|
Ahlaklı Yaşamanın İmkansızlığıKategori: Berlin Günceleri | 0 Yorum | Yazan: Gültekin Emre | 17 Haziran 2008 14:31:14 Max Frisch'in "terör" konusundaki şu cümlelerinin altını çiziyorum Günlükler'den: "Ahlaklı olmak ve ahlaklı yaşamanın imkânsızlığı - terör zamanlarında bu imkânsızlığın doruğa ulaşması. Terör nereden beslenir? Bizim yaşama irademizden ve korkumuzdan, evet, ama bir taraftan da bizim ahlaki vicdanımızdan."
Berlin Günceleri 19 – 25 Mayıs 19 Mayıs, Pazartesi Herkes birbirine “hocam” diyor. Bu bir saygı ifadesi mi, yoksa dini toplum olma yolumuzdaki adımlardan biri mi? Benim öğrenciliğimde “abi”yi çok kullanırdık. Kızlara bile “abi” dediğimiz olurdu. Sonra, bütün kızlar “bacı”mız oldu. Bu yüzden doğru dürüst âşık bile olamadık. Araya cinselliği sokmadan kaskatı kesilip “bacı” demek ne kadar doğruydu, eğrisiyle doğrusuyla düşününce, durum ortada. Aşka hasret büyüdük. Bugün ise “hocam!” Bilgili, kültürlü kişi anlamında ele alınıyor belki ya da öyle yorumlanıyor. Bilemiyorum. Ama beni çok rahatsız ediyor. Geçen gün bir telefon konuşmasında “abi” diyeceğim yerde, “hocam” deyince, hastalığı kapmak üzere olduğumu anladım. Almanya’daki gençler ise “moruk” diyorlar birbirlerine. Yaşları yirmiyi bulmayan bu gençler, kızlar dahil, kendilerini çok yaşlı duyumsuyor olmalılar ki birbirlerini “moruk” olarak, yani iyice içi geçmiş, görüyorlar. Çoğunun içi geçtiği hal ve davranışlarından, konuşmalarından belli. Gelecek kaygısı yok, iş yok, bir baltaya sap olunamamış. BUGÜNKÜ Berliner Zeitung’taki haberin başlığı tüylerimi diken diken etti: “Her Sekiz Alman’dan Biri Yoksul.” Bunu Sosyal Demokrat Çalışma Bakanı Olaf Scholz söylüyor. Küreselleşmeye alkış tutanlar kıçlarına kına yaksınlar şimdi! 19 Mayıs kutlamalarında kızları bir çarşafa sokmadıkları kalmış. Erkek öğrencilerin giysileri de bir garipti. Seçilen renk de Ankara’daki belediye otobüslerinin rengindeydi. Burada da dini konuşturmuş Milli Eğitim Bakanlığı. 20 Mayıs, Salı Max Frisch’in “terör” konusundaki şu cümlelerinin altını çiziyorum Günlükler’den: “Ahlaklı olmak ve ahlaklı yaşamanın imkânsızlığı – terör zamanlarında bu imkânsızlığın doruğa ulaşması. Terör nereden beslenir? Bizim yaşama irademizden ve korkumuzdan, evet, ama bir taraftan da bizim ahlaki vicdanımızdan. Vicdanımız ne kadar güçlüyse, işkence o kadar kesindir. Ve her tür terörün sonunda alçaklar bir şekilde kurtulurlar. Çünkü terör özellikle ahlaklı insanların yok edilmesine çok uygun gibi. Terör belli bir ahlaksızlığı hedef alır; er ya da geç iflas edecek olması da, bu ahlaklılığı günün birinde hiç kimseyi ele geçiremeyecek biçimde tüketmiş olmasıdır belki de. Ve terör özellikle yaşamı, yaşam sevincini değersizleştirir, ve sonunda, teröre karşı değersiz bir hayatı riske atmak için –bir taş ocağında kurban olarak değil, o zaman çok geçtir zaten, ahlaklı bir şehit olarak değil, ahlaksız bir suçlu olarak, bir suikastçı olarak- insanüstü bir cesaret gerekmez.” (s. 199-200). Günümüzdeki terörün yönü buradan da geçiyor mu acaba? Ya terörü besleyen kaynaklara ne demeli? Ülkelerin yoksullaşmasıyla terörün artış göstermesinin ardında silah kaçakçıları falan yok mu acaba? Yalnızca siyasal gerekçeler terörü açıklamaya yeter mi? 21 Mayıs, Çarşamba Dün öğle saatlerinde yangın çıkmış dünyaca ünlü Berlin Filarmoni’nin binasında. Büyük zarar görmüş bu nota, müzik dolu yapı. Mimar Hans Scharoun’un 1963’te yaptığı bu görkemli bina, Beethoven’in 9. Senfonisi’ni seslendiren Karajan’ın konseriyle açılmıştı. O gün bu gündür Berlin’in önemli bir