|
|
Başbakan Doğan'a şantaj yapıyor!Kategori: Türkiye | 0 Yorum | Yazan: Haberci | 08 Eylül 2008 18:33:19 CHP lideri Baykal, Başbakan Erdoğan'ın Doğan Grubu'na şantaj yaptığını savundu: "Bunun cezası bir yıldan üç yıla kadar hapistir. Türkiye Başbakanı'na şantajcılık yakışıyor mu?" CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Deniz Feneri davasıyla ilgili bir basın toplantısı düzenledi.
Baykal, “Toplanan yardım paraları siyasi hedefe yönelik olarak kullanılmıştır. Açık, sistemli bir aldatmaca söz konusudur” diye konuştu. Türk yargısının hala harekete geçmemesini eleştiren CHP lideri, iddianamenin sanıkların tutukluluklarının sona erdirilmesi için Türk hükümetinden baskı olduğu yönündeki bölümlerini okudu. Sanıklardan Mehmet Gürhan’ın toplanan paraların bir bölümünü Başbakan’a vermek üzere teslim ettiğini kabul ettiğini söyleyen Baykal, “Başbakan Erdoğan bunu almış ya da almamış bunu bilemeyiz. Ama onu adının da bu işe karıştığı ortadadır” dedi. AKP’nin yolsuzlukları ortaya çıktığı için Erdoğan’ın telaşa kapıldığını savunan Deniz Baykal, Başbakan’ı Deniz Feneri yolsuzluğunu örtbas etmeye çalışmak ve Doğan Grubuna şantaj yapmakla suçladı. Baykal, “Bunun cezası bir yıldan 3 yıla kadar hapisdir. Başbakan’a şantajcılık yakışıyor mu” diye konuştu.
Deniz Baykal’ın konuşmasının tam metni şöyle: Bu buluşmayı birkaç günden beri gündemin önüne geçen bir temel tartışma ile ilgili olarak düzenledim. Ortada sayın Başbakan’ın da bir parçasını oluşturduğu bir önemli tartışma var. Bu tartışmada olayın özü, gerçek niteliği, sorunun kaynağı maalesef kaybolmak üzere. O nedenle yapılan tartışmaların, ortaya atılan iddiaların tozun dumanın arkasından gerçeğin yakalanmasına yardımcı olmak için bu toplantıyı düzenliyorum. Sanki aynı Başbakan’la bir medya patronu arasında bir tartışma, bir kişisel sürtüşme yaşanıyormuş gibi bir görüntü verilmek isteniyor. Olayın niteliği kesinlikle bu değildir. İki ayağı vardır olayın. Bunlardan birisi Deniz Feneri yolsuzluğu olayıdır. Öbürü de basın özgürlüğü konusudur. Deniz Feneri yolsuzluğu son dönemde yapılan araştırmalar sonucunda Alman yargı organları marifetiyle ortaya konulmuştur. Deniz Feneri insani amaçlarla kurulduğunu iddia eden bir kuruluştur. Türkiye’de bir paralel örgüt vardır. Bu örgüt insanlardan yardım toplamaktadır ve topladığı yardımları insani amaçlarla kullanacağını ifade etmektedir. Paralar özellikle Almanya’daki Müslüman Türk toplumu içinden toplanmıştır. İnsanlar iyi niyetle, yardımseverlik duyguları içinde vatan hasreti içinde ve dini dayanışma duygularını değerlendirerek bu yardımları gerçekleştirmişlerdir. 41 milyon 600 bin Euroluk bir kaynak toplanmıştır. Daha sonra bu toplanan kaynakların Almanya’dan Türkiye’ye aktarıldığı, bazı şirketler kurulduğu, o şirketler üzerinden bu aktarma işinin yapıldığı, aktarma işinde kuryelerin seferber edildiği -ki bu hukuk dışı bir uygulamadır- ve Almanya’daki yardım paralarını Türkiye’ye intikal ettirildiği Alman makamları tarafından tespit edilmiştir. Alman savcılığı bu konuyu ayrıntılı bir şekilde incelemiştir ve incelemelerin sonucunda buradaki paraların Türkiye’ye gönderildiği, Türkiye’ye gönderilen paraların Türkiye’deki iktidara yakın bir yayın kuruluşunun televizyonun ihtiyaçlarına yönelik olarak harcandığı, gelen