|
|
ÖZGÜRLÜK – HAK - TÖREL YAŞAM | 1 (*)Kategori: PLATON incelemeleri | 0 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 16 Mayıs 2023 07:35:48 Hegel'in felsefe dizgesi üç bölümden oluşuyor: mantık, doğa, tin. Mantık Felsefesi, Doğa Felsefesi ve Tin Felsefesi. Tin, ruh anlamında da kullanıldığı için çoğu zaman karıştırıyoruz. Öznel tin olarak ruhtur evet. Öznel tin. Çünkü Hegel'de her şey üçlemeli: tin dediği zaman öznel tin var birey; Nesnel tin var toplum. Saltık tin var Tanrı. Üçlü: öznel, nesnel, saltık. Nesne ayrı nesnel ayrı, nesnel burada toplum. Nesne bilince konu olan herhangi bir şey. Şimdi yeniden anımsayalım. Mantık bilimi aslında idenin bilimidir diyor. İdenin bilimi. Bu idenin bilimini öne alıyor. Aslında başlangıç olarak. Sonra Doğa Felsefesi, sonra da Tin Felsefesine geçiş yapıyor. Bu mantıksal bir diziliştir. Dolayısıyla metafiziktir.
Hegel dizgede varoluşsal bir dizge kurmuyor. Doğrudan doğruya logosla başlıyor. Yani mantık öncelikli, birinci bölüm olarak ele alınıyor. İkinci bölüm Doğa Felsefesi. Üçüncü bölümde de Tin Felsefesi. Neden logosu yani mantığı birincil sıraya koyuyor? Çünkü biz Platon'dan beri biliyoruz ki değişenlerin içinde değişmeden kalan sadece logostur. Yani değişen her şey duyusal olan her şeydir. Ve bunların her biri, her şey logosa içeriktir. Dolayısıyla biz başlangıçta aslında doğa vardır desek, böyle bir karar alsak bunu neyle söylüyoruz? Logosla söylüyoruz, dolayısıyla biz orada gizil olarak logosu öncelemiş oluyoruz. Başlangıçta tin vardı deseydik, diyebiliriz; ama hesabını vermek zorunda olarak tabii. Başlangıçta tin vardı desek yine logosu gizil olarak söylemiş oluyor. Çünkü biz logos olmaksızın herhangi bir yargıda bulunamayız. O halde logos her zaman insan fenomeni için birincildir. Böyle olduğunu saptayınca bu nedenle de bilincin fenomenolojisi öncelenir. Mantık bir bilinç olgusudur. Bilinç nasıl oluyor da kendinin bilincine kadar evriliyor? Dış bir veriden, duyusal bir nesneden hareketle bilince ve giderek öz bilince nasıl evriliyor? Bunu irdelemek, öncelemek, mantık biliminin içinde bunu ele almak kaçınılmaz oluyor. Çünkü her şeye bu bilinçle karar veriyoruz. Dolayısıyla bilinç değişmez töz olarak tüm bilişin ousia, zeminidir. Bu bakımdan Hegel bir metafizik başlangıç olarak idenin bilimini, metafiziği önceliyor ve birinci bölüm olarak mantık bilimini koyuyor. Ve burada irdelediği şey idenin giderek edimselleşmesi ve cisimleşmesi. Dış dünyada var oluşa bir tesir, bir biçim verme ve aşamasına doğru evrilmesi. Yani ide başlangıçta soyut, sadece bir düşünce, ama giderek onun dış dünyada bir nesneye biçim veriyor olması etki, tesir olarak kendi dışına çıkıyor olması ve oradan da kendine dönerek dış deneyimini kendinde bilinç olarak sonuçlandırması başta soyut bilinç sonra da dolayımlı, dış nesne deneyiminden geriye dönmüş, refleksiyonlu bilinç olan derin düşünme dediğimiz şeyin bilincine ulaşmış olur. *** Obje fırlatılmış demek. Ama nesne ne ise ne demek? Yani o neyse odur; Ne ise ne güvenilir bir şeydir. Fakat bir bilinç olarak karşı özne güvenilir değildir. “Ne ise