|
|
Benim Ankara'mKategori: Yaşam | 15 Yorum | 15 Mart 2009 09:25:59 Kim bilebilir ki Ankara'yı benim kadar. Kızılay'daki gökdelenin temelinin atıldığı günü bilirim. O zamanlar Konur Sokak`da çocuktum. Konur - Karanfil Sokaklarla Meşrutiyet Caddesi'ni bisikletimle turlardım. Ya da patenimle kayardım Yüksel Caddesi'nden aşağı.
Yüksel Caddesi'nin Karanfil Sokak ile kesiştiği köşede sarı boyalı bir ev vardı bahçesi güllerle bezeli. Sanırım o ilk ev hayalimdi benim olmasını dilediğim. Ne kadar mutlu idim gökdelen tamamlandığında, artık gelişmiş bir ülke olarak görüyordum Türkiye'yi kolay mı işte bizim de Amerika daki gibi gökdelenlerimiz oluyordu. Hele o Gima yok mu, ne müthiş şeydi o öyle içinde kendimi kaybettiğim. 'Günaydın Gazetesi'nde bile çıkmıştı haberi 'Gima Güzelleri' diye, gerçekten de birbirinden güzel genç tezgahtar kızlar mutlulukla gülümsüyorlardı objektiflere. Bir ayrıcalıktı o zamanlar Gima`da çalışıyor olmak demek ki. Kim bilebilir ki Ankara' yı benim kadar. Ilgaz vardı mahalleden arkadaşım, bana ilk bisiklete binmeyi öğreten, bir kadının bacaklarının arasına ön tekerimle girdiğimdeyse sırra kadem basan. Hep arkadaş kaldık Ilgaz' la, ta ki o gencecik bir teğmenken üreden ölene kadar. Bir de Özden vardı Ilgaz' a aşık, Ilgaz top oynarken onun hırkasını ceketini falan tutar öyle beklerdi, sonradan duydum hakim olmuş. O da, bu gün benim gibi Ilgaz'ı hatırlıyor mudur acaba? Bir ara da Seyranbağlar`ında Başcavuş Sokak`da oturmuştuk. O sokakta bir de Amerikalıların lojmanları vardı ve de Amerikalı bir arkadaşım, o günlerde öğrenmiştim dünyada Türkçeden başka dillerin de konuşulduğunu. Yine o zamanlar mavi bir hiloupum olmuştu, bir de bugünkü kaykaylara inat çelik tekerlekli güzel mi güzel bir tornetim. Bayılırdım tornetle kaymağa. Zaman zaman babamla eve yakın bir tepeden uçurtma uçururduk. Ne yazık ki artık o tepe de yok, hep ev oldu oralar. Bir de Uzun Otel vardı Dışkapı'da. Babam bir Paris dönüşü orada uzunca bir süre kalmıştı. Eğer yanlış hatırlamıyorsam onun arkasındaki dik yokuşta da muhteşem manzaralı bir ev vardı ve Coşkun Ağabeyim anne ve babası ile orada otururdu halamla evlenmeden önce. Sonra evlendiler ve şu an adını hatırlayamadığım ama 96 ların tam arkasındaki sokakta oturdular. Bir İncesu Deresi vardı aralarında. Ta ki sel gelip de İncesu deresi yatak odalarına girene kadar... O da sarı boyalı bir evdi ve hala sarı boyalı olarak aynı noktada durmakta. Ancak ne yazık ki İncesu Deresi artık yok, dereyi islah etmek yerine kapattılar, üzerinden bir de yol geçirdiler. Kim bilebilir ki Ankara'yı benim kadar, örneğin yine halamların oturduğu İlkiz Sokağı, Cihan Sokağı, Yukaruç Apartmanı'nı. Oradaki arkadaşlarım daha çoktu. Bir Cüneyt vardı örneğin Nurhan Damcıoğlu'nun kardeşi, bir de Cenap, duvar üstünde gazoz kapakları ile yılan oynadığım. Yaaa evet Yukaruç apartmanında otururduk o günlerde. Bizim altımızdaki katta Mithat Akaltan otururdu karısı Ayten Hanım, çocukları Murat ve Neşe ile