simgesi haline geldi Berlin Filarmoni. Hakan Arslanbenzer’in Türk Şiiri 2007’de benden de söz ediliyor 1980 Kuşağı kapsamında ve “Bisiklet-Ten” şiirime yer veriliyor. Bu, farklı yıllığı düzenleyen şair doğum tarihimi 1953 olarak almış. Oysa 1951’de doğdum. Enis Batur’u da 1951’li göstermiş, oysa 1952’li. Şiirde geçen “Düş bir vahiy gibi gelir hemen” dizesini “Sanırım hiçbir söz 80’ler şiirini bu şiirdeki bu satır kadar kolay özetleyemezdi.” dedikten sonra “Eğer düşlemi vahiy yerine koyarsak, yani fanteziyi en üstün haber değeri yüklersek 80’ler şiiri karşımızdadır. Gültekin Emre belli yönleriyle dışarıda ve bireysel bir şairdir, ama dünyaya bakışında, bu bakıştaki fantastik arayış bakımından, herşeyi fantezileştirme tavrı bakımından 80 Kuşağının sadık bir mensubu sayılmalıdır.” diye saptamalarda bulunuluyor. Kendimi toplumcu bir şair görürüm. Yazdıklarımda bireysellik de yok değil, var, ama toplumsal sorunlar da olabildiğince yer alıyor oysa. Evrensel gazetesinin bugün başlığına taşıdığı haberin manşeti şöyle: “Yoksulluk en çok göçmenleri vuruyor”. Haberin devamında göçmenlerin yüzde 28’inin yoksul olduğuna dikkat çekiliyor. 22 Mayıs, Perşembe Tinnitus Merkezi. Üç ayda bir kulaklarımı kontrol ediyorlar. Beş yıldır sağlıklı bir sonuç alınamadı. Bana ha bire “İyi Duyma Semineri” ya da “Kulak Çınlamasına Alışma Semineri”ne katılmam öneriliyor. “Kulaklık takıyor musunuz? Kulaklık takmanız gerekiyor, kulak çınlamasını belli bir yerde durduruyor çünkü.” Diyorlar. Kulaklıkla kulaklarımda birer ton ağırlık hissettiğimi söylüyorum, “alışacaksınız,” diyor doktor. Sinir bozucu bir şey bu. Hayatımın rengi ve anlamı değişti bu kulak çınlaması sayesinde. 28 yıllık öğretmenliğimdeki tüm öğrenciler suçlu. Kentin trafiğinin, sokakları kazanların ellerindeki aletlerin, bitip tükenmez, değişik korna seslerinin (daha çok Türkiye’de), motosikletlerin (daha çok Türkiye’de) çıldırtıcı sesi, maçlardaki her türlü gürültü yapan aletlerin sesi (maça gitmesem de), uçakların beynimi oyan sesi, rüzgârın vahşi çığlıkları, annelerin çocuklarına bağırmaları... da suçlu kulaklarımın bu hale gelmesinde. Beni gerdikçe geriyor bunca gürültü. Yargıyla hükümet arasındaki gerginliği ben de seslerle yaşıyorum. Sesler hükümetin yargıya karışması gibi benim üzerimde. Kuş sesleri dinlendiriyor. Kelebeklerin bir çiçeği incitmekten korkan inceliği de dinlendiriyor kulaklarımı. Dalgaların sesi de, saçlarını yüzüme savuran bir kadın gibi, içime ferahlık veriyor. Eve perişan geldim. Ispanaklı, patlıcanlı, biberli, bulgurlu yemeğe iki kaşık da yoğurt koydum. Yanına da bir taze soğan. Canım bir duble de rakı istedi. 23 Mayıs, Cuma Max Frisch beni şaşırtmayı ve düşündürtmeyi sürdürüyor: “Bilinmeyen yaşamlara dair alanlar, bilinmeyen bölgeler, henüz anlatılmamış bir dünya, gerçeklerden daha kayda değer bir yer: burası, edebiyat dünyası. Avrupa kendini bütün doğasıyla, tarihsel alanlarıyla olduğu gibi, toplumsal alanlarıyla da yeterince sık, yeterince ustaca, yeterince ustalıkla anlattı; yeni halkların edebiyatını fethetmek, İsviçre’de henüz çıkılmamış tek tük önemsiz dağın zirvesine ulaşmak gibi bir şey; ama edebiyatçılarımızın anlatabilecekleri, bütün dünya görüşümüzü değiştirebilecek, önemli ölçüde farklı, yepyeni, bilinmeyen bir dünya, bir terra incognite (Keşfedilmemiş topraklar) yok artık.” (s. 189) yazar, bu cümleleri 1948’de yazmış. Alışılmış günlüklerden değil onunkiler. Daha çok kıs anlatılarla, yorumlarla... yol alıyor. 