|
Yamalı TürkçeKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 30 Ağustos 2008 07:07:50 Televizyon yok ya burada, rahatım. Ama Rahatı Kaçan Ağaç gibiyim de bir yandan. İktidarın ülkeyi talanı, din sömürüsü, Yüksek Askeri Şura'da irticai faaliyetlerde bulunan askeri personelin ordudan atılmaması, ümmet toplumu olma yolundaki hızlı yükseliş...
Berlin Günceleri 4 – 10 Ağustos 4 Ağustos, Pazartesi Uyuşukluk değil, sıcaktan mayışma belki. Belki de “yamalı Türkçe”nin altında gölgelik bir yer aramanın sıkıntısı. Bugünkü Cumhuriyet gazetesinin orta sayfasında “Okumuyoruz, konuşuyoruz” başlığını görünce, içime doğan sıkıntıyla boğuşmaktan yorgun düştüm biraz. Belki de ondan kendime gölge, kuytu bir yer aramam. Ülkemizde İngilizce büyük bir “tehdit” oluşturuyor. Yaz, kış da öyle ya, okumama ayı sanki. Okuyan yok, konuşan ise ne çok! Konuşan Tabelalara bakınca “Türkiye değil yabancı” bir ülkede duyumsuyorum kendimi. Gazetedeki bu önemli haber-yorumun içinde bir de küçük sözlük yer alıyor. Türkçeleri olduğu halde en sık kullanılan yabancı sözcüklerin bazıları şöyle: Ambulans-, Cankurtaran, Trend – Gidiş, Erozyon – Toprak Aşınması, Kabine – Bakanlar Kurulu, Agresif – Saldırgan, Ambargo – Yaptırım, Prestij – İtibar, Legal – Yasal, Air Lines – Hava Yolu, Pozisyon – Konum, Defans – Savunma, Spesiyal – Özel, Dekor – Süs, Süper – Üstün, Radikal, Aşırı, Servis – Hizmet, Dizayn – Tasarım, Stant – Tezgâh, Filtre – Süzgeç... Her şeyiyle kirlenen bir dünyada, dil temiz kalabilir mi sorusu hemen aklıma Edip Cansever’in “Kirli Ağustos” şiirini getirdi: Başka değil, yokluğu görmek için Kirli ağustos! gözkapaklarımı da yaktım sonunda 5 Ağustos, Salı Behçet Necatigil’in Bile / Yazdı (1979) kitabını okudum tüm öğleden sonra. “Öğle sonu yaşlılıktır biraz” dese de Edip Cansever, ben gençleştim sanki “Şiircikler, şiir uçları”yla: “Bu kitapta” Necatigil, daha önce “Kurşunkalem sivriltmeleri” başlığıyla yayımladığı “Türkçenin çok yönlü anlatım olanaklarına tanık, tek sözcükte ya da sözcükler arası anlam kaymalarına yaslanan şiircikler, şiir uçları var”. Şair önsözdeki sözünü bağlarken “Genç şair!” e de şöyle seslenir: Karıştır, oku bu kitabı! Sonra da, işte zaman silgisi, kurşunkalemle yazılmıştır, aklından sil çıkar ki, ben işine karışmış olmayayım, sen gene bildiğin gibi yaz, bildiğini oku! Yalnızca “Bile”nin açılımı için değil, “Bir şiir binasının girdisi çıktısı”, “Ben”, “Sanatçının ruh sayısı”, “Şiir anlayışım, dil tutumum”, “Şiirle savaş” ve de ünlü “Şiir burçları”, son olarak “Sesbilgisi notları” yazıları için de bir başucu kitabı Bile / Yazdı. Dilsel, şiirsel bir şenlik yaşadım ki Necatigil’le, o kadar olur! Karagöz Sanat Evi’ndeki Ahmet Sel’in Kabil Portreleri, 2002-2003 Fotoğraf Sergisi’ne gittim akşamüstü. Pakistan’da Taliban’ın ülke ve insan yıkımının hangi boyutta olduğunu görmek için bu sergiyi gezmem gerekiyormuş demek ki. İçim cız etti yoksulluğun boyutu karşısında, dini baskının toplumu ne hale getirdiğini gözlerimle görünce! Dolmuşta“Gün Salı haftanın en uzun günü / Saat diyordu, günün en güzel saatı” (Sonbaharda Bir Salı) Gülten Akın’ın bu iki dizesi aklıma geliyor. Balkonda da “Bir yıldız iliklerine kadar karanlık” diye düşünüyorum. Öyle karanlık ki gece, sırım gibi ağaçlar simsiyah. Havuz başındaki zeytin ağaçları renkli ampullerin renkleriyle gece, sahneye çıkmaya hazırlanan giymiş kadınlara benziyor. 