paraların televizyonun 3. katında bir odaya getirildiği savcılığın yaptığı çalışmalarla ortaya konmuştur. Türkiye’de tanınan, bilinen önemli kişilerin bu kaynak aktarma sürecinde sorumluluk üstlendikleri iddia edilmektedir. Olay her yönüyle fevkalade önemli, ciddi, büyük bir olaydır. İnsanların dini duyguları, dayanışma duyguları, insani yardım anlayışları istismar edilerek para toplanacak; sonra o paralar bu amaçlardan tamamen kopuk biçimde siyasi hedeflere yönelik olarak Türkiye’de kullanılacak. Bu çok önemli bir tablodur. Bir süre önce belli şirketler gelir vaat ederek, yanıltarak, aldatarak gene dini duyguları istismar ederek kaynaklar toplamışlar ve bunları yatırıma harcayacaklarını söylemişlerdi. Ama onların aslında bir yolsuzluk mekanizması olduğu ortaya çıkmıştır fakat bu yardım amacıyla toplanan bir para niteliğinde değildi. Yatırım yapmak isteyen insanların duyguları istismar edilerek o yolsuzluk yapılmıştı. Şimdi açık bir sistemle aldatmaca vardır. Bu dünyanın her yerinde bir suçtur. Bu gerçekleşmiştir. Bunun gerçekleştiğini biz nereden öğreniyoruz, Almanya’dan öğreniyoruz. Olay Almanya’da gerçekleşiyor ama olayın bir ayağı Türkiye’dedir. Söz konusu olan kişiler Türk, yardımı toplayan Türk, para Türkiye’ye aktarılmıştır, para Türkiye’de kullanılmıştır, Türkiye’yi ilgilendiren bir boyutu olduğu açıktır. Türkiye’de pek çok önemli kişinin adının geçtiği bir yolsuzluk söz konusudur. Ama Türkiye’de adli mekanizma, hukuk, savcılıklar, soruşturmalar ne yazık ki etkin şekilde işlememiştir ve Almanya çerçevesi içinde bu konu aydınlatılabilmiştir. Ve biz bilgilerimizi Almanya’daki savcılığın yaptığı çalışmalar sonucunda ortaya çıkan iddianameden alıyoruz. Almanya’da savcılık bu konuyu incelemiş, bu konuda bir iddianame ortaya koymuştur. Sanıklar Türk olduğu için, Almancaları da çok parlak olmadığı için iddiaları doğru anlayabilsinler, doğru cevap verebilsinler, doğru yargılanabilsinler diye Alman savcılığı resmi bir Türkçe iddianame düzenlemiştir. Yeminli tercümanlar aracılığıyla bu gerçekleştirilmiştir ve bu bizim elimizdedir. Şimdi açıyoruz ve okuyoruz. Olayla ilgili olarak deniliyor ki, “Milli Görüş ve AKP’nin siyasetine sıkı sıkıya bağlıymışlar. Soruşturma davası süresinde soruşturmalara defalarca siyasi etki yapılmaya, bilhassa Türk hükümeti tarafından devam etmekte olan tutukluluğa mani olunmaya çalışılmıştır.” Bunu söyleyen Alman savcı. “Türk hükümeti tarafından tutukluluğu devam edenlerin tahliyesi sağlanmak istenmiştir” deniyor. Bu Alman savcının iddiası. Nerede görüyoruz? Almanya’da hazırlanmış olan iddianamede görüyoruz. Bu birinci önemli nokta, yani buradaki olayla Türk hükümeti ilgili deniyor. İlgi şu bakımdan deniyor; bir defa buradaki insanlar iktidar ile yakın bağlantı içindeler adı geçen kişiler. Ve “Bunların tahliyesi için Türk hükümeti gayret ediyor” deniyor. Bir başka paragrafta, “2.2.2005 tarihli nitelendirilen alındı belgesinde herhangi bir meblağ yazılı olmamasına rağmen Mehmet Gürhan, Firdevs Ermiş’ten parayı Türkiye Başbakanı’na -2003 yılından bu yana Recep Tayyip Erdoğan- Güneydoğu Asya’daki tusunamiden zarar görmüş yardıma muhtaçlara dağıtılması için vermek üzere aldığını tasdik etmiş. Bu konu sanık Ermiş’in 7 kez ifadesi alınırken sorulmuş ve doğruluğu tasdik edilmiştir” diyor. Yani