|
Dardlar ve Tereyağı ÇayıKategori: Pencere | 2 Yorum | Yazan: Ercan Bekat | 26 Haziran 2008 17:12:25 Uçağın penceresinden üzerinde uçmaya başladığımız Himalayaları görmeye çalışıyorum yavaşça kaybolan sabah sisinin arkasından. Yavaş yavaş yükselen güneş görüntünün berraklaşmasına izin veriyor. Uçak alçalmaya başladığında kalp atışlarımın arttığını fark ediyorum. Havaalanının oturduğu vadinin iki tarafındaki, Mayıs ayı olmasına karşın karlarla kaplı dağlar kamaştırıyor gözlerimi.
Vadi dar ve uçak süzülerek tekerlekleri yere değiyor. O kadar da rahat bir iniş olduğunu söyleyemem. Uçağın frenlerini vücudumun her kısmında hissediyorum! Ufak, beton bir kulübeden ibaret havaalanı binasını gereken kontrollerden sonra terk ediyorum büyük bir heyecanla. Leh’teyim sonunda! Hindistan’da Kaşmir’e bağlı Ladak’ın başkenti Leh’te. Kahkahalar atıyorum için için. Yalnız seyahat etmenin en kötü yanı bu. Coşku duyduğun anları sessiz, kendi kendine yaşamak zorundasın. Ladak, diğer adıyla küçük Tibet - Ladak dili Tibetçeye cok yakın ve ırk olarak Tibetlilerle aynı kökten - diye de bilinen bu eski krallık hep ilgimi çekti. Özellikle Çin’in Tibet’i işgalinden sonra, sıranın kendilerine geleceğinden korkup gönüllü olarak diğer dev komsuları Hindistan cumhuriyetinin bir parçası olduklarını okuduğumdan beri. Himalayalar’ın tepesindeki bu küçük krallığın hiç şansı yoktu iki tarafında Çin ve Hindistan gibi iki dev ülke olunca. Hindistan’ın bir parçası olma dilekleri tek bir şartla kabul edilmiş, Hindistan cumhuriyeti tarafından; krallığın sona ermesi… Ladak kralı da pılını pırtısını toplayıp, başkent Leh’teki sarayını terk edip başka bir şehirdeki, daha ufak bir sarayına taşınıp (büyük saraydan, küçük saraya; ne yazık!..), sıradan bir vatandaşı olmuş Hindistan cumhuriyetinin yeni eki Ladak’ın. Ama halk hala krala olan saygısını sürdürüyor ve ona kral muamelesine devam ediyor. Müslüman Kaşmir’in bir parçası olan Budist Ladak, Hindistan ve Pakistan arasında bir paylaşım bölgesi olmasından dolayı süren çatışmalardan, bombalamalardan kendini uzak tutmayı da başarıp, mütevazı yaşamını sürdürüyor. 1970’lere kadar bu eski krallık yabancılara kapalıydı ve bölgenin Pakistan sınırına çok yakın olmasından dolayı duyarlı konumundan Hint ordusunun askerlerini her yerde görmek mümkün. Leh’e indikten ve yerleşecek bir pansiyon bulduktan sonra bu mütevazı Himalaya kentini dolaşmaya başladım ve yükseklik hastalığının ilk etkilerini fark etmeye başladım direkt olarak. Nefes almak zor geliyor, hava çok ince ve çok yorgun hissetmeye başladım kendimi hemen. İlk 3 günümü yerleştiğim pansiyondaki küçük odamda geçiriyorum yüksekliğe alışmak için. Yataktan kalkıp tuvalete gitmek bile maraton koşmuş kadar yorgun bırakıyor beni ama kötü dahi olsa yine de sigara içmeye devam! Havanın soğukluğundan dolayı elbiselerimin içinde uyuyorum. Sabahları pansiyon sahibinin eşi bir kova sıcak su bırakıyor kapıya banyo yapmam için. Hadi be! Bu soğukta elbiselerimi çıkarmak işkencesine katlanamam. Yalnız seyahat etmenin en güzel yanlarından biriyse her gün duş almam gerekmiyor. Kendi kokum o kadar da kötü gelmiyor bana. Tabi ki sıcak suyu getiren kadın kendimi yıkamadığımı bilmesin diye kovayı içeri alıp, sıcak suyu banyoya döküp çıkan sıcak buharın küçücük odamı ısıtmasını sağlıyorum kısa