birlikte. Mithat Bey Opera da orkestra şefiydi, Ayten hanım ise gördüğüm en güzel kadın. Ama dudaklarını taşırarak öyle bir koyu kırmızıya boyardı ki onu her gordüğümde 'keşke böyle boyamasa'lar geçerdi içimden. Onların karşısındaki dairede ev sahibimiz Avni Bey, karısı Selma hanım, çocukları Ayşegül ve Ahmet. Selma Hanım da çok güzel çok zarif bir kadındı,şimdi düşünüyorum da onda hafiften tacını bırakmak zorunda kalmış hüzünlü bir Süreyya hali de vardı. Bir de Safiye teyzeyi hatırlıyorum o günlerden. Apartmanın arkasında kapıcı dairesi gibi bir yerde kiracıydı. Çok yaşlı idi, bana sorsaydınız o günlerde, 100 yaşında falan derdim herhalde, askermiş torunu onunla birlikte gelmiş Ankara`ya, askerlik bitince döneceklermiş memleketlerine. Öylesine yalnızdı ki Safiye teyze, onunla birlikte olmak hep çok hoşlandığım bir şey oldu, ayrıca ben ilk kağıt oyununu da Safiye teyzeden öğrenmiştim. Konken. Belki inanması güç ama Yukaruç Apartmanı hala Sıhhiye Cihan Sokak”da biliyor musunuz? Ben biliyorum. Çünki benim sevdiklerimi benden uzak olsalar da yoklama alışkanlığım var. Bu aptal döküntü bir apartman da olsa. Bir de 'Anneler Apartmanı' vardı Bayındır Sokak`da. Hala o da yerli yerinde Yukaruç Apartmanı gibi. Biz en üst kattaki iki daireden soldakinde otururduk. Üst daireler dubleksti. Çok güzel bir daireydi. Evimizin balkonları hemen yanımızda bulunan Azot Sanayii ne bakardı. Yani cam cama idik neredeyse Azot Sanayii ile. Bir de orada çalışan Emel abla, uyanınca ilk işim perdeleri açıp ona günaydın demekti. Haa bir de soyadını ısrarla gizleyen mahalle arkadaşım Namık'ı hatırlarım o günlerden, yıllar sonra öğrenmiştim soyadını. Mandal. İlk köpeğim Dalton da aynı evde yemişti babaannemin yatağını. Kim bilebilir Ankara’yı benim kadar. Her hafta sonu birbiri ardına Nejat ve Benay ile birlikte gittiğimiz sinemaları. Ankara Sineması'ndan başlardı turumuz, ardından Büyük Sinema ve Ulus. 'Sokak Kızı İrma', 'Tomasina', 'Vahşi Masumlar' hep Ulus Sineması'nda gördüğüm filmlerdi. Ankara Sineması daha çok Hitckok takılırdı; 'Kuşlar' ya da 'Sapık' gibi. Çankaya Sineması ise henüz kocaman bir arsaydı o zamanlar. Çok geçmedi, Coca Cola'nın yaşamımıza girdiği günlerde o da açıldı . İlk filmi 'Mata Harry' . Başrolde Simon Signoret. Sinema girişinde bir de pastanesi vardı 'Kilim'. Kilim' de de bir müzik dolabı, 'Adieu joly Candy' i defalarca dinlediğim. Ve Goralı, Ali Nazmi Pasajı`nın Sakarya girişindeki o minicik dükkan ve onun o hala tadı damağımdaki pabuç kadar sandviçeri. Sahibi mi idi bilemiyorum ama o kasadaki şişman yaşlı adamı çok severdim hiç sebebsiz. Evet bir de Ali Nazmi Pasajımız vardı o günlerde , Bulvar girişinde de Papağanlı Eczane. Gelip geçerken papağan sevmek için içine daldığım, ama o hep ısırırdı beni, dostluktan anlamazdı pek, belki de kendisini o tüneğe mahkum eden sahiplerinin cinsinden olduğumdandı kim bilir? Ali Nazmi Pasajı'nda kimler yoktu ki, birbirinden güzel fantazi şapkaların yaratıcısı 'Faize Sevim