toplanan paralardan belli bir meblağ tutuklu sanıklardan Mehmet Gürhan’a Başbakana verilmek üzere teslim edilmiştir diyor. Bunu parayı teslim eden söylüyor, 7 defa soruyorlar, 7 defa söylüyor, “Evet” diyor. “Ben başbakana verilmek üzere bu parayı verdim” diyor. Parayı alan kim? Mehmet Gürhan. “Sen aldın mı bu parayı?” diyorlar, “Evet, aldım” diyor. “Başbakan’a verilmek için aldım” demiyor, “Bunun için bana verildi, ben de bunu aldım” diyor. Bu dünyanın her yerinde bir büyük, bomba haberdir. Bunun görmezlikten gelinmesi hiçbir demokratik, basın özgürlüğü olan hukuk devletinde mümkün değildir. Eğer böyle bir olay varsa, ne kadar gerçeği yansıtır yansıtmaz, doğrudur değildir tartışması yapılırsa yapılsın, Alman savcılığının resmi iddianamesinde Türkiye Başbakanı’na tutuklu iki sanık “Evet, ben Başbakan’a vermek üzere bu parayı aldım”, “Evet ben başbakana versin diye bu parayı verdim” diyorsa, 7 defa bunu tekrara ediyorsa, savcı da bunu iddianamesine almışsa, Türkiye’de bu daima bir haberdir. Basın özgürlüğü olan bir ülkede bunun örtbas edilmesi, bastırılması söz konusu olabilir mi? Ortada Deniz Feneri diye bir kuruluş var, onunla ilgili Almanların yönettiği bir soruşturma var, bu soruşturmada tutuklanan insanlar var, toplanan paralar var, o paralarla ilgili Türkiye’ye gönderilen, Türkiye’de televizyon kuruluşu için harcandığı tespit edilen durumlar var, bunların hepsi çok önemli, bunu görmezlikten gelmek mümkün mü? Şaşırtıcı olan bunun hala Türkiye’ye yeterince yansıtılmamış olmasıdır. Bakın bu olayın kahramanı Mehmet Gürhan. “Ben bunun için aldım bu parayı” diyor ve bütün bu organizasyonda da kilit noktada o. Başbakan geçenlerde çıktı dedi ki, “Ben Mehmet Gürhan’ı tanımıyorum.” İki gazetemiz, “Bu askerlik fotoğrafı mı?” diye, Evrensel Gazetesi “Organize işler bunlar” diye bir haber yaptı. Cumhuriyet Gazetesi 3. ya da 5. sayfasında bu resmi koydu. Başbakanla yan yana bulunduğunu ortaya koyan bir fotoğraf. Bu kişi AKP’nin, Başbakanı’n yurtdışındaki çalışmalarında devamlı başrolde olan bir kişi. Önde gelen AKP’li kişiler onu çok yakından tanır, evinde yatan kişiler vardır. Böylesine yakın ilişki içinde olan birisi. Şimdi bu fotoğraf Türkiye’deki ana medyada niye yayınlanamıyor, ben bunu anlamak istiyorum. Sorulması gereken soru, “Sen nasıl olur da, Alman iddianamesinde geçen bu olayı ürkek ürkek dile getiriyorsun değildir?”. Sorulması gereken soru, “Bu konuyla ilgili bütün ayrıntılar niçin kapsamlı bir şekilde ortaya konulamıyordur?” Başbakan bu parayı almıştır yada almamıştır, doğrudur yanlıştır, o bizi ilgilendirmez. Ama orada toplanan paraların bu amaçla toplandığı açıktır. Başbakan’a gideceğinin söylendiği açıktır. Başbakan’ın adını oradaki bu olaya karıştırıldığı açıktır. Bunun elbette bir haber olarak büyük değeri vardır, elbette bu konuyla herkes ilgilenmek, bilgilenmek hakkına sahiptir ve bu konu mutlaka kamuoyuna yansıtılması gereken bir konudur. Bu konuyu ancak biz Alman savcısının iddianamesine dayanarak söyleyince Türkiye kısmen haberdar olabildi. Böyle demokrasi basın özgürlüğü olur mu? Bu acı bir tablodur. Bu konuda tabi üzüntü verici olan şu, Türkiye’yi bu kadar yakından ilgilendiren bir konuda Türk yargı makamlarının, Türk savcılarının, Türk adliyesinin şu ana kadar somut hiç bir adım atmamış