|
BUSEKAAAAAANKategori: Hizan Köy Masalları | 22 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 21 Şubat 2008 13:17:55 Bu öykü, Bitlis Hizan'ın Ağılözü köyünün öğretmeni Edip Ceyhan'ın anlattıklarından kurgulandı. Öyküdeki bütün kişiler, yerler, olaylar gerçektir. Öykü içinde geçen dua ve maniler, Bitlis yöresine aittir. "Her şey çocuklar için" diyen bütün öğretmenlerimize selam olsun.
BUSEKAAAAAAAN Oğul ömrün uzun ole Ömrün uzun, toyun güzün ole Elan ayağan sağlığ, ellerin dert görmiye Ağzın dilin var ole, ağ behtlii altın tehtli olesen Uğurlu kedemli olesen oğul Elin toprağa atesen altın ole Ellerin yeşil ole tuttoğın altın ole Uğrun açık ole uğur ole Yolun açıh ole oğul Hızır yardımcın ole Mahallenin kahvehanesinde çaycılığa başlamıştım. Öğretmen olarak hemen atanmam mucize olurdu. Beklerken hem harçlığımı çıkaracak hem de sıkılmamış olacaktım. Masalar arasında tavla şıkırtıları içinde koştururken telefona çağırdılar. Deniz arıyordu. Edip, tercihler açıklandı. Sana bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Çok üzgünüm. Boşver, dert etme. Ben hemen atanmayacağımı biliyordum. Bir dahaki bahara. Atla bir otobüse gel de sana bir çay ısmarlayım. Çok baba bir şaka yapmış gibi güldüm. Yok oğlum atandın. Atandın ama Bitlis’in bir dağ köyüne. İnanamadım. Koşa koşa internet kahveye gittim. Evet, atanmıştım, Bitlis’e. İlk tercihimdi. Mutluluktan uçuyordum. Kahvehaneye hemen işi bıraktığımı söyleyip eve koştum. Böyle koştura koştura eve gelince annem anladı bir haber aldığımı. Oğlum nolur bana atandım de. Güzel oğlum. Atandım anne, atandım!!! Üniversiteyi kazandığımda da hıçkıra hıçkıra ağlamıştı annem. Emeklerimi boşa çıkartmadın oğlum. Hakkım sana sonuna kadar helal olsun. Annen sana gurban olsun. On gün sonra okulumda olmam gerekiyordu. Evde bayram havası esmeye başlamıştı. Annem daha ilk gün oturdu bana upuzun bir ‘gitmeden önce mutlaka alınacaklar!!!’ listesi yaptı. Her şeyi düşünmüştü güzel annem. Diş macunu, kırmızı biber –acısız yemek yiyemem ya, orada da acı biber bulunur mu bulunmaz mı-, çakmak taşı –oğlu sigara içiyor ya-, ayakkabı boyası –yakışır mı bir öğretmene boyasız ayakkabı ile dolaşmak- , ampul, pil, düğme takımı, iğne iplik, ağrı kesici, ateş düşürücü, derece, neler neler…. Evden ayrıldığım güne dek, her gün her saat ağladı annem. Kutlamaya, hayırlı olsuna gelenler eksik olmuyordu. Anneme hazırlanmam için yardım da ediyorlardı. Bir yolluk hazırladılar ki bana…. İki hafta hem doydum hem doyurdum. Evden asker gibi uğurlandım. Bütün komşularımız, dayılarım, amcalarım, yeğenlerim, arkadaşlarım geldi. Bir davul zurna yoktu! Annem hiç durmadan ağlıyordu. Otobüse bindiğimde ben de ağlamaya başladım. Düşlerim gerçek olmuştu. Öğretmen olmuştum. Beni ben yapan herkesi geride bırakarak yepyeni bir hayata başlıyordum. Bu nasıl bir hüzündü, nasıl bir sevinçti aynı zamanda. Yol aldıkça hüznüm dağıldı. İçim içime sığmıyordu. Yolcular uyuyunca şoförün yanına oturdum. Merak ediyordum, her yeri her şeyi iyice görmek istiyordum. İlk gidişim, ben öğretmenim dedim. Şoför doğuluydu. İyi bir