6 Ağustos, Çarşamba Televizyon yok ya burada, rahatım. Ama Rahatı Kaçan Ağaç gibiyim de bir yandan. İktidarın ülkeyi talanı, din sömürüsü, Yüksek Askeri Şura’da irticai faaliyetlerde bulunan askeri personelin ordudan atılmaması, ümmet toplumu olma yolundaki hızlı yükseliş... Suriye Devlet Başkanı’nın eşinin çağdaş görünümünün yanında bizim başbakanın eşinin türbanlı görünümü... Gazetedeki “Enflasyon yüzde 25” başlığının kapkara ağırlığı... Edip Cansever’e sığınıyorum bir kez daha: Bir ibik, az kırmızı, giderek tanrıyı kurmalı Belki de Bir avuç kanamak üzere Yüz kiloluk bir çiçek büyüyor aramızda (Amerikan Bilardosuyla Penguen). “katıla katıla ölmek” gibi bir şey oldu yaşamak, derken, Adana’dan sevgili dost Mehmet Bacaksızlar’dan kocaman rakı dolu bir paket çıkageldi kargoyla, bir de şiirmektup: Dostum kana kana iç Bu rakıyı dostların ve ailenle. Bilki içtiğin her yudum benim (dostuma) yaşam iksiri Olsun dileğimdir dizelerim. ‘Al Hayat’ın su ölçüsü farklı bizimkinden. Bire iki koy yağ gibi insin, yarasın ve afiyet – î gül bahar olsun sana ve dostlarına. ‘Sake’ sana kısmetmiş nasıl içildiğini bilmem. Doktor; sıcağa, alkole tansiyona dikkat dese de: Benden daha gençsin aldırma. Kur akşam serinliğine çilingir sofranı ilk ve son yudumda beni de anımsa. Böyle bir dost unutulur? 7 Ağustos, Perşembe Cumhuriyet yazıyor: “Üniversite isyanda” diye. Evet, dinci iktidar üniversiteyi cezalandırmaya başladı rektör atamalarıyla. İktidara tavır alan öğretim görevlileri bir bir devre dışı bırakılmaya başlandı, bakalım kimden ne ses çıkacak. Yani, üniversiteyi “türban”a göre biçimlendirmeye başladılar. Laik kesime karşı tavrın böyle gösterilmesine AB hiç ses çıkarır mı? Onların Türkiye’nin laik olup olmamasıyla bir sorunları yok, nasıl olsa istediklerini paşa paşa yaptırıyor ya, bu yetiyor ikiyüzlü Batılılara. Behçet Necatigil, “bileyazmak”ı -Bile/Yazmak- “bilmeye yaklaşmak, gerçeği bulmak” anlamında kullanıyor. Dinci iktidar gerçeği bulmak yerine, gerçeği, gerçekliği, sağduyuyu iyice yitirmeye başladı ve bu son atamalar da bunun canlı örnekleri. “Uğramaya gelmiyor, içeri çekiyorlar, / içimi çekiyorum.” (BN) Behçet Necatgil’in kendi şiiri üstüne yazdıklarını bir kez daha düşündüm: “Ben mum alevinde pervane gibi hep aynı odakta yazdım şiirlerimi: Ev ve her günkü yaşamalar. Rilke’nin Panter’i gibi aynı parmaklıklar içinde. Toplumun ve imkânlarımın bana bağışladığı dar dörtgende gözlerimi her açtıkça karşımda büyük şehrin orta-fakir sınıf ev, aile ve çevrelerini buldum. Benim bugüne kadar varmak istediğim gerçekler, hiçbir zaman bu sınırların ötesinde olmadılar. Eşyalar