Modaevi' örneğin. Burnumu dayardım camına ve o inanılmaz güzel şapkaları hep kendi başımda hayal ederdim. Belki de o günlerden kalmadır şapkalara merakım. Takamasam da şapka almaya doyamıyorum bu gün bile. Yine bulvardaki 'Şık Düğme'. Tam üç katlı. O zamanlar yalnızca düğme ve kemer tokası satar, ya da annem gibi zor beğenenlere ısmarlama yapardı. Şimdi hala var mıdır? Var ise nerededir hiç bilemem. Bulvarda gökdelenin hemen önünde yer alan Amerikan Haberler Merkezi de sarı boyalı 3 katlı hoş bir binaydı. O zamanlar Amerika'dan korkulmadığından olacak, boyuna kırarlardı binanın ön tarafında yer alan vitrin camlarını. Bir de Amerika'lıların arabalarını yanlarından geçerken tekmelek çok modaydı. Devir, Ulus’taki 19 Mayıs Stadyomu'na tenis oynamaya giderken, elimizde raketler üzerimizde tenis kıyafetleri ile belediye otobüslerine binebildiğimiz devirler. Kim bilebilir ki Ankara'yı benim kadar. Örneğin Babaoğlu Apartmanı'nı. Evet Babaoğlu'nda oturuyorduk ben İlkokula giderken. Meşrutiyet Caddesi'nde kocaman bir tuhaf apartmandı Babaoğlu. Minicik daireleri vardı bir odalık falan ve tam üç tane de girişi. Altında 'İntim', gece kulübü. Nermin Teyze komşumuzdu, üç tane kızı vardı Nermin Teyzenin, Deniz, Efser ve Dilek. Dilek arkadaşımdı. Efser bir Amerikalı ile nişanlıydı, Wilson. Boyuna kavga ederdi adamla. Kafasına Piyex den getirdiği hediyeleri falan atardı. Sonra Amerika ya gitti, artık o nişanlı ile mi bilemiyeceğim. Deniz ise babamın tıngırığı. Onu da çok severdim. Bana 12. doğum günümde harika bir İspanyol kıyafeti dikmişti. Beyaz farbalalı bir bluz ve altında kat kat kırmızı bir etek. Suphi Ağabey fena halde aşıktı Nermin Teyze ye. Nermin Teyze ise henüz özelleştirimemiş olan Petrol Ofis' nde çalışırdı o zamanlar ve pek yüz vermezdi Suphi Ağabey'e. Ne iyi adamdı o oysa. Bir kere hayatımda gördüğüm en uzun boylu adamdı, sonra çok hassas ve de gerçek bir ozandı. Ancak Nermin Teyze nin oldu basılan ilk şiir kitabı. Mavi kaplı küçük bir kitaptı 'Liman Meyhanesi'. Onun kapak resmini babam yapmıştı, el yazısı ile yazılan 'L' harfi bir yelkeni andırıyordu harflerin geri kalanı ise tekneyi. . Suphi Ağabey in dışında bir sürü renkli arkadaşı vardı babamın bizi ziyarete gelen. Örneğin bir Atilla Varanserçek vardı revüler düzenleyen, sonra motosiklet canbazı Gül Abla, Gençlik Parkı'nda duvarda motsiklet sürerek kazanırdı hayatını, sonradan Almanya ya gitti Gül Abla döndüğünde erkek olmuştu, yanında esmer bir kadın; nişanlısı! Selim Ünokur operacı idi, bayılırdım ona da, ne güzel şarkılar söylerdi Selim Ağabey. İlk operaya onun oyunuyla adım atmıştım 'Yenufa'. Sevdim mi? Hayır. Bir de Talha isminde babası Osmanlı Paşası belki 1000 yaşında tuhaf bir adam hatırlıyorum o günlerden. Dört dili anadili gibi konuşan Sorbone Mezunu bir adam. Ama çalışma özürlü. Yolda görseniz dilenci sanırsınız. Terkedilmiş arabalarda falan uyur, aç kalma tehlikesine karşı da ceplerine mutlaka yumurta sokuşturur. Okula Kumrular Sokak'daki Namık Kemal