adamdı. Muhabbete başladık. Bana doğuyu anlatmaya başladı. İyi bir izlenim bırakmak istiyordu herhalde. Hep güzel şeyler anlatıyordu. Kayseri’yi geçtik. Daha Malatya’ya gelmeden Darende`de lastik patladı. Akşam karanlığında değiştirmesi çok uzun sürdü. Malatya’yı geçtik. Elazığ Kovancılar’da ucuza kaçak mazot aldı şoför. Yarım saat sonra, gecenin bir yarısı, dağ başında otobüs bozuldu. Aldığımız tüm mazotu boşaltmak zorunda kaldık, şoför gidip bir benzin istayonundan doğru dürüst mazot aldı, geldi. Sabah Muş’a vardık. Koca bir ovanın tam ortasında, küçük bir şehir. “Giden dönmüyor acep ne iştir” türküsündeki yokuşu göremedim. Dış mahallelerinde hayvanlar geziyor. Geçerim diye hesapladı şoför, daldı aralarına ama geçemedi. Bir ineğe çarptık. İnek ayağa kalktı, gitti. Otobüsün farı kırılmıştı. Bitlis deresi boyunca giderken başka bir otobüs bizimkini sıyırdı geçti. Bir kaç cam çatladı, otobüs boydan boya çizildi. Polisler geldi. Bir saat kadar uğraştılar, iki şoför anlaştı sonunda. Yola çıktık. Başım dönmüştü. Kaza yaptığımız yerin Bitlis olduğunu Van Şehirler Arası Otobüs Terminaline girince anladım. Van'da indim. Şaşkındım. Çok güzel kocaman bir şehirdi Van. Ama oyalanmadım. Hemen Bitlis’e geri döndüm. Bitlis… Bir dağın yamacına kurulmuş, ortasından bulanık koca bir dere geçiyor. O kadar ortasından ki, evlerin, dükkanların bile altından geçiyor. Sanki her ev bir köprünün üstüne kurulmuş. Kocaman bir kale var dağın tepesinde, şehrin göbeğinde. Bir yanı uçurum. Bu kaleyi daha hiç bir ordu ele geçirememiş. Bitlis’lilerin şivesi çok hoş. Ben değil men, kendim değil özüm diyorlar. Geceyi Bitlis’de öğretmen evinde geçirdim. Hizan’a günde bir araba kalkıyordu, başka bir ilçeden aktarma yapabileceğimi bilmiyordum. Ertesi gün, ondört kişilik dolmuşta yirmi yolcu, beş keçi, dolmuşun yüksekliği kadar da üzerinde yük yola çıktık. Uçurumlu yollardan geçtik. Neredeyse kalbim duracaktı. Gözlerimi yumsam belki korkum azalırdı, ama büyülenmiştim. Gözlerimi alamıyordum bu tehlikeli güzellikten. Hizan küçüktü. Herkesle tanıştım hemen. Öğretmendim ben. Bir kaç ay öncesine değin üniversite öğrencisiyken artık öğretmen olmuştum. Uzakta bir şehirde, kendi başıma yaşayacaktım. Büyümüştüm. Ne olmuştum ben böyle! Sevinçten deli olmuştum. Hizan küçüktü. Hizan eskiydi. Demir dükkan kapıları paslıydı. Çatıları kırık dökük, pencereleri puslu, insanları yıpranmış eski giyimliydi. Ama herkes candandı. Herkes dosttu. Herkes hep iyiydi. Esnaf, memurlar, benim gibi yeni öğretmenler... Herkesi sevmiştim. Hizan başkaydı. Tanrım! Mutluydum. Hizan öğretmen evinde kalacaktım. On odalı. Odalarda kadın öğretmenler kalıyor elbette. Erkek öğretmenler nerede yer bulurlarsa orada yatıyorlar. Yatılı İlköğretim Bölge Okulların’da, öğretmen evinin salonunda iskemleler üzerinde. Muhabbeti severim. Gece yarısına kadar benim gibi yeni bir kaç öğretmenle konuşmaya dalınca, bütün yerler doldu. İlçemde ilk gecemde iskemle üzerinde uyudum. Her yanım tutuldu. Sevincim tutulmadı. Mutluydum. Eğleniyordum. Çok değişik insanlarla tanışıyordum. Seviyor, seviliyordum.