bir süre de olsa. Çok ilginç bir iklim! Güneş avazı çıktığı kadar bağırıyor dışarıda ve güneş gözlüğü takmak gerekiyor ortalıkta dolanırken ama aynı zamanda her yeri buz kesiyor. Leh’i nasıl anlatsam bilemiyorum. Himalayalara dayanmış beton, yarısı bitmiş görünümdeki iki ya da üç katli binalardan oluşan “modern” binalar ve çamur, odundan yapılmış eski usul Himalaya evleri, çatılarında rengarenk Budist dua bayrakları ve boyanıp süslenmiş tahta kısımları... Her yerde bu eski krallığın Budist olduğunu anımsatan Budist tapınaklar. Sanki ortaçağ Asyasına ait bir ülkede dolaşıyorum. Kafamdaki Tibet’e çok yakın bir havası var her şeyin. Küçük Tibet demiyorlar Ladak’a boşuna. Eskiyle karışmış soğuk kokusu var havada. Geleneksel Ladak giysileriyle dolaşıyor insanların çoğunluğu. Tibet tarzı kolyeleri, küpeleri ilgimi çekiyor direk olarak. Yak kılından yapılmış uzun kahverengi paltolu erkekler, rengârenk giysileriyle uzun silindir seklindeki ilginç şapkalarıyla kadınlar farklı bir görünüm oluşturuyor. Hintli askerlerin varlığı hissediliyor her yerde. Birkaç tane yabancı dikkatimi çekiyor, üzerlerine sırt çantalarında getirdikleri bütün giysileri giymiş gibi gözüküyorlar. İyi! Soğuktan etkilenen bir tek ben değilim. Şehrin sırtını dayadığı dağların üzerindeki eski sarayın çamurdan duvarları dökülse de, heybetli görünüşü büyülüyor insanı, şehre hakim bir konumda. Kralın eski günlerde, sabahları uyanıp sarayının pencerelerinden birinden, elinde sıcak bir kahve bardağıyla, üzerinde çizgili pijaması, saçlar darmadağın, şehre bakıp halkının ne yaptığını seyretmesi canlanıyor gözümde, kıçını kaşıya kaşıya. Sarayın daha yukarısında, şehrin yaslandığı dağlardan birinin tepesindeki yüce tapınak ve onun yanından her yöne uzanan renkli yüzlerce Budist dua bayrakları muhteşem görüntüyü tamamlıyor. Yılın 8 ayı karlar altında dış dünyaya kapalı kalan bu eski krallık kapitalizmin pek ilgisini çekmemiş, yatırım yapılacak bir yer olarak görmemişler. McDonald’s’ın, Pizza Hut’un ya da yabancı giysi şirketlerinin şubelerinin olmadığı bir başkentin tozla kaplı, soğuk sokaklarında dolaşmanın zevkini çıkarıyorum. Tabi ki Coca Cola yine de ulaşmış buraya. O güzelim yüzlerce yıllık, geleneksel binaların, dükkânların üzerinde, paslanmış kırmızı boyalı levhalardaki Coca Cola yazıları bu şehrin bu dünyaya ait olduğunu anımsatıyor. Fakir bir bölge olarak görülüyor Ladak, ama insanların mutsuz olduğunu fark etmiyorum yine de. Üşümüş ama mutsuz değil gibi gözüküyorlar bana. Ortalıkta dolasan Hintli askerler bile güzelliğini bozamıyor bu Budist şehrin. Ladak’ta, Leh’te olmak çok güzel bir duygu ve her zaman istediğim bir şeydi burada olmak ama bu gezimin başka bir sebebi daha var. Daha batıya doğru, Pakistan sınırına çok yakın bir bölgede yaşayan bir kabileyi ziyaret edip onların yaşamına gözlemci olup, fotoğraflamak. Bu kabile tarihçilerin, antropolojistlerin ilgisini çekmeye devam eden Dard’lar. Leh’in sokaklarında dolaşırken bir iki Dard insanını fark ediyorum. Onların fark edilmemesi mümkün değil zaten. Kafalarına taktıkları rengârenk çiçeklerden ve Tibet ırkı yerine beyaz ırka ait görünümlerinden dolayı. Kadınlar rengarenk çiçeklerle (eskiden kullandıkları dağ çiçeklerinin yerini, plastik, yapma çiçekler almış günümüzde, “Made in China”) dekore ederken kafalarını