|
Bamako'dan Cidde'ye Bir Hac Uçuşu HikayesiKategori: Anılar | 12 Yorum | Yazan: Pınar Özkan | 25 Temmuz 2008 08:45:35 1988 yılında bir charter şirketi olarak kurulan Birgenair, büyük turizm acentalarıyla çalıştığı gibi yabancı havayollarına da sub-charterlik yaptı. Dünyanın bilindik, bilinmedik her noktasına uçabilmesiyle havacılık camiasında tanındı. Bu nedenle değişik uluslardan da çalışanları oldu
1996 yılının Şubat ayında uçaklarından birinin talihsiz bir kaza sonucu Dominik Cumhuriyetinde düşmesiyle, şirket artık kendi adıyla devam edemedi. Yeniden bir çıkış yapılmak istense de şirketin sahibi değerli insan Çetin Birgen’in vefatinden sonra tamamıyle kapandı. Bir aile şirketiydi, kendine özgü güzel bir şirketti. Dolu dolu gecen 9 yılın ardından geriye hem güzel hem acı anılar kaldı, biz çalışanlarının asla unutamayacağı uçuş anıları…… Çocuk Gibiler - Afrika Hac Seferleri , 1989 Haziran Yeşilköy havalimanı her zamanki görüntüsünden farklı. Beyaz elbiseleriyle yüzlerce hacımız Mekke’ye gitmek üzere toplanmışlar. Heyecanla birlikte bir kargaşa yaşanıyor. Check-in kontuarlarının kuyrukları kapılardan dışarıya taşmış. Kırmızı-beyaz üniformamız ütülü, kırmızı keplerimiz takılmış, büyük valizlerimizi çekerek ekibimle bizi uçağa goturecek servis kapısına doğru ilerliyoruz. Valizlerimiz büyük, çünkü ne zaman döneceğimiz belli değil, belki on gün belki bir ay. Sıcak iklimden serin iklimli ülkelere geçmek ise her zaman bir olasılık bizler için. Hemen uçağa çıkıp gerekli hazırlıklara başlıyoruz. Bizim şirketimiz Afrika ülkelerinden hacıları Mekke’ye taşıyor. Uçağımız birkaç hac sefer yapıp henüz Afrika’dan dönmüş. Temizlik ekibi şikâyetçi: “Bunlar nasıl yolcu böyle! Koltuk ceplerinde tavuk kemikleri var. Yerlerde büyük çekirge ölüleri… İri kabuklu böcekler…” Uçakların kendine has bir kokusu vardır ama onu bastıran ağır bir koku burnuma geliyor, tanımlayamıyorum. Yolcularımızı alıp Paris’e uçuyoruz. Ardından boş olarak İngiltere’ye geçiyoruz. Uçağımız orada iki günlük bir bakıma giriyor. Türk ekibimle uçacağımı düşünürken hiç tanımadığım İngiliz teknisyen ve İzlandalı kokpit ekibi kendilerini tanıştırıyorlar bize. Böylece iki ayrı ekip oluyoruz. Yolcusuz olarak Mali’nin başkenti Bamako’ya uçuyoruz. Yeni hostesim, bir dolu eğitimden geçtim, derslerime iyi çalıştım, iki hafta önce çiçek ve sarı humma aşılarımı oldum, ancak nelerle karşılaşacağıma dair hiçbir fikrim yok. Hayal gücüm de çalışmıyor, içimi heyecan sarıyor, biraz da korkuyorum galiba. Ekibin biri otele gitmek üzere uçağı terk ediyor, iki arkadaşımla beraber arkalarından ağlamaklı bakakalıyoruz. Bizden yaşlı iki kadın iki erkek İzlandalı kabin ekibi uçağa çıkıyor. Hepsi çok tecrübeli gözüküyor, ıslık çalıp şarkı söylüyorlar. Koltuk cepleri boşaltılıyor, pet şişe suları yerleştiriliyor, tuvaletlerdeki musluklar iptal ediliyor, tüm catering hazırlıkları tamamlanıyor. Sıra brifing’e geliyor. İzlandalılardan en yaşlı olanının kabin amirimiz olduğunu anlıyoruz. Görev dağılımını yapıp numaralarımızı verdikten sonra bunların özel seferler olduğunu söylüyor, yolcularımızın çok farklı olduğunu vurguluyor. “Kendi kabile dillerini konuştukları için onlarla işaret diliyle anlaşacaksınız.” 