İlk haftayı Hizan’da geçirmem gerekiyordu. Yaz aylarının son günleri. Hizan çok güzel. Hizan yeşillikler içinde. Tertemiz havasıyla, sıcacık içten insanlarıyla beni etkiliyordu. Küçücük çarşısında tur üstüne tur atıyordum. Bakkalla, berberle, kasapla muhabbete duruyordum. Hoce, hoş geldin, memleket neçe? Hoş bulduk, Kırşehir’den geldim. Hangi okula geldin? Ağılözü Köyü Eski adı nedir o köyün? Busekan Busekaaaaaaan! (gevrek bir gülüş) Evet, Busekan. Nasıl köy güzel mi? Busekan, hoştur, gözeldir, yolu kapanmaz, suyu vardır, elektiriği kesilmez, zaten şurasıdır, yürüsen yürünür. Hadi ya, uzak demişlerdi demek yakın, çok güzel valla çok sevindim. Bakkal, kasap aynı şeyleri söyler. Berber Ahmet de. Ben gayet mutlu, neşeli, avare dolaşırım. Hizan güzel, insanlar güzel, köyüm de güzelmiş, yolu iyiymiş, elektriği suyu kesilmezmiş. Daha ne isteyim. Yeni gelen herkese gidip görmediğim köyümü anlatıyorum, esnafın ağzından duyduklarımla. Diğer öğretmenler de benim gibi. Onlar da esnaftan öğreniyorlar köylerini. Hepimizin köyü güzel, yolu var, suyu, elektriği var. Bir haftayı böyle tamamladım. Hizan’a alışdım. Sevdim. Sıra köye gitmeye geldi. Hizan’da iki yüze yakın köy ve mezra var. Her köyün bir ya da iki dolmuşu var. Gidip de köyümün dolmuşunu bulayım, gidip bir köyüme bakayım dedim. Bakkala gidip sordum, benim köyün dolmuşu hangisi diye. Gözümün gördüğü her yerde dolmuş var, hepsi güzel yeni arabalar. Benim köyüm de güzel ya, en güzel araba benim köyün arabasıdır diye düşünüyorum. Senin köy hangisiydi? Busekan. Busekaaaaaaan mı? Evet niye şaşırdın? Güldü, eliyle köyün dolmuşunu işaret etti, ilçedeki en kötü, eski, diğerlerinden tamamen farklı, yürüyen bir enkazı gösterdi bana. Dakika bir gol bir! Bendeki heyecan istek orda bakkalda kaldı. Yerine sigara aldım. Hayallerim birden yıkılmıştı. Gören beni trafik kazası geçirdi sanır. Araba eski. Olsun. Demek ki çalışıyor hala ki onunla gidiyorlar. Sanki uçakla mı gidecektim köye. Şurası zaten. Şoförü buldum konuştum. Seni gelir öğretmen evinden alırım dedi, anlaştık. Öğretmen evine döndüm.
İçimde bir korku var, yalnız gitmek istemiyorum. Dolmuşun enkaz hali beni çok üzdü. Bir isteksizlik çöreklendi üstüme. Yeni tanıştığım arkadaşlarımdan birine gittim. Şevket gel beraber gidelim. O da bekliyormuş sanki hemen kalktı. Hadi gidelim o zaman. Heyecanlanma daha şimdi değil, öğleden sonra. E, alış veriş yapalım, yiyecek, sigara falan alalım. Şevket alış veriş deyince, ben pişkin pişkin sırıttım. Oğlum biz senin gibi şehir öğretmeni değiliz, biz köye gideceğiz, biz gittiğimizde kuzu keserler, ne yemekler yeriz orda! Ne diye alışveriş yapalım!! Şevket bozuldu ama bana hak verdi. Bir süre sonra şoför geldi. Hoce gidiyoruz hadi. Bir heyecan sardı beni ama nasıl! Otuz yeni öğretmen biraradayız. Köyüne ilk gidecek olan benim. Diğer öğretmenler benden de heyecanlı, bir an önce gideyim de geleyim, bir bir anlatayım istiyorlar. Hepsi uğurladı bizi.