ve renkli elbiseler giyerken, erkekler daha sade görünüşlü elbiseleri ve bir ya da iki çiçekle dekore ettikleri şapkalarıyla hemen göze çarpıyor. Pazar yerindeydiler, sebze falan satıyorlar yere açtıkları bez parçası üzerinde. Ufak tefek sayıda ortalıkta dolasan yabancı turistlerden bıkmış gibi görünüyorlar. Farklı görünümlerinden dolayı duyulan fotoğraflarını çekme isteği çok büyük. Fotoğraf makinemin kıpır kıpır kıpırdandığını hissediyorum. Elimdeki fotoğraf makinesini fark eder etmez, Dard kadın aksi bir surat ifadesiyle bakıyor bana ve bir şeyler söyleniyor yanındaki Ladaklı müşterisi kadınlara. Kadınların hepsi bana bakıp kahkahayı basıyor. “Fotoğraf çekme, yoksa *@£*!” mesajı çok kesin bakışlarından ve gülümseyerek uzaklaşıyorum, kuyruğum bacaklarımın arasında. Acelem yok nasılsa, Dard köylerinden birini ziyaret ettiğimde bol bol zamanım olacak fotoğraf çekmeye. Umarım! Bir hafta Leh’in tadını çıkardıktan, bol bol Leh/Ladaklıların fotoğraflarını çektikten, yüksekliğe ve Tibet/Ladak usulü yemeklere alıştıktan sonra, otoritelerden Dardların yaşadığı Pakistan sınırına gitmek için izin belgemi alıp, bir sabah saat altıda otobüsle yola çıkıyorum. Otobüsteki tek yabancı benim ve otobüsün görüntüsü hiç de güven vermiyor insana. Eski, birkaç pencere camı eksik, paslı, koltukları yırtılmış bir ulaşım aracı. “Oh! Yüce Buda, sıkı dinle lütfen. Sana emanetim artik!” Otobüs tıklım tıklım dolu. İnsanlardan başka 3 keçi, 4 koyun, 2 kafeste tavuk ve bir yavru eşek! Isıtma sistemi diye bir şey keşfedilmemiş bu otobüs yapıldığı yüzyıllarda. Soğuk sonucu ağzımdan çıkan buhar, hayvan kokusuyla karışıp harika bir etki yapıyor cildimde, hissediyorum. Gülme krizine giriyorum. Tekrar, keşke yanımda biri olsaydı da, kendi kendime güldüğüm için etraftakiler “bu herif kafayı yemiş galiba” demezlerdi diye düşünüyorum. Yalnız seyahat etmenin kötü yanlarından biri daha. Önümdeki 11 saatlik yolculuk birden bire büyüyor gözümde. Leh’ten çıkar çıkmaz Ladak’ın ay yüzeyini andıran görüntüsü ilgimi çekiyor. Yeşil diye bir şey yok ortalıkta, köylerin bitişiğindeki tarlaların dışında tabii. Saatlerce yolla, yol dışı arasında fark olmayan kuru, yeşilsiz, kayalarla kaplı bölgeleri geçiyoruz. Hava ısınmaya başlıyor, hafifçe güneş yükseliyor ve iklim beni şaşırtmaya devam ediyor. Gözümde güneş gözlükleri olduğu halde güneş yüzümü yakıyor ama üzerim kat kat giysi dolu ve soğuktan donuyorum. Birkaç saat yolculuktan sonra vücudumun koltukla bağlantı noktası isyan etmeye başlıyor ve sağa sola savrularak giden otobüsün koridorunda, ayakta, hayvanların arasında bir süre yolculuk edip popoma bir mola veriyorum. Nuh peygamber gibi hissediyorum kendimi, etrafında hayvanlarıyla, çalkantılı denizde, teknesinin Ağrı dağının tepesine yerleşmesini bekleyen… Birkaç kontrol noktasında askerler otobüsü durduruyor ve otobüsten indiriliyoruz. Her seferinde koyunlardan biri ve yavru eşek bayağı zorluk çıkarıyor sahiplerine. Diğer yolcuların kimlikleri, benim izin belgem kontrol ediliyor ve güler yüzlü, üst sıradaki dişlerinden altın kaplama olanının pırıl pırıl parladığı Hintli asker “Ne yapıyorsun buralarda? Yabancıların bu tarafa pek yolu düşmüyor, havalar ısınmadı daha” diyor. Ne güzel diye düşünüyorum, pek yabancı yok ortalıkta benden başka. Birkaç mola veriliyor yolda. Az