İlkokulu'nda başladım. Önce Çankaya Kaymakamlığı'nda şeker üzerine damlatılmış çiçek aşısını yedikten sonra tabii. O zamanlar tek katlı idi okulum, şimdiki gibi değildi. Bir yıl sonra bizi okulun arkasında yapılan yeni binaya geçirdiler ve adını da Namık Kemal İlkokulu koydular. Artık Namık Kemal Ortaokulu olmuştu ilkokula başladığım bina. Okulda 'Kızılay Kolu' idim, gururla taşırdım beyaz zemin üzerindeki kırmızı hilalden pazubentimi. "Ah birisi düşüp yaralansa da ben de ona baksam" tek dileğimdi o günlerdeki... Bir de okulumuzun önünde kalem satan beyaz sakallı bir dede geliyor gözümün önüne. Nasıl güzel kokardı o ihtiyarcık anlatamam, kullanma fırsatı bile bulamadığım ne çok kalem satın almıştım ondan. Muazzez Çayıroğlu idi öğretmenim. Onunla ilk kez Muhteşem Öksüzcü'nün Hanımeli Sokakta'ki evinde karşılaşmıştım. Tabii öğretmen olduğunu öğrenince onu orada hemencecik seviverdim. Aradan çok değil bir kaç yıl geçecek Muazzez Öğretmenin kocası Şeref Çayıroğlu, Ankara Devlet Konservatuarı`nda benim okul müdürüm olacaktı. İki oğulları vardı Çayıroğlu çiftinin. Ertuğrul ve Hakkı. Ertuğrul Çayıroğlu tanınmış bir müzisyen oldu. Kızı Mine Çayıroğlu da oyuncu. Hakkı'nın kocaman gözlükleri ve sapsarı saçları vardı. Onun hakkında tüm hatırladıklarım bunlar... Ancak Muhteşem Amca'yı unutmam mümkün değildi. Çünkü o kendisini unutturmayacak kadar büyük bir adamdı. Gerçekten adı gibi muhteşem bir adam. O kadar büyük ve şişmandı ki.., Zamanın usta gazeteci ve yayıncılarındanmış . Belki o zamanlar da öyleydi de ben bilmiyordum. Muhteşem Amca'nın çok yakışıklı bir oğlu vardı Vecdi. O zamanlar çakı gibi bir deniz subayı Vecdi Ağabey. Ve de ondan ayrı düşünemediğim kurt köpeği. Kontes. Muhteşem Amca, tüm o ürkütücü görüntüsünün altında inanılmaz yumuşak bir yürek taşırdı.. Bir keresinde okuduğu kitaptan öylesine etkilenmişti ki, yüksek sesle hüngür hüngür ağladığına bile tanık oldum. Yalnız ne yazık ki onun o zarif eşinin adını bir türlü hatırlıyamıyorum. Tek bildiğim, geçenlerde kaybettiğimiz yılların oyuncusu İsmet Ay'ın ablası olduğu. Öksüzcü ailesinin değişmez konukları arasında bir Pipo Rıfat vardı, o zamanlar Boks Federasyonu Başkanı idi sanırım. Bir de Baha amca. O da inanılmaz bir adamdı. Ruh falan çağırır koca masaları havalandırırdı hiç el sürmeden. Tam bir İstanbul Beyefendisi idi Baha Serencebay, yıllar geçecek ve ben bir gün, Istanbul Beşiktaş' taki Serencebey Yokuşu`nun, adını Baha Amca'nın ailesinden aldığını öğrenecektim. Televizyon pek yok o zamanlar, Ankara Televizyonu deneme yayını yapmakta Mithatpaşa'da bir bodrum katında. Sık sık yayın kesildiği için 'necefli maşrapa' televizyonun en tanınan objesi. Bir de karikatürize edilmiş şişman sempatik bir trafik polisi var, kolları iki yana açılı, ağzında da bir düdük. 