Şevket’le arabanın ön koltuğuna oturduk, bize saygı gösteriyorlar. Kolumla Şevket’i dürttüm. Bak oğlum nasılmış, ne kadar iyi davranıyorlar, en iyi yeri bize verdiler. Şevket’e o kadar çok nispet yapıyorum ki, elinde olsa gidip köyde çalışacak. Bana nasıl da imreniyor. Kasıldıkça kasılıyorum, sanki köye muhtar seçildim, sanki köyün sahibi benim. Kendimden emin bir şekilde şoförle konuşuyorum. Nasıl, köy yakın demi! Güzel demi? Ne zaman varırız? Hiç susmuyorum. Garibim de elinden geldiğince yanıtlamaya çalışıyor. Gözeldir. Yolu vardır. Suyu vardır. Elektriği hiç kesilmez. En gözel köy bizim köydür. Asfalt yolda, on kilometre falan gittik, araba yavaşladı, bir dağ yoluna girdi. Hah köy yoluna döndük demi? Şoför yarı gönüllü yarı gönülsüz. Evet hoce girdik. Yolumuz az kaldı demi? Eh, az kaldı. Sürekli tırmanıyor araba, tırmandıkça yol daralıyor bozuluyor, uçurum derinleşiyor. Şevket kapının koluna yapışmış sesini bile çıkartmadan yola bakıyor. Tam karşımızda dorukta güzel bir köy belirdi, ama nasıl da güzel! Ağaçların arasında. Gün batımı kimbilir nasıl güzel izlenir. Köyün yakınlarında keçi sürüleri, uzaktan belli olmasa da köyün insanları seçiliyor. Daha varmadan sevdim. İşte bu güzel köy benim köyüm, kimse alamaz benden. Çok güzelmiş sahiden ha! Hadi çabuk gidelim, bir an önce varmak istiyorum. Şoför biraz bezgin. Hoce bu köy bizim köy değil, sen bizim köyü görsen buraya köy mü dersin, bizim köyümüz çok gözeldir! Üzüldüm, köy başkasınındı. Benim sevdiğim köyün öğretmeni başkasıydı. Ama şu da vardı ki benim köyüm daha güzelmiş. Yeni bir heyecan aldı beni, daha güzel bir köy nasıl olurdu acaba. Çok yol kaldı mı? Yok Hoce az kaldı. Tepeyi aştık. İşte benim köyüm, kocaman bir derenin kenarında küçücük. Çocukları görüyordum çok az kalmıştı, varmak üzereydik. Şevket bile heyecanlandı. Çok güzel lan!!! Şoföre döndüm. Evet bizim köy daha güzelmiş. Şoför de iyice havaya girmişti ki… Hoce bu da köy mü, burası bizim köy değil, bizim köyü bir görsen buraya köy demezsin! Tamam giderek güzelleşiyor köyler ama ben burayı da çok sevmiştim. Hem dere kenarı, küçük ama nasıl tatlı. Kırkbeş dakika daha gittik, hep tırmanıyoruz. Bir dolmuş bir dağa nasıl tırmanır. Tırmanabilir mi? Tırmanıyor işte. Hizan artık çok uzakta kaldı. Yeni bir köy gördüm. Okulu köyün ortasında, köy dağın iki yamacına yayılmış. Okul dağın tam tepesinde adeta bir şato. Daha ben konuşmadan şoför atladı. Hiç sorma, daha bizim köy değil, bu köy de hiç gözel değil. Sen bizim köyü bir görsen! Ama ben artık sıkıldım. Artık gelelim köye. Çok uzak burası, bir saattir yoldayız, o köy değil bu köy değil! Hangi köy bizim? Hava karardı. Teypte Kütçe bir şarkı, nasıl acıklı. Anlamıyorum ki belki de acıklı değil. Tozdan nefes alamıyorum. Acıktım. Yorgunluk çöktü. Karanlıkta epey gittik araba durdu. Korktum bir an, acaba ne oldu. Niye durdun? Hoce, geldik köye. Ortada ne köy var ne bir ev. Ne okul ne bir ışık. Kafamı biraz eğip de camdan yukarı bakınca, ne göreyim. Koca kapkara bir duvar! Dağmış meğer, yamacına kurulmuş köy. Gece olduğunda korku duvarı gibi yükseliyor. İndik arabadan. Arabanın yanına büyük küçük yaklaşık yirmi kişi geldi, ilçeden gelenleri karşılamak için. İlk gözüme çarpan kafası kel, gözleri tuhaf, ilginç bir çocuk oldu. Ona fazla bakamadan diğerlerine döndüm. Bildiğimiz köylüler, dikkat çekecek bir farklılıkları yok. Zaten karanlık. Selamünaleyküm, ben köyünüzün yeni öğretmeniyim. Aleykümselâm, hoş gelmişsin. Dediler. Dediler ve birer ikişer yanımızdan uzaklaşıp gece karanlığında köyün içine dağıldılar. Şevket’le kala kaldık. Ne kesilen koyun, ne muhtar! Hani nerede bizi misafir etmek için yarışacak köylüler? Arkama baktım, okulum. Madem ki biz öğretmeniz, hadi okula gidelim Şevket! İki tane kapısı var. Yakındakine yöneldim. Eski demir kapıyı zorlayarak açtım. Işık düğmesini el yordamı buldum. O da ne! Okul mu? Yerler toz toprak, saman içinde. Kırık camlar, eski sıralar, kırık masalar. Kirli duvarlar. Ne hayal, ne sevinç hiçbir şey kalmadı bende.
