Amerika'da uzun bir süre yaşamış olan bir arkadaşla konuşuyordum geçenlerde. Amerikan sistemini benimsemiş, belli ki sevmiş ve bu sistemin insan doğasına en uygun sistem olduğuna inanmış. Örneğin Avustralya'da büyük çoğunluğumuzun desteklediği Medicare sisteminin Amerika'da uygulanamaz olduğunu, üstelik uygulanırsa mutlaka kötüye kullanılacağını savunuyordu.
Buradaki işsizlik parası türünden sosyal güvenlik ödemeleri Amerika’da da yapılsa kimsenin çalışmayacağını iddia ediyordu. Bizlerin 35-40 saat çalışmamızı tembellik sayıyor, Amerikalıların saati 5 dolara haftada 60-70 saat çalışmalarını arzu edilir bir durum olarak görüyordu. Üstelik bütün bunları savunduğu için de ABD’nin dünyanın başına belâ değil, dünyayı kurtaracak (en azından örnek olacak, esin kaynağı) olduğuna samimiyetle inanıyordu.
İnsan soyunun Adem’le Havva’dan türediğine inandıklarından Charles Darwin’i boy hedefi alan (bu arada bunun kaçınılmaz sonucu olan aile içi cinsel ilişkileri vurdumduymazlıkla görmezden gelen) dincilerin Darwin’in “
survival of the fittest” (yâni ortama en iyi uyum sağlayanın, bir başka deyişle en güçlü olanın hayatta kalması) kavramını nasıl savunabildiklerine hep şaşmışımdır. Darwin’in insanın yeryüzünde milyonlarca yıl evrimleşen yaşam sonucu ortaya çıktığı görüşü insanın 5-6000 yıl kadar önce Adem’le Havva’dan başladığı görüşüyle apaçık çeliştiği için Darwin dincilerce hep tanrıtanımazların, bu arada da Marksistlerin dostu olarak görülür. Darwin’in “orman kanunu” insanlar için de geçerli mi? Doğada nasıl güçlü bir aslan yaşı geçmiş, güçten düşmüş bir aslanı safdışı bırakıp bir yerde ölüme mahkûm ediyorsa, insanlar da mı bunu yapmalı? En az bunun kadar güncel olan bir soru da, uluslar da mı bunu yapmalı? Bu mu insanın doğası? Darwin’in kendisi hiçbir zaman görüşlerinin toplum için geçerli olduğunu iddia etmemiştir. Oysa güçlünün güçsüzü kullandığı, sömürdüğü, harcadığı kapitalist düzenin savunucuları bunun insanın doğası gereği olduğunu, insanın bencil olduğunu ve bu değişmez bir veri olduğu için kapitalist düzenin insan doğasına en uygun düzen olduğunu savunuyorlar. Bunu, dinsel nedenlerle Darwin’in evrim kuramına saldıran Bush türünden dinciler de (ne denli tutarsız olduklarını görmeden) yapıyorlar.
İnsan doğadaki en güçlü hayvanlardan birisi değildir. Bir aslanla, kaplanla, (ya da o zamanlar mamutlarla) karşılaştığında savaşı kazanma olasılığı neredeyse sıfırdır. Peki bu güçsüz hayvanı –insanı- bugünkü hâkim konumuna getiren ne olmuştur? Sosyologlar, antropologlar iki etmen ileri sürüyorlar. Birincisi dil ve bunun getirdiği iletişim olanakları. Bu önemli, ama biliyoruz ki birçok hayvan da bizim anladığımız anlamda dil becerileri olmasa da birbirleriyle iletişim kurabiliyorlar. İkinci etmen dille birlikte, insanların beraber hareket edebilme yetisi. Güçlü bir mamutla karşı karşıya kalan ve hayatta kalabilmek için o hayvanı öldürmek zorunda olan ilkel insanı düşünün. Şöyle bir (tabii o zamanki adlarıyla ve dilleriyle) senaryo sunalım:
Ahmet: Mamut geliyor. Öldürüp yiyebilirsek aç kalmayacağız. Hepiniz buraya gelin!
Mehmet: Geldik. 6 kişiyiz. Siz iki kişi arkadan gürültü yapıp hayvanı bu tarafa sürükleyin, biz 4 kişi de yanda durup hep birlikte mızraklarımızı hayvanın böğrüne saplayalım.
Hasan ve Hüseyin gürültü yapıp hayvanı diğer 4 kişiye doğru sürerler.
Mehmet: Tek mızrakla ölmez. Onun için hep birlikte mızrak sallamamız gerek! Hazır mıyız arkadaşlar?
Diğerleri: Hazırız.
Mehmet: Ben 3 deyince hep beraber! Tamam mı?
Diğerleri: Tamam Memo!
Mehmet: Biiir! İkiii! Üüüüç!
Hep birlikte mızraklarını hayvanın böğrüna saplar, öldürürler. Mamut ölmüş, insanlar yiyecek bulmuş, hayatta kalmayı başarmışlardır.
Buna ister insanın doğası deyin, ister zorunluluk deyin, bir grup insan tek kişinin başaramayacağı şeyi başarmış ve yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. İnsan, doğası gereği bencil de olsa, işbirliğinin daha verimli olduğunu görmüş, kanıtlamıştır. Bu ilkel insanlar ortalama Amerikalıdan daha ileri bir noktadadırlar.
Devlet dediğimiz kurumu yaratan insan bu işbirliğini kurumsallaştırmak, sistemleştirmek için bunu yapmıştır, orman kanunundan insan kanununa geçmek için.
Hitler de orman kanununa, zayıfların yok olması gerektiğine, en güçlü gördüğü Alman ırkının dünyaya hâkim olmasının kaçınılmaz olduğuna inanıyordu. Bu nedenle de altinsan olarak gördüğü ırkları yok etmeye girişti. Oysa o insanlar belki tipik bir Alman gibi boylu poslu, adeleli değildi ama, başka üstün yetenekleri vardı. O insanları öldürmek yerine belki işbirliği içinde daha iyi bir dünya kurulabilirdi.
Yukarıda sözünü ettiğim arkadaşım her ulusun kendi çıkarlarını korumak için savaş açacağını söylüyordu. Hitler de böyle yapmıştı, ABD de bugün böyle yapıyor. Ama o savaşlarda insanların ölmesinin nasıl kendi çıkarlarına olduğunu benim kafam pek almıyor. Bush gibi, ölenlerin ailelerine bir metal parçası vermek, ya da intihar bombacısına cennete gitme garantisi vermek bana pek te çıkarlarını korumak gibi gelmiyor. Hele o insanlar uluslarının değil de o ulus içindeki sömürücülerin çıkarlarını korumak için ölüyorlarsa!
Dünya 2008 yılında öyle bir noktaya geldi ki artık, bırakın teker teker insanları, yapma sınır çizgileriyle (daha etkili olarak sömürülebilsin diye) birbirinden ulus diye koparılmış insanlar ilkel ataları kadar akıllı davranmazlarsa yok olup gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Ve bunu alt edebilmenin şu andaki en büyük düşmanı, Amerikalılar değil, Amerika değil, Amerika’nın tüm dünyaya (gerek ekonomik gücüyle gerekse kültür emperyalizmiyle, köfteli ekmeğiyle, boyalı şekerli suyuyla, Hollywood’uyla) dayattığı orman kanunudur. Üstelik orman kanununda bile güçlü aslan güçsüz aslanı kovalar, öldürmez.