253 Afrikalıyla 8 saatlik bir uçuş yapacağız ve işaretlerle anlaşacağız! “Merak etmeyin başlarında bir rehberleri var, Mr. Sıdık İngilizce, Fransızca biliyor, o bize yardımcı olacak.”. “Peki, anonsları hangi dilde yapacağız diyeceksiniz, anons yok. Uçak kavramını bilmiyorlar, türbülans, basınçlı kabin, oksijen maskeleri onlara bilgi olarak birşey ifade etmiyor, yine de rehberleri onların anlayacağı dilde bazı açıklamalarda bulunuyor. Hadi gülümseyin artik! “çocuk gibiler anlamadınız mı” diyor ellerini çırparak. Üç arkadaş birbirimize bakıyoruz. Yüzümüzdeki endişe ifadesini gören diğer İzlandalılar, Afrika-hac uçuşlarını yıllardır yaptıklarını bu tip yolcuların basit ihtiyaçlarını anlatmak için hep ayni hareketleri hep birlikte yaptıklarını söylüyorlar: “Ya içecek istiyorlar, ya tuvalete gitmek istiyorlar ya da başları ağrıyor, bir de evet- hayır hareketleri var. Zaten mesafeli duruyorlar, sohbet etmek gibi bir merakları yok”. Kokpitten duyuru geliyor. “Boarding… Geliyorlar” Uçağın camlarından birine eğilip dışarı bakıyorum. Terminal kapısı acilmiş, uzun beyaz elbiseler içinde büyük bir kalabalık uçağa doğru koşuyor. Hepsi başlarında taşıyorlar el bagajlarını. Çanta değil büyük leğen veya sepete benziyor taşıdıkları. Karşılama yapmak üzere ön kapıya yakın bir yerde bekliyorum. Kapıdan ikişer ikişer girmeye çalışıyor birbirlerini itiyorlar. Ayağıma basan geçiyor. Başlarındaki sepetler koluma kafama çarpıyor. Kabin içindeki İzlandalılar koltuk üstlerine cıkmış gelenleri yönlendiriyorlar. Hemen bir koltuğun üzerine atlayıp dikiliyorum, emniyete alıyorum kendimi. İki arkadaşımı göremiyorum uçak çok uzun, onlar da öyle yapmışlardır umarım. Afrikalı bir kadın yolcu bağıra bağıra ağlıyor. Rehber, kadının giydiği terliğin birini kaybetmiş olduğunu söylüyor. Yolcuların bazıları cilt hastalıklarından izler taşıyor, buralarda çok çeşitli ve tehlikeli hastalıkların olduğunu aşılarımızı olurken öğrenmiştik. İçlerinde burunları olmayanlar var, bazılarından ise urlar cıkmış sanki. Mr. Sıdık’ın bağırmaktan sesi kısılmış. Çok sinirli görünüyor yolcular lafını dinlemiyorlar sanırım. Daha uçuşa başlamadık bile, sırılsıklam terlemişim. Uçağa bağlanan havalandırma 45 derece, Mali sıcağında yeterli olmuyor. Ön kapıda yer görevlisiyle bir yolcu kavgaya tutuşuyorlar. Yolcunun el bagajı (kafa bagajı desem daha doğru olur) o kadar büyük ki başüstü dolabına sığmayacağından aşağıya (kargoya) vermesi gerekiyor. Yer görevlisi açıklamaya çalışıyor ama yolcu ağlayarak bağırmaya devam ediyor. Kabin amirine soruyorum. “Niye böyle ağlıyor, ne var ki bagajında?” “Bagajların uçağın kargosunda taşındığını bilmiyorlar, ellerinden alınırsa burada kalacağını ve çalınacağını düşünüyorlar”. Saatine bakıp sinirli bir şekilde kafasını sallıyor kabin amiri. Rehber kısılmış sesiyle devreye giriyor. Yolcu ikna olmuyor ama gözü yaşlı rıza gösterip yerine oturuyor sonunda. Sayım yapmıyoruz. 