sayıdaki evden oluşan ufacık köylerde duruyoruz ve sokağa konmuş kırmızı plastik Coca Cola taburelerinin üzerine oturarak bir şeyler içip yiyorum. Yol kenarında rengarenk giysileri ile tarlalarda çalışan Ladaklılar, yaklar ve yüce Himalayalar çekilesi bir hale getiriyor yolculuğu. Üstüne üslük İndus nehrinin heybetli görüntüsü önüme serilmiş durumda. Dağlarda yavaş yavaş erimeye başlayan karlar nehri coşturmuş durumda, harıl harıl akıyor Pakistan’a doğru. Dardların yaşadığı Dah-hanu bölgesine Leh’ten giden bu yol, İndus nehri boyunca ulaşımı sağlıyor. Yol bazı bölgelerde uçurumun üzerinden devam eden daracık stabilize bir hal alıyor. Aşağıya bakmamaya çalışıyorum çünkü korkuyorum. Her an onlarca metre uçurumdan yuvarlanıp nehre düşecekmiş hissi uyandırıyor bu otobüs kılığına girmiş, eski, paslı konserve kutusu. “Hey Buda, umarım anımsıyorsundur lütfen bizi koru dediğimi bu sabah!” 11 saat sonra, birdenbire 2 Hintli asker yolun ortasına dikilmiş bekliyor ve otobüs duruyor. Bundan sonrası otobüslere ve sivillere yasak, hassas askeri bölge ve Pakistan sınırı çok yakın. Yolun sonu ama ortalıkta köy diye bir şey yok. Yolcuların birçoğu geçtiğimiz köylerde otobüsten indi zaten. Geriye kalan birkaç kişi olarak biz de otobüsten iniyoruz. Asker, izin belgemi kontrol ettikten sonra nereye gittiğimi soruyor. “İlk Dard köyüne” diyorum. Yamacı işaret ediyor asker. Otobüsten inen elinde torbasıyla yol kenarında bekleyen çocuk rahip dikkatimi çekiyor. Fotoğrafını çekmeme izin veriyor gülümseyerek. Patikayı izleyerek tırmanmaya başlıyorum. Bir süre sonra yamacı tırmanırken sırt çantası çok ağır geliyor, yolculuktan yıpranmış vücudum sızlıyor. “Ne yapıyorum burada?” sorusu geliyor aklıma, yabancılaşıyorum kendimden bir anda. Ben tam bunları düşünürken “Nereye gidiyorsunuz?” diye bir ses geliyor arkadan, soruyu soran kişi belli ki oldukça güzel İngilizce konuşuyor. Dönüp bakınca bir Budist rahip delikanlıyı fark ediyorum, yanında biraz önce fotoğrafını çektiğim çocuk rahiple bana doğru yaklaşıyorlar. Sonra öğreniyorum ki, onlar ulaşmaya çalıştığım köyün tapınağında görevli rahiplermiş meğerse. Tanışma merasiminden sonra yola birlikte devam ediyoruz. İngilizce konuşan rahip çok candan ve “hoşgeldiniz köyümüze” diyor. Kırmızı uzun rahip elbiselerinin çok hoşuma gittiğini söylüyorum. Gülümsüyor. Dağın yamaçlarına sıkışmış küçük tarlaları, otlanan yakları geçiyoruz. Pek uzun olmayan bir yürüyüşten sonra, taş köy evlerine ulaşıyoruz, her yer Budist sembollerle boyanmış. Fotoğraf makinem köylüleri görünce yine heyecandan hareketleniyor. Kafaları rengarenk çiçeklerle dekore edilmiş, güler yüzlü insanlar ve köyün çocukları peşimizde, tapınağına ulaşıyoruz. İnsanlar neden yaşamın bu kadar zor olduğu bir yere köy kurar ki diye düşünüyorum. Yaşam koşullarının hiç de kolay olmadığı kesin; Mayıs ayında böyleyse, “Kışın buraları nasıldır?” diye soruyorum rahibe. “Soğuk” diyor kısaca! Rahip beni direkt olarak taş evlerinin yedek odasını ara sıra yolu düşen turistlere kiraya veren ve onlara yemek de pişiren genç çiftin evine götürüyor. Taş bir ev, çatısı sazla kapatılmış, yerleri toprak, tuvaleti büyük, derin bir delikten oluşan ve yere kazılmış, bir ev. Her tuvaleti kullanışından sonra, deliğe hemen yandaki toprak yığınından kürekle kum atıyorsun. Delik dolunca ne oluyor sorusu geçti aklımdan ama yanıttan korktuğum için sormuyorum. 