
Türkiye İşçi Partisi Kadıköy’ün kısa ama çarpıcı çıkışı—“Bütçenin sadece %1,5’i ile tüm çocuklara ücretsiz ve sağlıklı bir öğün verilebilir”—yalnızca bir sosyal politika önerisi değil, aynı zamanda Türkiye’de ve dünyada derinleşen sınıf uçurumuna, yoksullaşmaya ve gıda adaletsizliğine yöneltilmiş politik bir soruşturmanın kapısını aralıyor. Bir öğünlük kamusal beslenmenin maliyeti hesaplanabilir, fakat bu talebin işaret ettiği şey, bundan çok daha büyük, kamusal kaynakların kimler için, kimlerin pahasına kullanıldığıdır.
Bugün dünya çapında uzman kuruluşların raporları, beslenme krizinin özellikle çocuklar arasında yeniden tırmandığını gösteriyor. Birleşmiş Milletler, UNICEF ve Dünya Gıda Programı (WFP), kötü beslenmenin eğitimden sağlığa, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yoksulluk döngüsüne uzanan çok boyutlu etkilerini yıllardır kayıt altına alıyor. “School Meals Coalition” verileri, okul beslenmesi programlarının yalnızca açlığı değil, eğitime devamlılık ve yerel ekonomi açısından da büyük bir çarpan etkisi yarattığını açıkça ortaya koyuyor. Yani mesele basit bir yemek meselesi değil, çocukların yaşam hakkı, gelişim hakkı ve eğitim hakkı.
Bu nedenle TİP’in “%1,5” vurgusu teknik bir hesaplamadan çok daha fazlası, bir ülkenin vicdanı ile bütçesi arasında kurulan keskin bir aynadır.
Çünkü mesele şudur: Çocuklara bir öğün sağlamak için gereken para yok mu, yoksa para yanlış yerlere mi gidiyor?
Neoliberal ekonomi politikalarının belirlediği harcama kalıplarına bakıldığında yanıt açık.
Yıllardır kamusal kaynaklar, şirketlere tanınan vergi muafiyetlerine, rant projelerine, özelleştirilmiş hizmet maliyetlerine ve sermaye gruplarının çıkarlarına akıtılıyor.
Emekçi aileler ise satın alma gücünün düşmesi, enflasyonun ezici etkisi ve gıda fiyatlarının artışıyla birlikte evdeki tencereyi kaynatmakta zorlanıyor.
Böyle bir tabloda “çocuğun okulda bir öğün yemesi” apolitik, teknik bir talep değil, sermayeden topluma kaynak aktarımı talebidir. Kısacası sınıfsal bir taleptir.
Antikapitalist çerçeveden bakıldığında bu talep, gıdanın metalaştırılmasına karşı kamusal bir alan açar.
Okul yemeği, şirket tekellerinin kontrolündeki tedarik zincirlerine mahkum olmaya, yerel üretici, kooperatif ve kamusal mutfak modelleriyle yeniden düzenlenebilecek bir ekonomi alanıdır.
Aynı zamanda emekçilerin gelir güvencesi ve çocukların sosyal-kültürel gelişimiyle de doğrudan bağlantılıdır.
Bir öğün, aynı anda hem eğitim politikasıdır, hem sağlık politikasıdır, hem de sınıf politikasıdır.
Dünyanın pek çok ülkesinde bu programlar, kriz dönemlerinde dayanıklılığı artıran temel bir sosyal koruma mekanizması olarak görülüyor. Pandemide kaçırılan milyarlarca okul öğünü, çocuk yoksulluğunun nasıl hızla derinleşebileceğini ve kamusal hizmetlerin ne kadar hayati olduğunu çarpıcı şekilde kanıtladı.
Bugün küresel uzmanlık, okul öğünlerinin yasal güvence altına alınmasını, yerel üreticiden şeffaf tedariki ve sosyal politikalarla entegrasyonunu öneriyor. Yani mesele teknik olarak da çözümsüz değil, siyasi tercih meselesidir.
Türkiye açısından bakıldığında da tablo aynı doğrultuda ilerliyor. Kaynak var, ama nereye yönlendirileceği iktidarın sınıfsal tercihini ortaya koyuyor.
TİP’in ortaya koyduğu hesap, yalnızca mümkün olanı değil, ihmal edileni gösteriyor. Bir ülkenin bütçesi, değerler beyanıdır.
Çocukların aç kalmaması için gereken %1,5 bulunamıyorsa, asıl sorun kaynak kıtlığı değil, öncelik kıtlığıdır.
Bu nedenle bugün öğretmenlerden sağlıkçılara, sendikalardan mahalle inisiyatiflerine kadar geniş bir toplumsal koalisyonun bu talebi sahiplenmesi gerekiyor.
Çünkü bu mücadele yalnızca çocuklar içindir değildir. Toplumun kendini nasıl bir geleceğe hazırladığıyla ilgilidir. Seçtiği değerlerle, düzenlediği bütçeyle ve dağıttığı ekmekle.
Sonuç olarak “çocuklara bir öğün” talebi, Türkiye’de ve küresel ölçekte neoliberal düzenin görünmezleştirdiği bir hakikati görünür kılıyor. En temel haklarımız için bile her gün yeniden mücadele etmemiz gerekiyor.
Bir ülke çocuklarına sahip çıkamayacaksa, kime sahip çıkacaktır?
Bütçenin %1,5’i bir maliyet değil, adaletin başlangıç noktasıdır.
Bu yalnızca bir öğün değil, bir toplumun kendine verdiği söz olmalıdır.