5-7 Eylül’de Berlin’de yapılacak ve benim yöneteceğim “Türk Şiiri Sempozyumu” için şunu önerdim: Bir konuşmacı Cumhuriyet sonrası şiirimizin panoramasını 60’a kadar getirsin. Akımları ele alsın bilgilendirici bir biçimde. Bir başka şair-eleştirmen arkadaş 60-80 arası şiirimiz sunsun. Bir başkası 80’den günümüze şiirini değerlendirsin. Bir başkası da kadın şairler üstünde dursun. Böylece şiirimizin yol haritası hem burada yaşayan Türkler için, hem de Almanlar için yol gösterici olur, diye düşünüyorum, diye yazdım. Henüz hiç ses yok. Bu önerime şair-eleştirmen arkadaşlar ne diyecekler bakalım. 24 Mayıs, Cumartesi Yaprak toplamaya gittim Rahime’yle. Epeyce topladık ipek gibi yapraklardan. Evde, topladığımız yaprakları bir kavanoza bastık. Yaprakları önce sıcak suya batırdım çıkardım. Sonra onları Rahime tuzlayıp katladı ve kavanoza bastı. Bir kısım yaprağı da ayırdı, yarın etli sarma yapacak. Yoksulluğun göçmenleri tehdit ettiğini yazıyordu Evrensel gazetesi. Haber, okunmayacak gibi değildi: “Federal Hükümet tarafından önceki gün açıklanan ‘Yoksulluk ve Zenginlik Raporu’, Almanya genelinde halkın yüzde 13’nün yoksulluk içinde yaşadığını, yüzde 13’nün de yoksulluk sınırında bulunduğunu ortaya koyarken, yoksulluktan en çok göçmenlerin etkilendiğini de açık bir şekilde kaydetti”. Tüyler ürpertici bu rapor üstüne gazetenin haber yorumu şöyle sürüyor: “Hükümet raporunda, genel toplum içerisinde yoksulluk sınırı yüzde 13 olarak tespit edilirken, bu oran göçmenler içinde iki kat daha yüksek. Rapora göre göçmenler arasında yoksulluk tehlikesi yüzde 28 iken, Almanlar arasında bu oran yüzde 12. Göçmenler içerisinde Alman vatandaşı olanlar ve olmayanlar diye ayrıldığında da yoksulluk önemli oranda fark ediyor. Alman vatandaşı olmayan göçmenler arasında yoksulluk tehlikesi yüzde 34’e çıkarken, Alman vatandaşı olan göçmenler arasında bu oran yüzde 25.” Bu acı tablonun çocuklar ve yaşlılara yansıması ise daha da acı: “Göçmenler arasındaki yoksulluk tehlikesi en çok çocuklar ve yaşlılar arasında görülüyor”muş. “Verilere göre 15 yaşından küçük göçmen kökenli çocuklar ve gençler arasında yoksulluk riski yüzde 32.6. Alman çocuklar ve gençler arasında ise bu oran yüzde 13.7”miş (19 Mayıs 2008). Almanya ve dünya böyle değildi. Bozuldu, bozdular her şeyi. 25 Mayıs, Pazar Kuşağımın şairlerinden Ahmet Erhan’ın yeni şiir kitabı Sahibinden Satılık’ı (Everest Yay. Nisan 2008) okuyorum. Ahmet Erhan kendi sesini erkenden bulan şairlerden. Kendini anlatırken toplumu anlatan bir yanı var onun. Altını çizdiğim dizelerin bir kısmını buraya da alıyorum: “Kalemimi tıraş ettim / Kâğıdım sanki bağlardan gazel / Kuşlara ekmek, bana çay ver / Kadınım bir şiir yazacağım / İlk hecesi sen / Son hecesi senden söz eder” (Atlas) “Solgun bir çiçek gibi” sızlayan bir bedenle yazıyor şiirlerini Ahmet Erhan. Siyaseti de dizelerine yatırsa da, lirik bir şair o. Alacakaranlıktaki yurdumuz üstüne ne çok yazdı, ne var ki ülkemiz hâlâ alacakaranlıkta. Bir türlü aydınlığa çıkamadı, çıkarmadılar. Ahmet Erhan’ın şiirinde kendi öne çıksa da “Kendi içimde çok gezindim”, şiirlerinin göbeğinde ise sevgili yurdu dupduru değil tüm keşmekeşiyle boy gösteriyor: “Yanlış insanlar coğrafyasında // Kel kalmış dağlarımızı türbanla filan / Örtemiyoruz bana kalırsa / Umut yok da, umutsuzluk da değil / Sanki dört-beş kalple ancak yaşabiliyoruz // Eskiden de böyle miydi, bence böyleydi / Çekirdek çitler gibi mayın döşüyorlar yollara / Biz, kimsek artık, üç şehit üç çocuk / Ölüyoruz ağlıyoruz dağlarda yine ölüyoruz” (Yanlış Coğrafya 1)
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|