253 koltuğun hepsi dolu, ayakta yolcu yok. Tamam deyip kapıları kapatıyor, tahliye slide’larini (şutları) kitliyoruz. Uçak hareket ediyor. Çok gerginim. Uçağın bir ucundan öbür ucuna yürürken beyaz elbiseler içinde 253 koyu siyah Afrikalı bana bakıyor, yüzlerinde hiç bir ifade yok. Kokpit’den “kabin ekibi yerlerinizi alın” anonsu duyuluyor. Ön tarafa yakın ekip koltuğunda yerimi alıp kemerimi bağlıyorum. Pist başında bekliyoruz, önden kalkan uçağın gürültüsü duyuluyor, simdi sıra bizde. Kabin amiri aniden yerinden kalkıp hızla yürümeye başlıyor, arkasından İngiliz teknisyen fırlıyor. Kafamı çevirip bakıyorum, kanat üzerindeki çıkışın hemen önünde oturan yolcu, çıkış kolunu indirip sepetini asmaya çalışıyor. Amir ve teknisyen el işaretleriyle anlatmaya çalışıyorlar. Uçak pistte hareket etmeye başlıyor. Hemen hızlanacak biliyorum. Hızlanıyor…. Burnunu kaldırdıktan sonra oturmak mümkün olmayacak. Amir ile teknisyen ellerinde yolcu sepeti ayakta kalkıyorlar. Çaktırmadan çıkış koluna bakıyorum, yerinde duruyor, tuttuğum nefesi bırakıyorum. Düz uçuşa geçiyoruz, 20 dakika geciktik. Rüzgârı arkadan alırsak zamanında Cidde’ye varabiliriz. Kemer ışıkları sönüyor, yerimden kalkıp galley’e (uçak mutfağına) geliyorum, servis hazırlıklarına birazdan başlayacağız. İzlandalı amir kokpitde, hemen iki Türk arkadaşımı görmek için arkaya yürüyorum. Birkaç ay önce eğitimde tanışıp ardından birkaç uçuş yaptığım ekip arkadaşlarımla ürkek bir şekilde birbirimize yanaşıp zoraki gülümsüyoruz, bakışlarımızda bu nasıl bir uçuş olacak acaba? ve lütfen beni yalnız bırakmayın mesajı var. Tekrar öne dönüp servis hazırlığına girişiyorum. Yolcular sessizce oturuyor. Bir saat sonra yemek servisimiz başlıyor. Özel bir catering bu, soğuk tavuk, içecek ve krakerden ibaret, çatal-bıçak yok. Bir çocuğun beslenme çantası gibi. Yolcular acıkmış iştahla yemeğe başlıyorlar. İzlandalı stewardla kabinin yarısını bitirip dönüyoruz. Koridor tavuk kemiklerinden geçilmiyor. Kemikleri ayaklarımızla koltuk altlarına iterek trolleyi sürmeye çalışıyoruz. Kalçamı biri dürtüklüyor irkilip arkama bakıyorum, yolcunun elinde yağlı bir tavuk kemiği içecek istediğini belirten işareti yapıyor. Hemen içeceğini veriyorum, üniforma eteğimi peçeteyle siliyorum çabukça. İçeceği verdiğimi gören diğer yolcular da kemikleriyle üzerime gelmeye başlıyor. İzlandalı sırıtıyor, sinirlerini bozma deyip sakin ol işareti yapıyor. Sinirli mi gözüküyorum acaba? Aslında bağıra bağıra ağlamak istiyorum. Yemek servisi bitti, ön galley’i toplayıp yemeğimi yemek üzere arkaya arkadaşlarımın yanına gidiyorum. Arkada görevli İzlandalılar öne geçiyor. Herkes arkadaşlarıyla olmak istiyor. Her uçuşta olduğu gibi yemek servisi biter bitmez yolcular tuvalet yolunu tutarlar. Amirimiz bana ve arkadaşlarıma tuvaletleri sürekli gözaltında tutmamızı söylüyor. “Tuvalet muslukları niye iptal edildi, ellerini nasıl yıkayacaklar?” diye soruyorum. Gülümsüyor. “ellerini zaten yıkamıyorlar. Abdest almaya kalkıyorlar yerler ıslanıyor, uçak için ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun değil mi?