'Lütfen Bekleyiniz'. Mete Akyol hafta sonları 'Ankara'daki Meşhurlar' diye bir program yapmakta. Ve o programdan iyi hatırladığım Ankara'daki iki meşhur; Filiz Akın ve Gönül Yazar. Zafer Cilasun ile Jülide Gülizar haberleri sunmakta. Radyo popülaritesinden pek bir şey kaybetmemiş henüz. Pazartesi akşamları 'Mikrofonda Tiyatro' efek Tahsin Temren. Cumartesi sabahları 'Dilek Pınarı'. Erol Büyükburç, Berkant ve Ajda'nın en şaşaalı dönemleri. Sümer Sokak 32 numara, 'Poyraz Reklam'. Ve babamın göbek programlarını yazdığı 'Unutulmayan Hatıralar'ın yaratıcıları Ahmet Şalih Sencer ve Türkan Poyraz. Babamın yarattığı kahramanlardan birisi 'Dedektif Nik' ise diğeri de 'Aslan Mustafa' idi. Her iki kahraman da radyonun reklam kuşaklarının göbeklerinde arzı endam ederlerdi. Yine o günlerde babamın Mikrofon 1 için uyarladığı 'Devamı yarın akşam' kuşağından bir örnek; Agatha Cristie ve onun 'On Küçük Zenci' si. Acıklı Türk filmleri de 'in' o günlerde, "öyle güzel filmdi ki bir ağladık bir ağladık" filmin iyi gişe yaptığını kanıtlayan büyülü sözcükler. 'Susuz Yaz', 'Hıçkırık', 'Boş Beşik', 'Yılanların Öcü' hep o çok ağladık filmlerden. O zamanlar Türkan Şoray'ın bile burnu orijinal. Kızılırmak ile Akay'ın kesiştiği köşede Mükrime ve İhsan Seler'in 'MİS' Apartmanı. Bir güzel apartman ki hiç sormayın. Beş katlı çift pencereli ve de 'Hislon' marka asansörlü. Hemen altında 'Kuaför Üzeyir', o zamanlar tabii. O zamanlar diyorum çünki bu zamanlarda o apartman da yok artık. Yerini çirkin, zevksiz bir hemcinsiye değiştirdi değişterecek. Belki de çoktan değiştirdi de benim haberim yok. Zira onu son gördüğümde hiç acımadan böğrüne böğrüne vuruyorlardı kazmayı. Olgunlar Sokak’da İhsan Önal Hastanesi, Didem 'in doğduğu yer. Ve yine Olgunlar Sokağı'nın başında Kulüp Feyman var. İlhan Feyman ve onun o büyülü saksafonu. Tek kelime ile muhteşem bir ikili. İlle de Ilsılenzio. Nasıl muhteşem bir şehirdi o zamanlar Ankara. Sözünü ettiğim yıllar Gençlik Parkı'nda Mehmet'cik ve Murat'cık trenlerinin tur attığı dönemler. Göl Gazinosu'nda kadınlar matinesi, sahnede Nesrin Sipahi. Muammer Karaca tiyatrosu oyun üzerine oyun koyuyor Gençlik Parkı'nda. Tunalı Hilmi 'de adını unuttuğum bir başka tiyatro; Yılmaz Gruda başrolde, 'Makbet 63'ü oynuyor. Demek ki 1963 yılı olmalı. Ankaralı olmak bir ayrıcalık o zamanlar. Sanatla, kültürle içiçe olmak demek. İstanbul'un bile taşra sayıldığı dönemler kısacası. İstanbul'da tutulan her oyun Ankara da rağbet görmiyebiliyor, öyle süzme Ankara' lının sanat anlayışı.Konur Sokak da 'Mülkiyeliler Birliği', Selanik Caddesi'nde 'Sanat Sevenler Kulubü', Tunus Caddesi'nde 'Kırmızı Pabuçlar Bale Okulu'. Akay'ın hemen paralelinde 'Süreyya, Kumrular'ın köşesinde 'Şanso Panso' ve tüm bulvar boyunca birbirinden güzel Bulvar Kahveleri... Bade, Yaprak, Penguen, Flamingo, Café ve niceleri, Yüksel Caddesi'nin köşesinde 'Restoran Cevat', Gökdelen de 'Set Kafeterya',en tepede 'Klüp X'. Ankara Tren İstasyonu'nun hemen bitişiği 'Gar Gazinosu'. Kızılay bulvarda Tansel. Tansel'de plakların kapış kapış gittiği günler. Adamo'lar, Gilbert Beco'lar, Cem Karaca'lar, Ersen'ler, Berkant'lar yok satıyor.Ama ille de 'Samanyolu'. Ve