11 saat otobüs yolculuğundan sonra bu taş kulübe, hayvan pisliği ile karışık toprak kokusuyla, 5 yıldızlı bir otelden daha modern görünüyor gözüme. Kurumuş ot doldurulmuş, yak kıllarından yapılmış yüzüyle yatak harika geliyor. Bir şeyler atıştırıp deliksiz uyuyorum sabaha dek. Uyanınca kahvaltıdan önce köyü dolaşmaya çıkıyorum. İndus’un kıyısındaki bir yamaçtaki ufak düzlüğe yerleşmiş, taş evlerle dolu bir köy. Köy içindeki yeşillik ve tarlalar, geri kalan kuru doğa ve dağlar arasında bir vaha gibi. Köy halkı tarlalarda günlük işlerine kaptırmışlar kendilerini. Köyün yaşlı erkekleri, bir ağacın altında sohbet ediyorlar ve ben yanlarından geçerken gülümsüyorlar. Köydeki ilk fotoğrafımı çekme şansımı yakalayıp çekiyorum köyün yaşlısı bir amcanın fotoğrafını hem de kafasındaki turuncu çiçekleriyle. Amcanın yüzündeki çizgiler yaşamın ne kadar zor olduğunu gösteriyor bu köyde. Tapınağa ulaşıyorum ve rahiplere katılıyorum. Benim çok sorum var onların yaşamına ait ama onlar benim yaşamım konusunda daha meraklılar. Günün büyük bir bölümü bana sordukları soruları yanıtlamakla geçiyor. Yer minderleri üzerine oturmaktan ayaklarım uyuşuyor ama iyi bir misafir olarak hiç bir şeyden şikayet etmiyorum. Açık kapının dışında bir gurup çocuk merakla beni inceliyor orada olduğum sürece. Ne zaman yerimden kalkar gibi yapsam, gülerek kaçışıyorlar. Orada kaldığım bir hafta boyunca günlük yaşama katılıyorum tabii katılabildiğim kadar. Köyün çocuklarına birkaç kelime İngilizce öğretiyorum, tarlada çalışıyorum, rahiplerle sohbet ederek geçiyor günlerim ve tabi ki bol bol fotoğraf çekerek. Dard halkı Ladaklılardan çok farklı. Asyalıdan çok Avrupalıları anımsatıyorlar. Bir teoriye göre Büyük İskender’in ordusundaki askerlerden bazıları, yıllar süren yolculuk ve savaşlardan sonra Hindistan’a ulaşınca geri dönmemeye karar verip buralara yerleşmişler ve Dard ırkının başlangıcını oluşturmuşlar. Bunun yanı sıra antropolojistler, Dardlar’ın, Pakistan’ın Gilgit bölgesinden İslam’ın Pakistan’a ulaşmasından önce var olan 1100’lü yıllara ait bir uygarlık olduğunu gösteriyor. Afganistan, Pakistan ve hatta Çin’de bile Dard adı verilen gruplar var fakat onların çoğunluğu Müslüman ve dilleri, töreleri farklı, bu bölgedeki Dard’lardan. Dardlar’ın köklerinin ne olduğuna dair birçok soru işareti var günümüze kadar ulaşan. Ama kesin olan şu ki kendilerini yaşadıkları bölgelerdeki diğer etnik gruplardan farklı görüyorlar ve kendi geleneklerine sıkıca sarılmaya devam ediyorlar. Benim orada olduğum günlerden birinde köyün tapınağındaki Buda heykellerine bir yenisi ekleniyor. Bunun için düzenlenen küçük tören için, köyün yetişkinleri ve çocukları köy alanına toplanıyor ve ellerinde tütsülerle, sabahın erken saatlerinde dualar ediyorlar. Daha sonra genç bir erkek, Buda’nın heykelini getirip yerleştiriyor tapınaktaki yerine. Heykeli taşıyan delikanlının rengarenk çiçeklerle dolu şapkası, renkli giysileriyle uyumsuz güneş gözlükleri gülümsetiyor beni. Kadınlar tapınağın yanında kurulan küçük çadıra doluşuyor ve bin tane ufak, metal kandili hazırlayıp birer birer yakıyorlar. Saatlerce bol bol sohbet edip, gülüşerek dedikodu yapıyorlar. Ben ve köyün erkekleri tapınağın içinde oturuyoruz ve onlar gün batana kadar dualar ediyorlar. Bu tören yaklaşık 10 saat sürüyor... Başlangıçta bu törenin ne kadar süreceğini bilemedim ve onlara katıldım fakat 2 saat sonra İngilizce konuşan rahibe soruyorum bu törenin ne kadar süreceğini. 