“ Üç arkadaş ekip koltuklarına oturup yemeklerimizi tırtıklarken konuşuyoruz: “48 numaradaki yolcuyu gördünüz mü ?” “Nasıl bir hastalık geçirmiş ki o öyle burnu yok!” “Belki kabile savaşlarından dolayı olmuştur!” “32 numaradaki daha korkunç gözüküyor.” Yolcuların çoğu ayaklandı bile, huzursuzluk içindeler. Rehberleri kabile dillerinde anons yapıyor, herhalde tuvaletlerin arkada olduğunu söylüyor. Kadınlı erkekli uzun elbiselerini eteklerinden yukarı kaldırmışlar, geliyorlar. Yanımdaki arkadaşım lokmasını yutamıyor. “ Benim gördüğümü sen de görüyor musun?” Bakıyorum. “Evet… Hiçbirinde iç çamaşırı yok!” Yanımızdan geçene kapıları açıp tuvaletleri gösteriyoruz. İlk üçü giriyor, kapılarını kapatmıyorlar. Göz ucuyla birine bakıyorum, klozetin üzerine çıkmış ayakta durmaya çalışıyor. Ne yapması gerektiğini işaretle anlatıyorum. Ağzında son kalan dört beyaz dişiyle sırıtıp kafasını sallıyor. Tamam anladı. Bir kadın yolcu yanındaki tuvalette etekleri elinde dört dönüyor, ona da açıklıyorum, seviniyor. Çıkanların bir kısmi tanıdıklarına anlatıyor ama bazıları hiç anlamıyor galiba. Yerlerde ıslaklıklar var. Yemeklerimizi yemekten vazgeçtik. İzlandalılara yerlerin ıslandığı haberini veriyoruz, kâğıt havlularla geliyorlar. Tuvalet kuyrukları uzadıkça uzuyor. İnişe 4 - 5 saatimiz daha var, bir servis daha yapacağız.Yere indiğimizde tuvaletler kim bilir ne halde olur? Biz de iyice kokmuş oluruz bu arada! Rutin kabin kontrollerimizi yapıyoruz. Yolcuları gözlüyoruz sürekli kabinde olağandışı herhangi bir duruma karşı. Bu arada gözüm çıkış kapılarının kollarında. Neyseki normal gözüküyor. Uçak hafif sallanmaya başlıyor, umarım küçük bir türbülanstır. Sallantı artıyor, kemer ışıkları yanıyor. Amir, yolcuların oturması gerektiğini ve galleyleri emniyete almamızı bildiren anonsunu yapıyor. Rehber hemen ardından yırtık boğaz tellerini zorlayarak uzunca birşeyler anlatıyor. Sallantı daha da artıyor. Tüm kabin ekibi seferber olarak yolcuları oturtmaya çalışıyoruz. Yolcular gayet sakin, yavaş bir hareketle oturuyorlar. Aralarında direnenler var, onlara rehber müdahale ediyor. ‘Sigara İçilmez - No smoking’ ışıkları yanıyor. Bu, kabin ekibine bir işaret bizim de oturmamız gerekiyor. Uzun gövdeli, dört motorlu uçağımız aşağı-yukarı , sağa-sola hayli sallanıyor. Biz son kalan yolcuları oturtmaya çalışıyoruz. Türbülansın uçağı düşürmeyeceğini ancak şiddetliyse kafa, kol veya bacak kırabileceğini biliyorum. Yolcularımızda hiçbir korku ve panik ifadesi yok. Yerimizi alıp kemerlerimizi bağlarken “bence bunlar havada uçtuklarının bile bilincinde değil” diyor İzlandalı steward. Türbülans düşündüğümden uzun sürüyor. Aklıma güzel düşünceler getirmeye çalışıyorum. Kedim kucağımda, annemle kahvelerimizi içiyor, yine sıcak sohbetlerimizden birini yapıyoruz, gözlerim doluyor. Bunu yapmamam gerekir, bir ay eve dönemeyeceğim. Annem ne yapıyor şu an acaba? Istanbul’da saat kaç? 12.000 metre yükseklikte 253 Afrikalı ve bir takım İzlandalı insanlarla kemerim bağlanmış olarak oturduğum ortamı hayal bile edemez. Türbülans hızla alttan vuruyor bu kez. Uçağın tavuk-tuvalet karışımı kokulu gerçeğine dönüyorum. İkinci servis daha rahat