|
Hava Bildiğini Okusun, Ben Bildiğimi!Kategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 03 Kasım 2008 12:47:05 Temmuz İçin yaralı Semah (2008). Kemal Özer bu son şiir kitabında Sivas Katliamına bir ağıt yakıyor. Kitabın tasarımı da yanmış kâğıtları anımsatıyor. Şiirler ise tam, dingin ama can yakan feryatlar toplamı! Duyan duyar bu acı haykırışları, duymayana zaten kimin sözü olabilir ki.
Berlin Günceleri 13 – 19 Ekim 13 Ekim, Pazartesi Hava açsam mı, kapansam mı derdinde. Artık benim de umurumda değil böyle havalar. Havayla uğramak yerine, kitabıma dalar giderim ben de. Feyyaz Kayacan’ın romanı Çocuktaki Bahçe içine çektikçe çekiyor beni. Şu ağaç türlerini ben görmedim, ama gören birileri mutlaka vardır çocukluğunda ya da yetişkinliğinde: “Yıldız ağacı, Meydan ağacı, Kırılmaz horoz ağacı, Tekerlek ağacı, Bayram ağacı, Takunya ağacı, Pilav ağacı, Sabah ağacı, Vapur ağacı, Resimli ağaç, Merhaba ağacı, Hadi hadi ağacı” (s. 93) Hava bildiğini okusun, ben bildiğimi! 14 Ekim, Salı Berlin’de bir saat uçağın içinde Frankfurt’taki sisin dağılmasını beklerken Frankfurt’a kaçıncı gidişim olduğunu hesaplamaya çalışıyordum. İşin içinden çıkamadım. İntercontinental otelinin resepsiyonundaki curcuna, telaş fuar organizasyonunu üstlenen firmanın tüm elamanlarına yansımıştı. Bana verilmesi gereken zarfın kaybolması, otobüsün fuar dönüşü yolcularla buluşamaması, yemek fişlerinin herkese verilmeyişi, oteldeki odamın bir başkasına da verilişi ve gece karşı binadaki bir başka binaya geçişim (özür yerine elma, mandalina ve nektarla bir şişe su yollamaları odama)... ve daha nice aksaklık... Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmalarını dinledim. Cumhurbaşkanının konuşmasında dışarı çıktım. Konuşma metnini dağıtmışlardı önceden. Ne kadar içeriksiz bir konuşmaydı. Açılış yemeğinde hemen hemen herkesi görüyorum. Nedim Gürsel’le kendimize güzel bir yer buluyoruz ve rakı içiyoruz hoş mezeler eşliğinde. Adnan Saygon’un Yunus Emre Oratoryosu güzeldi bence. Yerel ve geleneksel motiflerle örülü oratoryo ilahiye dönüşmemişti. 15 Ekim, Çarşamba Habib Bektaş, Zehra İpşiroğlu ve ben “Türk ve Alman Edebiyatında Entegrasyon”u ele aldık. Göçün tarihine ve bunun edebiyata yansımasına değindim örneklerle. Habib, işin sosyolojik yanını ele aldı. Zehra da “asimilasyon” üzerinde durdu. Kimi sorularla da “entegrasyon”u farklı açılardan ele almayı denedik. “Entegrasyon”, bana göre, yabancıları aşağılamak için kullanılıyor. Elli yıla yakındır burada yaşayan insanların neresini “entegre” edeceksiniz? “Asimilasyon” ise zamanla olursa olacak. Yoksa zorlamaya gerek yok. Türk ve Alman evliliklerinde çocukların bir adı ya Alman ya da Türk. Kimi aileler de yalnızca Alman adı koymaya başladı. Göç devam ediyor. Göç, elbette yazarını ve başka dalda ürün verecek sanatçılarını çıkaracaktır. Bu kaçınılmaz. Türk yayınevlerinin olduğu bölümde hareketlilik fazla değil. Doğan medya’nın olduğu yerdeki kokteylde herkesi görmek olasıydı. Akşam. Mustafa Şerif Onaran, Rüştü Asyalı, Oruç Aruoba, ben ve Özgen’le otelde kaldık, yemeği ve şarabı sürdürdük. Mustafa Şerif Onaran, belleğinin derinliklerinden ezbere ne gazeller, ne şiirler okudu ve anektotlar anlattı edebiyat tarihi için vazgeçilmez. Sonrası bir başka yazının konusu. Yatağa yattığımda geceyarısı çoktan çekip gitmişti ve ben, “ben öleceğim kimse seyretmesin” diyen Dağlarca’nın ölümünü düşünüyordum. 16 Ekim, Perşembe Fuar’ı Özgen’le fır dönüyorum. Yunanlılarla Yunan Şiiri Antolojisi üzerine bir konuşma. Sonra Heyamola Yayınları sahibi Ömer Asan’ın Türk ve Yunanlı yayıncılarla ortak projesini anlatma. İtalyan yayınevlerinde şiir kitabı arıyoruz. Sonra öğle yemeği. Otel. Havaalanı. Uçak. Berlin. Ev. Yorgunluk. Ömer Uluç’un resim sergisinin açılışına yetişemiyorum. Frankfurt’tan çok şey kalacak (mı?). Bunların ne olduğunu zaman gösterecek (mi?). Ben bir hayalle mi dolaştım fuarı? 