ve yaşantılar bende temel, esas, çekirdek niteliğine daraldılar. Bu eşya ve yaşantıların imge süslemelerinden yana yoksullukları, kendilerini en doğal biçimlerinde, yalın halleriyle, gösterebilmeleri içindi.” (Bile/Yazdı, s. 55) Necatigil’in şiirini yasladığı bu dar çevreye dinci iktidar geldi oturdu ve yazın ortasında bedava kömür dağıtarak onları oy deposu yaptı. Halk ne kadar yoksul olursa ümmet toplumuna daha çok yaklaşıyoruz, bu apaçık ortada. Asmanın üzümleri olmuş. Kocaman bir salkımı gül makasıyla kestim. Nara kardeş geldi asma! Birkaç yıl sonra erik ve şeftali de katılacak aramıza. 8 Ağustos, Cuma “Kuran kursunda kızlara tecavüz”. Din devletine giden yolda bunların giderek artacağını kestirmek hiç de zor değil. Dini duygular kisvesi altında “Şort giyen” kızlar da “taciz” edilecek elbette. Rektör atamalarıyla “türbanın rövanşı” da alınmak istenecek. Gazetelerde İranlaşma yolunda atılan adımlar giderek artıyor. “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı”na daha ne kadar kanıt gerekecek? Gazeteyi elimden bıraktım. İncir toplamaya gittim sabah serinliğinde. Poyraz, tüm hızıyla sürüyor ve kimseyi denize sokmuyor. Üç çeşit incir ağacı kendi başlarına yaşamaya çalışıyor yeni yapılan diskonun müziğini dinleye dinleye. Mor incirler küçük, “Bardacık”lar onlardan da küçük: Bir cins daha var ki, o hem büyük, hem de en lezzetlisi. İncir ağacının dalları gevrek olduğundan çabuk kırılıyor. Ağaçların tepesindeki göz alıcı, olgun incirler için tırmanmayı göze alamıyorum düşme korkusundan. Bir merdivenle gelmeli buraya. Alttaki dallardan, uzanabildiğim yererden topluyorum yumuşak incirleri. Arada bir de ağzıma atıyorum. Geçen yıl fark ettim incir dallarının ellerimde, kollarımda çizdiği yerlerin morardığını. İstanbul hapşırsa, Ayvalık hastalanıyor! Marmara’ya yağmur yağsa, Ayvalık poyrazdan durulmuyor! Poyrazın dilediği gibi at oynattığı günlerde “satılık” levhaları çoğalıyor. 9 Ağustos, Cumartesi Sitenin genel kurul toplantısında fazla tartışma ve sorun yaşanmadı. Site, yine de ikiye bölünmüş gibi. Görünürde siyasi bir tartışma yok ama yapılan işlere karşı olan bir kesim var. Bu kesim sitede ne nerdediri bilmiyor. Neyin nasıl yapılması gerektiğinden hiç haberleri yok. Sitenin temizliğiyle falan ilgilenmediler yönetim onlardayken. Yönetim işini bir hırs ve kin kusma yeri olarak görüyorlar. Bugünkü AKP iktidarının da yaptığı bu değil mi? Gogito’nun yeni sayısı “İnsan Giyinir” başlığını taşıyor. Dergiyi sindire sindire okuyacağım ama Roland Barthes’ten “Moda Dizgesi”ni hemen bir göz attım. Bir Moda dergisindeki fotoğrafı yorumlarken “yazıya dökülmüş giysi”nin üstünde durur ünlü düşünür. Göstergebilim ve toplumbilimin arasındaki git-geli ve de farkı ele alıyor, giysili bir fotoğrafa nasıl bakmamız gerektiğini de gözler önüne seriyor. Acaba Türk şiirinde giysiyi konu edinen şiirler/dizeler var mı, diye bir soru takıldı aklıma. Berlin’e gidince bu düşüncemin peşine takılacağım. Bizimköy’deki kitaplığımdaki şiir kitaplarını şöyle bir tarayınca Z. O. Saba’nın Geçen Zaman’da (1961) yer alan “Etek” başlıklı şiirinde tam olarak bir giysiyi mi, yoksa bir anne imgesini bizimle paylaşıyor şair, bilmiyorum: “Bir hafif fısıltı, beliren bir renk, / Bir kanat, kendisi görünmez melek, / Bembeyaz kokusu: yasemin, zambak...