olması. Niçin acaba? Bir hukuk devletinde demokratik bir toplumda böyle bir konu Almanya ayağından mı yakalanacak? Çok acı bir manzara ve Türkiye’deki tabloyu ortaya koyan bir görüntü. İkinci boyutu da, Başbakan bu tablo karşısında çok telaşa kapıldı, çok kaygılandı haklı olarak. Birbiri ardından yolsuzluk iddiaları ortaya döküldü, Şaban Dişli olayından başlamak üzere ve devam ediyor, Batman’daki tutuklanmaya kadar gitti. Çorap söküğü gibi bir AKP’nin işin içine girdiği yolsuzluklar zinciri ortaya çıkıyor. Başbakan panikte ve telaşta. Şimdi çıkıyor diyor ki, “Bunları nasıl haber yaparsınız?” Bunların haber yapılmış olması değil yeterince haber yapılmamış olması sorgulanması gerekendir. Ve bu yönüyle de çok ciddi bir demokrasi, hukuk devleti ve basın özgürlüğü sorunuyla karşı karşıyayız. Yani neyin yazılacağına neyin yazılmayacağına Başbakan mı karar verecek. Başbakanın işine gelenler yazılacak işine gelmeyenler yazılmayacak. Böyle demokrasi böyle hukuk devleti böyle basın özgürlüğü olur mu? Yani öyle bir hava yaratılıyor ki, bu giderek korkuyorum Türk medyasına bir otosansür uygulanmasına yol açacak. “Aman Başbakan’ı kızdırmayalım, aman Başbakan’ı üzmeyelim” diye haber tercihleri kararları ona göre şekillenecek. Türkiye hiçbir zaman bu hale gelmemişti, hiçbir zaman Türkiye bu kadar teslim olmamıştı. Gerçekler açıkça ortaya çıkacak, konuşulacak cevabı varsa elbette söyleyecek hepimiz öğreneceğiz. Yani Deniz Feneri soruşturması neden örtbas edilmeye çalışılıyor, Başbakan niye bundan rahatsız? Eğer kendisiyle bir bağlantısı yoksa çıksın, açıkça “Sonuna kadar cezalandırılsın, ne gerekirse yapılsın” diye, o da onların üzerine yürüsün. Yapılmıyor neden yapılmıyor? İlişkiler, yakınlıklar, temaslar ortada. Bugün bir kaç gündür bir değerli gazetecimiz, Ankara’da bir süre önce bu televizyonun kuruluşu sırasında nasıl şu anda bu yolsuzluğun içinde adı geçen kişilerle o zaman İstanbul Belediye Başkanı olan sayın Erdoğan’ın Ankara Belediye Başkanı olan sayın Gökçek’in ve kendisinin ve TRT, RTÜK başkanının bir arada nasıl bir araya geldiklerini, “Bir televizyon çıkaracağız” diye konuştuklarını, “Canım bu para işi filan” dedikleri zaman “Para işini hallettik” dediklerini filan okuyoruz gazetelerde. Değerli arkadaşlarım, yani Türkiye geri zekalı mı? Bu olaylar böyle yaşanacak, konuşulmayacak, ürkeceğiz, korkacağız, sesimizi çıkarmayacağız ve yıldıracaklar, susturacaklar, korkutacaklar. Başbakan şimdi bunu deniyor. Sayın Aydın Doğan’a “Bir hafta süre veriyorum sana” diyor. “Bir hafta bakacağım yayınlarına, eğer beni kızdıran yayınlar yapmaya devam edersen hafta sonunda neler söyleyeceğim senin hakkında” diyor. “Bir haftada kendini toparla” diyor. “Eğer özlediğim yayıncılığı yaparsan üzerine gitmem” diyor. “Ama beni rahatsız eden yayın yapmaya devam edersen bir hafta sonra görürsün ne yapacağımı” diyor. Nedir bu bunun adı? hukukta şantajdır. TCK madde 107. bir yıldan 3 yıla kadar hapis. Yani başbakana şantaj yapmak yakışır mı? Bir hafta süre veriyor ve “Yayıncılığını toparla” diyor. “Bak basmadım resimle aferin” diyor, “Bundan sonra da basma” diyor. “Ben niye giriyorum bu işe?” diyor, “Niye aldım Sabah’ı, ATV’yi, niye alınmasını sağladım. Buradan gerekli sonuçları çıkartamıyor musun” diyor. Bu olayın temel ikinci boyutudur. Birinci