysa yoksulluğun, çaresizliğin boyutları hiç bir vicdana sığmayacak boyutlara geldi. İşte bu yüzden daha şanslı olanların yardımlarda bulunması sevindirici.
Ama hepsi bu değildi. Arkadaşımın yanıtında bir başka görüş daha vardı.
Bu yardımları, yalnızca Türk kökenlilere yaptıklarını, çünkü Doğu’da yardım ettikleri kişilerin ilerde bir terör örgüte katılmayacaklarının bir garantisi olmadığını, ayrıca Batı’da kimi yerlerde Doğu’dakinden daha iç yakıcı bir yoksulluk yaşandığını, kendi Kürt arkadaşlarının bile böylesi bir sefalete inanamadıklarını belirtmişti.
Elbette yardım yaparken yoksulluğun, yoksunluğun derecesini ölçü almak yanlış bir yaklaşım değil. Hele veriler güvenilirse.
Elbette insanlar yardımlarını nereye nasıl isterlerse yapabilirler, yapmalılar. Bunu hangi hakla eleştirebilirim?
Yine de... bir soruyu aklımdan çıkaramamıştım: Doğudaki Kürt çocuklarının bir gün PKK ya da herhangi bir başka ayrılıkçı örgüte katılmayacaklarının diyelim ki garantisi yok. Batı’daki çocukların herhangi bir terör örgütüne, bir çeteye ya da bir tarikata girmeyeceklerinin garantisini kim veriyor?
Her kararımızı, her hareketimizi korkularımız, dinsel ya da siyasi görüşlerimiz, etnik kökenimiz, gelecek öngörülerimizle koşullayarak kendimizi bir cendereye sokmuyor muyuz? Bunu nasıl ayrımsayacağız?
Kendi seçimlerimizle oluşturduğumuz kendi geleceğimiz üzerinde bile tam olarak belirleyici değiliz. Tanımadığımız, hiç bir emeğimizin geçmediği insanların gelecekleri üzerinde kehanetlerde bulunabilir miyiz?
Emekle, sevgiyle yapılan her iş, toprağa atılan bir çiçek tohumu gibidir. Emek, sevgi sürdükçe filizlenir, yeşerir, çiçek açar. Ve bu çiçekler mutlaka emek ve sevgi olarak hayata geri döner.
Kullanılmış eşyalarımızı ya da eksikliğini hissetmeyeceğimiz kadar bir parayı, yoksul yerlere göndermek tam olarak “emekle, sevgiyle” yapılmış bir iş midir? Toprağa tohum atmak mıdır?
Siyasi, etnik, dinsel kökenli değer yargılarımız, ön yargılarımız vicdanımız için ölçü olabilir mi?
“Fikri hür vicdanı hür irfanı hür” bir toplum sadakalarla yaratılan, sadakalarla ayakta duran bir toplum değildir.
Ama birbirine sadakasını verirken bile etnik, siyasi, dinsel kimlik sorgulamasına giren bireylerden oluşan bir ülke zaten birlikte yaşama ülküsü olan bir toplum oluşturamamıştır.
Aslında sadakalarımızın nereye, niye gittiği önemli değil. Önemli olan her birimizin kendimize bir ayna tutup bu dünyada hangi duygularla yaşadığımıza bir bakıp, hangi duygular içinde yaşamak istediğimizi anlamamız.
Sevgide cömert, öfkede cimri; düşmanlık duymakta korkak, dostluk gösterirken cesur olmayı önermek istiyorum. Denemeyi.
Geleceğe bakarken geçmişle koşullanmamayı.. İnsanları kendi değerleriyle görebilmeyi istemeyi.... Bir insana başkalarının günahlarıyla bakmamayı...
Kendi aynama baktığımda, geçmişin günahlarından, şimdinin korkularından, geleceğe koşullanmalardan arınarak soluk almak istediğimi görüyorum.
Ve bunu yapabildiğim zamanlarda, kendimi özgür, doygun ve coşku dolu hissettiğimi...
Hepimize şiddetten uzak, güven içinde çalışıp mutluluk içinde üretebileceğimiz, ürettiğimiz değerleri coşku içinde paylaşacağımız, çok farklı insanlar tanıma, sevme, ön yargılarımızı sıfırlama olanağı bulacağımız bir 2009 diliyorum.