// Her şeyi, her şeyi, senden beklemek, / Gecenin içinde yürüyen etek!... “ (1939) Ergin Günçe’in “Şapkamda yağmur içli bir şarkı söylüyor” (Gencölmek, 1964) dizesi de bir giysinin şiirde ağırlanması değil mi? Edip Cansever’in Almanya’ya giden işçileri ele aldığı “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri de unutulmamalı. Toplumumuzda açılan bir yaraya “mendil” üzerinden ustaca gönderme yapıyor şair: “Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar / Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar / Mendilimde kan sesleri” Bu küçücük araştırma beni sardı, coşkumu dizginlemeye çalışıyorum. 10 Ağustos, Pazar Sabah deniz çarşaf gibiydi ama girmedim; yalnızca uzun uzun baktım, birini bekler gibi ufku gözledim. Poyraz çekilip gitti bir yerlere, belki de güç topluyordur. Denizden gelen komşular suyun “harika” olduğunu söylüyor. Ekmek ve gazete arabasını bekleyenlerin kuyruğuna takılıyorum. Gazetemi erkenden almazsam öğlen ekmeğiyle gelen arabayı beklemek zorunda kalıyorum. Dünkü gazetedeki Pekin Olimpiyatlarının açılışına ilişkin haberi kesmiştim. Habere ve sayılara bir daha göz atıyorum: “Yapımında 45 bin ton çelik kullanılan 91 bin seyirci kapasiteli stadyumda”ki görkemli açılışı 4 milyar kişi izlenmiş. “258 bin metrekare”lik sahada “14 bin kişi gösteri” yapmış. “Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun 9 bin mensubu” da gösteriye katılmış. Açılış töreninde “2 bin 583” özel ışık kullanılmış. “Açılış töreninin 110 dakikalık müziğinin ortaya çıkmasına 18 besteci” katkı yapmış. “28 bölümden oluşan açılışta 47 stilde 15 bin 153 takım kostüm” kullanılmış. Stadyumun duvarına “2008 gülen çocuk resmi” çizilmiş. “1462 farklı noktadan yapılan havai fişek gösterisi için 600 personel” görevlendirilmiş. Böylece “Törende dünyanın en büyük havai fişek gösterisi” gerçekleştirilmiş. “Göndere çekilen Çin bayrağını ülkede yaşayan 56 milliyetten 56 çocuk” taşımış. Olimpiyata katılan “204 ülkenin bayrağını taşıyanlar arasında 61 atlet, 19 yüzücü, 17 judocu, 12 halterci, 10 güreşçi, 9 boksör, 13 kano ve kayakçı, 10 atıcı, altışar kürekçi, yelkenci ve tekvandocu, beşer basketbolcu ve masa tenisçi, 4 bisikletçi, ikişer badmintoncu, jimnastikçi, henbolcu, hokeyci, softballcu, tenisçi ve eskrimci ile birer okçu, binici, su topçu, atlayıcı, idareci, antrenör ve olimpiyat görevli”si varmış. “Tek dünya, tek düş” bu mu acaba? Olimpiyatlar barışı imliyorsa, savaşı nereye koyacağız peki? Gürcü birlikleri Güney Osetya’ya girmiş ve savaş başlamış. Haydi buyurun bakalım! Aklımda savaş tabloları, bir yandan da İlhan Berk’in sayıların şiirini yazdığı Çok Yaşasın Sayılar kitabı.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|