17 Ekim, Cuma Yasakmeyve’nin (34. sayının) Günümüz Kıbrıslı Türk Şiirinden 20 Şair başlığını taşıyor. Bu ++kitapçığı şair Fikret Demirağ hazırlamış. Ada’nın kendine özgü bir şiiri var konuşması, şivesi gibi. Mehmet Yaşın, kız kardeşi Neşe Yaşın ve Fikret Demirağ’ın, Taner Baybars’ın ve bir de Faize Özdemirciler’in şiirini iyi biliyorum. Neriman Cahit, M. Kansu, Orbay Deliceırmak, Feriha Altıok, Ziya Ormancıoğlu, Zeki Ali, Hakkı Yücel, Filiz Naldöven, Raşit Pertev, Tamer Öncül, Ümit İnatçı, Gür Genç, Rıdvan Arifoğlu ve Jenan Selçuk benim için yeni sayılırlar. Peki yeni sayılmazlar aslında neden mi. Daha önce Mehmet Yaşın’ın hazırladığı çok kapsamlı Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi’nde de (1994) vardı bu şairler. “Üç Kuşak, 3 Kimlik, 3 Vatan Arasında Bir Türk Azınlık Şiiri” alt başlığıyla sunulan antoloji “Anonim Halk Şiiri”nden başlıyor “Tasavvuf Şiiri”, “Divan Şiiri”, “Yenilenme Şiiri”, “Hececi-Romantik Şiir”, “Serbest Şiir”,”Milliyetçi Şiir”, “Soyut Şiir”, “Toplumcu Şiir”, “Kıbrıslı Red Şiiri” bölümleriyle bir bütünlüğe ulaşıyordu. Fikret Demirağ‘ın hazırladığı seçki daha çok günümüz şairlerini içeriyor. “Sunu”nun son paragrafında Fikret Demirağ sözünü şöyle başlıyor: “Doğu Akdeniz’in bu adacığında da, artık Merkez’den bağımsız, kendi ‘ada’sını oluşturup dünya şiirine eklenmeye başlayan Türkçe bir şiir var!” (s. 7) 18 Ekim, Cumartesi Bütün gün çalışmaya çalıştım ama bir şey çıkmadı ortaya. Evde dolanıp durdum. Sonra, çoktandır gitmediğimiz Türk pazarının yolunu tuttuk. Sebze, meyve tezgâhlarındaki renkli dünyaya çarpıldım. Neyi gördüysem, neye dokunduysam almak istedim. Patlıcan, ıspanak, dolmalık biber, maydanoz, göbekli marul; nar, mandalina, kavun... alıp döndük. Akşama bulgurlu ıspanak pişirdik. Yoğurtla öyle güzel ve hafif bir yemek oldu ki. Akşam yine oturdum bilgisayarımın başına. Yine yürümedi. Feyyaz Kayacan’a sığındım bir kez daha: Çocuktaki Bahçe’ye. Bu kitap ne kadar da süründü durdu elimde. Aslında bir solukta okunacak kadar sürükleyici ve ilgi çekici bir roman. “Bu kaçıncı Feyzi’ydi, içimde, dayak yiyen? Bir Feyzi’nin acısı dinmeden bir başkasının ki başlıyor. ‘Mabadi’ vardı acıların. Dayaklar düşmezdi hiç annemin elinden. Ayva ağacı, koyu kabuklu incecik dallarını anneme yardımcı olsun diye mi salardı? O bir dayak ağacıydı... Hiç de azalmazdı dalları. Bir tükenmez acı ağacıydı.” (116) Annem beni hiç dövmedi. Başımda, sırtımda hiç sopa izi olmadı. Yanağımda tokadının izi hiç kalmadı, çünkü tokat nedir bilmeden büyüdüm ben. 19 Ekim, Pazar Temmuz İçin yaralı Semah (2008). Kemal Özer bu son şiir kitabında Sivas Katliamına bir ağıt yakıyor. Kitabın tasarımı da yanmış kâğıtları anımsatıyor. Şiirler ise tam dingin ama can yakan feryatlar toplamı! Duyan duyar bu acı haykırışları, duymayana zaten kimin sözü olabilir ki. “Gülün Sınavı”, “Yol”, “Bakılanı Görünür Kılmak”, “Yol Erleri”, “Ömrü Kısa Kelebekler” ve “Bir Başka Yürüyüş İçin” bölümlerinde katliamın neden unutulmaması gerektiğini de şiirlerinde kalıcı kılıyor Kemal Özer. Yıllarca yüreğinde tortulaşan ve demlenen acı ve şiir günü gelince ortaya bir bir çıkıvermiş. “Dilini düğümleyen sessizlikti bunca yıl söyleyecek olduğun sözü çünkü damarlarında taşımalıydın ey ozan, ve daha sen uyanmadan sona ermeliydi gece iki dize daha eline kalemi almadan kaldırmalıydı uykudan seni” (Sunu, s. 9) Sonra düğüm çözülür, söz ise hazırdır “dile gelmeye”. Ne kadar yazılırsa yazılsın bu kara leke silinmeyecek Türkiye’nin, o dönemin politikacılarının, yobazların alnından.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|