kebapçılar; Cebeci Dört Yol'da 'Kukla', Cihan Sokak'da 'Kebap 49'. Tunalı Hilmi'de 'Annem Restoran', 'Piza Pino' ve bir şarküteri, çavdar ekmeğimizi hep oradan aldığımız 'Kral Çiftliği'. Bulvarda 'Sandviç', Kızılay'ın göbeğinde 'Piknik' ve onun muhteşem sosislisi. Sıhhiye'deki Adliye Sarayı'nın yerinde Tekel Depoları var o günlerde bir de Tekel çalışanlarının lojmanları. Enerji Bakanlığı, Bakanlıklarda, bugünkü Yargıtay binasında, Pertol Ofisi Kocatepe Camii nin oralarda bir yerlerde. Ama camii falan yok daha. Tepeyi yok etme aşamasındalar henüz, camii yi kondurmak icin patlattıkları her dinamitle Petrol Ofisi'nin camları şangur şungur. Bu günkü Garajlar ın oldugu yer ise arpa tarlası, sahibi ise Atatürk Orman Çiftliği'nin Bira Fabrikası. Gerçekten bir de koskocaman bir Atatürk Orman Çiftliğimiz vardı o günlerde. Faytonlarımız da vardı tren istasyonu ile Hayvanat Bahçesi arasında gidip gelen. Haaa bak nereden nereye bir de Bakanlık - Ulus dolmuşları, kocaman burunlu siyah, ön panelleri tahtadan çok yaşlı ama dünya güzeli Amerikan arabaları,Humpery Bogart'ın filmlerinden fırlamış gibiydi hepsi de. Bir de öksüre sarsıla gitmeseler. O zamanlar Kızılay’da gerçek bir Kızılay binası var. Dünya güzeli iki katlı sarı boyalı bir yapı. Önündeki gönderde kızılay bayrağı dalgalanan koskoca bir park içinde. Bahçelievler, adı üstünde hep tek ya da iki katlı evlerden oluşan bir güzel semt. Kuğulu Park, en azından 3 nesil kuğu ailesine ev sahipliği yapan kocaman bir park o zamanlar. O zamanlar insanların ve kuğuların arabalardan daha çok sevildiği yıllar. Ve yine o zamanlarda çöpler bu günkü gibi naylon torbalara konulup ağaç diplerine bırakılmıyor Ankara'da, belediyenin modern çöp kaymonları var, çöp tenekeleri el değmeden kamyonun kıskaçları ile tutuluyor ve kamyona silkelendikten sonra yine yerlerine yerleştiriliyor, tıpkı uygar ülkelerde olduğu gibi. Ve...Ulus’da bit pazarı Amerikalı'ların yırtık blucinlerini satan eskicilere avuç dolusu para döken görgüsüzler. Evet bunlar da yok değildi ama sayıları öylesine azdı ki... Ancak ben, şimdiki Ankara'yı artık tanımıyorum. Onun için de bu yazıyı nasıl bitireceğimi bilmiyorum. Dilerseniz Ankara'nın bugünkü haline bir bakın ve benim yerime artık bir zahmet bu yazıyı siz bitirin. Ya da daha iyisi benim Ankara'ma hiç dokunmayın, siz de oturup kendi Ankara'nızı yazın. Kim bilir herşeye rağmen siz de yazacak güzel bir şeyler bulabilirsiniz belki. Şule Sencer Töreci 15 Mart 2009 Tasmania
Yorumlarpars
{ 21 Mart 2009 09:18:19 }
kutlarim ,ayni yaslarda ayni sokaklarda dolasmisiz saniyorum , cok guzeldi , o cocukluk gunlerime donmek, o eski ankarayi sizin yazinizda bulmak ,, kahveler, gorali, piknik , piza pino . sokaklar kose baslari , cok guzeldi , kutlarim sizi
eski anilari burada gormek guzel olacak , hosgeliniz a yoruma deniz kızı
{ 19 Mart 2009 13:13:56 }
herkesin bir ankara'sı var. şimdiki gençlerin de... onların ankara'sını merak ediyorum. keşke buralara bir yerlere onlar da yazsa.