Konuşamıyordum bile, bakıyordum öylece. Oturdum tozlu kırık bir öğrenci sırasına, o efkârla yaktım sigaramı. Geleceğe yönelik hiçbir düşüncem yoktu. Nasıl böyle bir yere geldim diye düşünüyordum. Burada büyüyen çocuklar ne durumdaydı kimbilir! Okuma yazma öğrenmişlerse şansım vardı. Sınıftan çıktık sağ tarafta bir kapı gördüm. Müdür odasının kapısı olsa gerekti. Kırık tahta kapısını zorlayarak açtım. Karanlık, lambası da yok, ağır bir koku. Çakmağımı yaktım, ne göreyim. Tavana kadar odun! Evet, müdür odası odun odası. Okuldan çıkıp dışarıdaki, ilk gördüğüm diğer kapıyı açtım. Sınıftan farkı olmayan bir lojmandı burası. Tek odalı. Mutfağı, banyosu aynı yerde. Suyu yok. Kapıdan içeri bir genç girdi, üzeri kirli, dişleri kireç taşı gibi grileşmiş, konuşmayı pek beceremiyor, çok da kötü kokuyor. Konuştuklarını anlayamıyoruz, işimize geldiği gibi anlamlandırıyoruz yalnızca. Hoş geldiniz, buyurun eve gidelim diyordur. Ne diyecek. Peşine takıldık ağır adımlarla. Gece karanlığında önümüzü anca görüyoruz. Kır saçlı, güler yüzlü, eski giyimli, tatlı bir amca yanaştı. Hoşgeldin hoce! Buyrun bize gidelim. Yok sağol, şu arkadaş bizi davet etti onun evine gidiyoruz. Genç çocuğu gösterdim. Amca öyle içten güldü ki beni bile güldürdü. O sizi ancak dereye, dağa götürür. O köyün delisi! Bunu duyunca gülmeyi bıraktım, ağlamaya başladım. Amcanın evine geldik ama ne ev. Kırık dökük okul daha iyiydi. Eğilerek zor geçtiğimiz küçük bir kapıdan içeri girdik. Anladığım kadarıyla burası misafir odasıydı. Yerdeki döşeklere oturduk. Biraz kendime gelmeye başladım. Şevket’le hala tek kelime konuşmuyoruz. Arada göz göze geliyoruz. İkimiz de inanamıyoruz. İçerde telaşlı bir hazırlık olsa gerek. Kadınların, kap kacağın sesini duyuyoruz. Onları göremiyoruz. Kapı arasından yemekleri vermeye başladılar. Yemekleri, yerde açılan sofraya erkekler taşıyor. Yemeklere bakıyorum göz ucuyla, çorbaya benzer bir şey, pilava benzer başka bir şey, ama emin olamıyorum. Salata bildiğim salata. Diğerlerini hiç bilmiyorum, dokunamıyorum, ayıp olmasın diye yermiş gibi yapıyorum. Salata yiyebildim yalnızca. Ayran da içemedim, korkudan. Dişimin zor kestiği kalın bir ekmeği salatayla beraber yemeye çalıştım. Aslında ben tokum diyordum. Şevket yemeği görünce gözleri açıldı, hepsini yedi, benim ayranımı da içti. Yemek bitti, çaylar geldi. Amca başladı anlatmaya. Buralarda eskiden PKK vardı, biz çok savaştık, öğretmenler öldü… Amca beni de korkudan öldürecek. Amca, eskiler eskide kaldı. Şimdi nasıl? Elektrik, yol, köy nasıl? Sen onları anlat bana. Amca hevesle başladı yine. Yol hiç kapanmaz, telefon var, su hiç kesilmez, hele elektrik hiç gitmez. O dakika elektrik kesildi sabaha kadar da gelmedi. Çaylardan sonra karanlıkta yataklar serildi yere. Şevket giydi pijamalarını uyudu, ben yatamadım. Üstümü bile değişmedim. Açık duran pencerenin dibine çöktüm, sabaha kadar sigara içtim. O gece ay yoktu, zifiri karanlıktı, dışarıda hiçbir şey görünmüyordu. Gökyüzünde birkaç cılız yıldız yalnızca. Nereye geldim, ne yaptım diye düşünüp durdum. Ben böyle düşünürken sabah oldu. Şevket uyandı ama nasıl bir uyanış, her yerini pireler yemiş. Eli yüzü, kolları kıpkırmızı. Dışarı çıktık. Dünya gözüyle bir kere baktım köye. Hoşuma gitmedi desem yalan olur. Karşımda bir orman, yeni doğan bir güneş, dama hazırlanmış bir kahvaltı. Kahvaltıda sıcak ekmek, bal, ceviz, taze peynir. Bu kahvaltıya da yok diyemezdim. Bir güzel karnımı doyurdum. Bu sırada Şevket’i bir de arı soktu. İlçeye döndük. İstifa ettim. Milli Eğitim Müdürü kabul etmedi. Biraz bekle, senin köyünü değiştireceğim. İki yıl oldu. Hala değiştirecek. Artık değiştirse de gitmem ki. En güzel köy benim köyüm. Suyu kesilmez, elektriği var, yolu kapanmaz. Hizan ha şurası. Değil! Değil ama benim köyüm güzel. Benim çocuklarım güzel. En güzel çocuklar benim çocuklarım.