geçiyor. Yolcular bize, biz onlara alıştık gibi. Üstelik ikinci serviste tavuk ve kemikleri yok! Ama tuvaletler içler acısı bir durumda. Kabin içi kokuyu biraz olsun bastırır düşüncesiyle koca bir kolonya şişesiyle kabine çıkıyorum. Ben önden, arkadaşım arkadan ellerine dökerek ilerliyoruz. Tüm yolcular sözleşmiş gibi ellerini uzatmış bekliyorlar. Siyah kafaların önlerinde uzatılmış bir çift beyaz avuç tüm kabin boyunca parlıyor. Ellerine kolonya döktüğüm kadınlar gülümsüyorlar, beyaz dişleri çıkıyor ortaya. İçlerinde ne güzel kadınlar var.. Erkekler nedense pek ciddi. Cidde havalimanı için alçalmaya başlıyoruz. Rehber mikrofon elinde son kalan sesiyle iniş ve sonrasına dair bilgiler veriyor “Sigara İçilmez” ışıkları ve kabin ekibine gelen anonsla beraber yerime oturup bağlanıyorum. Uçsuz bucaksız Kral Aldulaziz havaalanının terminal kubbeleri uzakta belirmeye başlıyor. 50 derece Cidde sıcağında terminal bu mesafeden hareket eden şekiller gibi gözüküyor. İniş takımları açılıyor, pist başı hemen karşımızda demek ki. Kaptan sert bir iniş yapıyor, uzun pist mesafesini sonuna kadar kullanarak duruyor. Yolcularda hiçbir tepki yok! Yolcularımızı uğurluyoruz, bu kez itiş kakış yok, yeni bir ülkeye gelmenin merakı ve sessizliği içinde merdivenden iniyorlar. Bazıları iner inmez eteklerini kaldırıp orda çömeliyorlar! Olamaz! Yoksa yine mi tuvaletleri geldi! Ciddeli yer personeli tecrübelerinden olsa gerek rehberle beraber hemen müdahale edip yolcuları bekleyen otobüslere yönlendiriyorlar. Amir uçuşu bitirmenin rahatlığıyla hepimize esprili bir teşekkür anonsu yapıyor. Boş kalan kabine bakıp temizlik ekibi için üzüntü duyuyorum. Üstüme çeki düzen vermek için kokpit’in kullandığı tuvaletin aynasında kendime bakıyorum. Görüntümden memnun kalmıyorum ama bu uçuşu başarmanın gururunu duyuyorum. Bir ekip otobüsü yaklaşıyor uçağa. Bu yeni ekip bizimkiler! Türkiye’den Suudi Havayollarıyla Cidde’ye önceden gelen ekip olmalı. Merdiven başına çıkıp el sallıyoruz. Temiz üniformaları, güzel kokulu parfümleri, taze görüntüleriyle uçağa çıkıyorlar. Çok neşeliler, gülücükler saçarak ekibimizle tanışıyorlar. “Nasıl geçti? Yolcularınız nasıldı?” “Çok iyi geçti. Her zamanki gibi. Yolcular işte!” diyoruz. Yorum yapmadan uçaktan inip ekip arabasına yerleşiyoruz. Uzaklaşırken arkamızı dönüp bir süre uçağımıza bakıyoruz. Hepimiz ayni şeyi düşünüyormuşuz gibi birbirimize gülümsüyoruz.
YorumlarEla Uluhan
{ 31 Temmuz 2008 07:01:02 }
Eline, kalemine, aklına sağlık Pinar Özkan. Havada olmak, orada 'yaşamak', ucaklara inip binen yolcuların pek ayırdına varmadıkları, bambaşka bir dünyayı solumak demek. Büyüleyici yanlari da var (büyüyünce merak etmekten vazgeçmemiş olanlar için), kaldırması zor, çok zor gerçekleri de...
Yazılarını lütfen sürdür. Selin Dumanlı
{ 25 Temmuz 2008 15:24:22 }
Cok keyifle; sonunu merak ve ilgi ile okudum!Anılarınız ile birlikte hayatın garip ve ilginç yanlarını hoş bir şekilde yaziya dökmüşsünüz!
Diğer Sayfalar: 1. 2. Elinize,akliniza sağlık. Yazılarınızın devam etmesi dileğiyle.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|