10 saat kadar falan deyince otobüs yolculuğunu anımsıyorum ve popom isyan etmeye başlıyor. Dişimi sıkıp oturmayı başarıyorum sonuna kadar. Tapınağa bakan yaşlı kadın tarafından köyün erkeklerine ve bana gün boyunca gözlemeyi anımsatan yiyecekler ve içecek olarak da “tereyağı çayı” servis yapılıyor. Tereyağı çayı!... Nasıl anlatsam ki? Tereyağını aşırı sıcakta eritmişler, içine bir tür baharat koymuşlar gibi geliyor. Sıcak tereyağı içmek!... Evet, iğrenç demek bana gösterdikleri misafirperverliğe saygısızlıkmış gibi gelebilir ama iğrenç, hem de çok iğrenç! 11 saat popo öldüren otobüs yolculuğuna, 10 saat süren Budist dualara, hayvan kokan yatağıma dayanabilirim ama tereyağı çayı? Hayır! Peki ben ne yapıyorum? “Daha önce hiç içmemiştim, gerçekten çok güzelmiş” deyip teşekkür ediyorum ve geri kalan 10 saat boyunca onlarcasını içmek zorunda kalıyorum. Aklıma ben ortaokuldayken ağabeyimin eve getirdiği Fransız turist için annemin ona özene bözene pişirdiği işkembeli kuru fasulyeyi ikram etmesi ve Fransız turist ben bunu yiyemem dediğinde annemin ne kadar üzüldüğü geliyor ve tereyağı çayını seve seve içiyormuşum gibi görünmeye devam ediyorum. Tabi ki 10 saatin sonunda tapınağı terk edip odama dönünce sabaha kadar mide bulantısından uyuyamıyorum ve sonraki iki günü de yatakta geçiriyorum mide bulantısından ve vücudumu kurutan ishalden… Bir hafta bu uzak köyde geçirdiğim günler, saatler süren bir meditasyon etkisi yapıyor bende. Bu insanların yaşadıkları zor doğa koşullarındaki günlük yaşam kavgalarına, her günkü yoğun iş tempolarına gülümseyerek yaklaşmalarına, dinlerine ve geleneklerine bağlılıklarına saygı duymamak mümkün değil. Bu yüzlerce yıldır, Himalayalar’ın tepesindeki zor yaşam koşullarında yaşamayı başarmış kültüre hayranlıkla bakmamak mümkün değil. Tabi ki dış dünya büyük bir hızla bu kültürü de yok edecek ama şu an bildikleri gibi yaşamaya devam ediyorlar. Yaşamlarını izleme onuruna sahip olduğum bu kısa süre için onlara teşekkür ediyorum, onları az da olsa tanımış olmak, geleneklerini öğrenmiş olmaktan çok mutluyum. Yüzyıllardır yaşayan bu halka yaptığım bir haftalık ziyaret yaşamımı daha da anlamlı kılıyor gibi geliyor bana. Leh’e dönüp bir süre daha Ladak’ın diğer köy ve kasabalarını ziyaret ettikten sonra bu muhteşem eski krallığı terk ediyorum, kendime tekrar ziyaret etmeye söz vererek. Üç dileğim var bu eski krallık için. Birincisi McDonald’s’ın Ladak’a ulaşmaması, Dard halkının istedikleri gibi yasamaya devam etmeleri ve sonuncusu da, bir dahaki sefere tereyağı çayı ikram edildiğinde onların kalbini kırmadan reddetmenin bir yolunu bulmuş olmam.
Yorumlarfunda
{ 18 Ekim 2011 20:05:14 }
yazı için teşekkürler, bir kaç fotoğraf görebilir miyiz acaba dard larla ilgili olarak. ten rengi açıklanmış ama bu daha fazla meraka yol açtı :)
pars
{ 27 Haziran 2008 07:09:48 }
korkunc guzell
Diğer Sayfalar: 1. cok hosuma gittiiiiii umarim gezi notlari kitaplasir , cekilen resimlerle bitrlikte guzel geziler notlarini yayinlamak cilgin bir fikir kutlarim
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|