boyutu yolsuzluk boyutu, ikinci boyutu da Başbakan’ın basın özgürlüğü anlayışı, şantaj yapma eğilimi, yıldırma, korkutma, basını tutsak alma çabaları. Başbakan olayın bu boyutunu gözden saklayarak “Yok neden şunu istedin, bunu istedin” diye olayı kişisel sürtüşmeye çekmeye çalışıyor. Bu tartışma sırasında da ilgi çekici bilgiler alıyoruz. Sayın Doğan “Ben rafineri ruhsatı için kendisini ziyaret ettim, param hazır, yatırım yapacağım. Türkiye için önemli bir yatırım konusu, ortaklarım var bu işin uzmanı. Ve bende burada bir dağıtım şirketine sahibim, 2 buçuk milyar dolar kaynağım her an kullanılabilir halde, ruhsat istiyorum yatırım yapmak için. Bana vermiyorlar gittim ruhsatı istedim. Bana diyor ki ‘hayır’, biz onu bizim Çalık’a vereceğiz. Sen o işten vazgeç” dediğini söylüyor. Sayın Doğan “O da girsin, ben de gireyim, serbest rekabet, yani ben bu alandayım onlar inşaatçı yaparsa yapsınlar, onlara verin ruhsat, bana da verin” diyor. Başbakan, “Hayır, hayır. Bu işin içinde Putin var, Berlusconi var, Eni var” diyor. “O nedenle sana veremeyiz” diyor. Yani Türkiye’de akıl tutulması yaşıyoruz herhalde. Bu olaylar yaşanıyor ortaya koyuluyor hiç bir şey olmamış gibi hayat devam ediyor. Yani Başbakan Türkiye’deki rafineri kurma girişimiyle ilgili olarak yabancı devlet adamlarını da, onların isimlerini de işin içine sokarak bir gruba nasıl destek olduğunu ilan ediyor. Yani gerçekten inanılır gibi bir manzara değil. Şimdi bu tablo karşısında Başbakan işin esasıyla ilgili olarak kamuoyuna net açıklamalar yapmalıdır. Bu Deniz Feneri konusuyla ilişkisini aydınlatmalıdır. İlişkisi var mıdır, yok mudur? Mehmet Gürhan’ı tanıyor mu, tanımıyor mu? Para kendisine orada iddia edildiği gibi gelmiş midir, gelmemiş midir? Kendisine mi gelmiştir, Başbakanlığa mı gelmiştir. Başbakanlık bu kaynağı kullanmış mıdır, nerede kullanmıştır? Bütün bunların aydınlığa kavuşturulması lazım. Yani Almanya’daki bu yardım kuruluşunun işin içine girdiği yolsuzluk konusunun Başbakanlık ayağının netleşmesi lazımdır ortada ciddi iddia var. Bu ilişkiler aydınlatılmalıdır tanıyor mu tanımıyor mu gerçi bu tanıyıp tanımama konusunda başbakanın söyledikleri çok güven verici olmuyor. Bu Putin, Berlusconi işini bir de Başbakan’ın ağzından dinlemek isteriz. Yani sayın Doğan kendi açısından aktardı, Başbakan’da Doğan’ın girişimini reddedip Çalık’ın girişimine destek olurken, Putin’in adını, Berlusconi’nin adını da kullandı mı? Bu konuda düşüncelerini de dinleme ihtiyacımız vardır Başbakan’ın. Bütün bu yönleriyle Türkiye aslında bir demokrasi krizi içindedir. Başbakanlar Türkiye’yi kimin ne yapacağını, kimin ne okuyacağını, kimin ne öğreneceğini kendileri kararlaştırarak yönetme konumunda olamazlar. Sayın Erdoğan’ın demokratik bir ülkede yönetimin böyle müdahalelere hakkı olmadığını anlaması lazımdır. Bu yaşanan olayların özellikle yolsuzluk boyutu bütün ayrıntılarıyla en kısa zamanda ortaya çıkmalıdır. Olay bir itişme kakışma başbakanla bir medya patronu arasında şahsi kavga değildir, olay bir yolsuzluk iddiasının örtbas edilmesi çabası içinde çığırından çıkarılması konusudur. Ve gazetelerin televizyonların ne yazıp ne söyleyeceğine karar verme çabasıdır. Buna göz yumulamaz buna sessiz kalınamaz.”
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|