1 Mayıs 2008. Bir demokrasi sınavını daha BAŞARIYLA aşamadık. Çok acı konuşmak gerekiyor.Sahnelenen bu rezilliği bize, bu ülkenin insanlarına reva görenler... Bu hükümet, bu vali, bu emniyet müdürü, bu olanları derhal açıklamak zorundadırlar. Eğer varsa bir açıklamaları!
Orantılı güç dediler, orantısız zorbalık yaptılar.
Slogan atana biber gazı, DİSK binasının içinde durana gaz bombası, yere düşene tekme, marş söyleyene tazyikli su.
Gördüğünüz gibi çok ama çok orantılı (!) bir güç kullanımı söz konusu.
Bu çok orantılı gücü nasıl kullandıkları görünmesin diye de, Osmanbey, Şişli, Nişantaşı’ndaki trafik kameraları karartılmış önceden.
Onarım varmış da! Yerseniz artık.
Ya televizyon kameraları diye soracak olursanız…
Ellerinizden öperler.
Şişli’de, Osmanbey’de kıyamet koparken sevgili televizyon kanallarımız günlük kadın programlarını sunmaya devam ettiler.
Kanal 24, Habertürk dışında 1 Mayısı ipleyen eden yoktu.
Pek sayın iktidar neden gazeteleri ve televizyon kanallarını taaa Katar’lardan matarlardan para denkleştirip, tarladan papatya toplar gibi tek tek toplayıp sepetine koyuyor sanıyorsunuz?
Orantılı güç gösterileri yayınlanmasın, ele güne karşı rezil olmasınlar diye.
Olayların açıklaması ne kadar basit aslında, şöyle bir düşünürseniz…
Sayın başbakan “ayak takımı” diyerek açıkça meydan okudu “işçi takımına”.
İşçi örgütleri de, o halde Taksim’e çıkarız, 77’yi de anarız, çelengimizi de bırakırız dedi.
Hükümeti, valisi, emniyet müdürü bağrıştılar hep bir ağızdan:
“Olmaz! Günlük hayat düzeni bozulmasın, turistler ürkmesin”, falan filan.
Sonra da ne yaptılar? İstanbul’un canına kendi elleriyle okudular.
Vapurlar, metro seferleri her şey iptal edildi. Ortalık bir adet iç savaş alanına döndü.
Taksim ise, çevresindeki parmaklıklarla ve bomboşluğuyla adeta bir korku meydanı!
Bravo bravo! O pek düşündüğünüz turistler bayılmışlardır bu görüntülere.
Gündelik hayat da hiç bozulmadı sayenizde. İnsanlar korkularından evlerinden dışarıya çıkamadılar çünkü. Çıkanlar da gaz bombasını yedi, tazyikli suları yuttu, hastanelik oldu.
Hastaneler bile aldılar ağızlarının paylarını. Şişli Etfal’in acil servisine bile düştü (!) gaz bombaları.
Bu olaylardan dolayı DİSK’i, KESK’i ve Türk-İş’i suçlayanlar var.
Yasaklamalara uyarak Ankara’da halaylı türkülü kutlama yapan Hak-İş başkanı sayın Salim Uslu demeye getirdi ki, otoriteyle zıtlaşırsanız olacağı buydu, güç sınamasına gelirse iş hangi tarafın daha güçlü olduğu bellidir.
İşte bu kadar! Zihniyet budur, ellerinizden şap diye öper!
Otorite güçlüdür. Otorite, dediğim dedikçidir.
Gerçek demokrasilerde hükümetler sokaktaki insanın, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin söylediklerine kulak verir, onların isteklerini yerine getirmeye çalışırlar.
Çünkü bir hükümetin orada bulunma nedeni odur.
Teorik olarak, vatandaşa ve onların temsilcilerine hizmet etmekle yükümlüdür.
Güvenlik (!) güçleri vasıtasıyla dayak atmak, tartaklamak, kaburga kırmak, kafaları tekmelemek için bulunmaz o mevkide.
Ama bizim ülkede pratikte işler teoriyle uyuşmaz.
Bizden alınan vergilerle, bizi koruması için oluşturulmuş polis örgütü, genç yaşlı işçi memur kadın çocuk demeden önüne gelene basar dayağı.
Atılan o gaz bombalarının, polisin o zırhlı üniformalarının, silahlarının parasını halk öder. Dayağı da halk yer.
İşçi bayramında dayak yiyen, yerlerde sürüklenen insanların oluşturduğu hazin manzaraların utancını da halk çeker. Biz çekeriz yani.
Otorite ise burnundan kıl aldırmaz.
Sonra Barrosso gibileri gelirler yamacımıza, AKP’nin kapatılması demokrasiye aykırıdır falan der.
Barroso’yu Şişli’ye götürmek lazımdı bugün.
Birkaç gaz bombası yiyince AKP tarzı demokrasinin ne olduğunu bir kez daha düşünürdü belki.
Ben diyorum ki, yeter artık. Kendi insanını bu kadar sevmeyen, bu kadar nefret eden, bu kadar korkan bu iktidar gitmeli. Bu vali istifa etmeli.
Her şeyin bir sınırı var çünkü.
Biraz olsun uygarlık istiyoruz. Uygar insanlar tarafından yönetilmek istiyoruz. Çok mu şey istiyoruz?