Yorumlaresra akyüz
{ 22 Şubat 2008 14:06:35 }
Çoook güzel olmuş eline sağlık
insanı eğlendiren,eğlendirirken,düşündüren,duygusallaştıran ama en önemlisi sevgi , umut veren bir öykü olmuş. Tüm eksikliklere rağmen kalbi sevgi dolu Kırşehirli bir öğretmenin öyküsü.Aslında ona artık Kırşehirli demek ne kadar doğru ki o artık Busekan dan.Sorunları, umutları ,istekleri orayla ilgili.Seviyor ve seviliyor.Birsürü insanın aradığı mutluluğu bulmuş,ne mutlu ona. Umutla başlayıp,komedi ile süren, hüsranla devam edip mutlulukla son bulanöykünü bitirdiğimde yüzümdeki gülümsemeyi farkettim.Hayat herşartta güzel yeterki güzel bak.Öğretmenimiz gibi..Ama yinede dilerim ki öğretmenimiz, çocukları ve köyde yaşayanlar için birgün söz verildiği gibi köyleri güzelleşir. meltem hınçal
{ 22 Şubat 2008 10:53:15 }
ömürsün deniz kızı
Diğer Sayfalar: 1. 2. 3. beni uzun kahkahalar attracak kadar hem de kaç kere güldürdü öykün...allah derdini alsn, seni de güldüren çok olsun.. güleriz ağlanacak halimize işte..hem duygu dolu hem de çook tatlı , çok sevimli,pek içten, pek sıcak bu öykü ve öykünün ardındakiler. gerçek biraz acı, biraz komik, biraz inanılmaz ama gerçek.. belki de değil...gerçek nedir ki..görebildiğin mi, düşünebildiğin mi, hissedebildiğin mi yoksa..yoksa algılanamayan başka birşey mi. senin gerçeğin benim de gerçeğim mi.. bilmiyorum verebildiğin kadar mutlu olabiliyorsan ver,üretebildiğin kadar mutlu olabiliyorsan üret,sevebildiğin kadar mutlu oluyorsan sev, düşündürebildiğin kadar mutlu oluyorsan düşündürmeye devam et, öğretebildiğin kadar mutlu oluyorsan öğret, yaşama heyecanı ve sevinci hissetmeni ne sağlıyorsa onu yapmaya devam et... yüreğin nerede ve nasıl huzur buluyorsa orada ve öyle ol. gerçek işte bu ücrada bir köyüz genellikle.. herzaman çığlık atamayan ama güneşin parıltısı sarı saçlarından hiç dinmeyen muzip minik bir çocuğuz okul bahçesinde.. ıssız minaresiyiz en muhteşem caminin.. yüzü derin kırışklıklarla dolu dişleri eksik ali amcayız yaşlı ve mutlu.. pembe yanaklı, gözlerinin içi gülen ayşe nineyiz.. kızılay meydanındaki bir minik ve yalnız karıncayız bazan.. o ayki faturalarını vaktinde ödeyebildiiği için yastığına başını rahat koyabilen emekli memet amcayız.. bazan edip öğrenmeniz .. bazan yazar.. bazan doktor.. bazan hasta.. bazan herşey.. bazan hiçbirşey.. işte gerçek bu algılarımız,yaptıklarımız,yapamadıklarımızla yaşayan gerçek biziz.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|