ankara`yı b ir de Barış Bıçakçı'dan okumalı. onun öykülerinden, romanlarından! istanbul'un bir sait faik` i varsa ankara'nın da bir barış bıçakçı'sı var. lütfen okuyun onu! Şule hanım yüreğinize sağlık. kendi ankara`nızı ne tatlı bir dille paylaştınız bizlerle... benim ankara'mda ulucanlar, çıkrıkçılar yokuşu, kale ve anadolu medeniyetleri müzesi biraz da mezun olduğum üniversie bir kara delik gibi yer alir. onlardan geriye ne kaldı? pis, eski, kalabalık ama hala aynı yerde duruyorlar. kale ici.... bir başkentin değil de anadolu'nun zavallı bir kasabasının zavallı bir yerii gibi. kale içinde güzel şeyler yapılmıyor değil. hemen kale çıkışında koç bir müze açmış. küçük ama çoook güzel! hamamönünde restorasyon yapmışlar. evet. hoş. ama kale içinde dolaşırken, milletvekillerinin kırmızı ceylan derisinden koltuklarda oturdukları bir cumhuriyetin başkentinin, kaç yüzyıllık tarihi olan göbeğinde değil de, zavallı az gelişmiş bir sömürge ülkesinin herhangi bir yerinde dolaşıyor gibi oluyor ya insan! işte kahroluyor o zaman. o çocukları, o yoksulluğu, o çile yüklü kadınları, 800 yıllık bir camiinin etrafında görmek hele! kahrolmanın katmerlisi demek! bir başkent düşünün, en az bin yıllık bir kültür tarihi olsun, cumhuriyetin kuruluşundan kalma bir arkeoloji bir etnografya müzesi ile lutfen acik tutulan bir resim ve heykel binasi var, o kadar! ne doğa müzesi var, ne üstünde oturduğu kültüre yakışır bir sanat ve kütlür merkezi... ama her yanı alışveriş merkezleri ile, makro marketlerle dolu! şule hanım, siz böyle yürekten yazınca "bir dokun bin ah işit" oldu. kusura bakmayın. sevgilerimle, deniz kız Didem Inay
{ 17 Mart 2009 10:22:53 }
Şimdi bu anlattığın Ankaranın yerinde değil yellerin esmesi fırtınalar kopuyor...Ben o yılları bilip senin tattığın bu güzellikleri en azından kıyıcından bir lokmacık tadabilseydim eminim benim AnkaraM da olurdu ...Okurken yazını o yılların tadına öyle bir vardım ki ara ara oluşan gözyaşı damlasıyla aaaaaahhh ahh çekmemek elde değildi...Ağzına diline kalemine ki yeni ismiyle klavyene sağlık.Çok beğemdim
Coskun Inay
{ 17 Mart 2009 09:58:13 }
Sohbet niteliğinde akıcı bir dille hoş bir anlatımı var ...Hayata olumlu yönlendiren daha cok bakan bir yaz ayrıca yazar çocukluğunun en güzel yıllarını anlatıyor
nihat ziyalan
{ 16 Mart 2009 02:10:07 }
HOŞ GELDİN
Diğer Sayfalar: 1. 2. a'yorum değerli bir yazar kazandı. bu güzel yazı için teşekkürler. çin gezisini yazmanızı rica ediyorum. nice yazılara nihat
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|