ne” değildir. O nedenle bilinçler arasılık başlangıçta güvensizlik, kuşku temellidir. Başka türlü olanaklı değil. Sonra bu güvensizlik ortadan kaldırılana kadar geçen süre bilginin toplumsallaşması, nesnelleşmesi süreci olarak düşünülmelidir. İdenin cisimleşmesinden söz ettiğimizde birincil olarak idenin, düşüncenin neyin idesi? Varoluşsal olarak varoluşun bütünselliğinin idesi oluşu bakımından doğadır. O halde ister istemez idenin cisimleşmesi, realize olması aşaması bizi doğaya taşır. İde karşıtına geçmiş olur. İde bir soyut düşünce olarak kendinde logostur, kendinde bilinçtir, ama bu kez karşıtına geçer, doğaya geçer. Doğaya geçmesi demek aslında kavramsal olarak doğaya geçmesi demektir. Dış dünya parçalı olarak duyularımıza verilir. Bir bütün olarak verilmez. İnsan bir bütün olarak evreni kavrayamaz. Evren dediği zaman bir kavramdan söz eder. Yani bütünsellik ilkesiyle dış dünya verilerinin duyularda parçalı, algıda belirli bir tikellik içinde olan, ama kavramda bütünlüğe kavuşturulan bir süreci içerir. O halde doğa dediğimiz zaman da bir kavramdan söz ediyoruz. İde saltık ise boş, soyut, sadece düşünme yetisidir. Doğayı düşünüyor olması bir bütünlük olarak, bir kavram olarak doğaya bütünlüğü veren, kavramı veren de logos olduğunu bilerek; zemin olarak logos yani bilinç. O halde dış dünyanın tikel nesnelerinin duyular yoluyla sunulduğu yüksek-yüce makam logosun kendisidir, bilincin kendisidir. Hegel bunu-(totemi)- bir sembolün önüne götürüp bir sunak sunan kişinin oradan beklentisi kendi yaşamına kendisinin yön veremediği durumda dış bir yardımla aşmak umududur. Ama giderek o andaki engelleri aşamayan, aşma yetisine ulaşmamış olan bilincinin bu dış nesnellikten kendisine yardım talep etmesi giderek bu bilincin yani kendi bilincinin evrilmesine ve o sorunu çözebilir düzeye ulaşmasına neden olur. Yani bir dış dünya toteminden medet ummak onun ne yapıp yapamayacağının bilincine vararak, bir araç geliştirmeye neden olur. O totem giderek saban olur. O saban kültür üretir. O totem giderek fabrika olur. Otomobil üretir, uçak üretir. Logos başlangıçta kuşlar gibi uçmak istiyordu. Ama totem, dua dediğimiz yaklaşım aslında içsel bir düşünme. Yani tefekkürle uğraşan kişiye şunu ilham ediyor. Durarak, hiçbir şey söylemeyerek; sen beni araç haline getir. Ben sana bereketi veririm. O zaman ilk büyük totem iş aracına dönüştüğünde karasabandır. Ziraattır. Kültürün başladığı yerdir. Bilirsiniz Yunan Tanrısı Nike, İngilizler’in nayk diye okuduğu Nike çentik gibidir, ayağında şöyle okey, çentik işareti vardır, o işte karasabandır. Yani Nike, nayk bereket tanrısıdır, zafer tanrısıdır. Hegel her aşamada logosun gizil güç olarak, sezgi olarak orada olduğunu fakat bunu dış dünyada gerçekleştirip işlevsellikten sonra kendine dönüp kavram haline getirmesi gerektiğini bize söylüyor. Kavram haline getirmek ne demek? Onu fabrika yapmak, sürekli kılmak. Kavram sürekli kılmanın aracı, baki kılmak. Yani Hegel'e göre kavram sadece düşüncede bir tanım değil. O soyut başlangıç. Mantıksal soyut başlangıç. Onun gerçekliği dış dünyada bir kurum haline gelmesi. Bir kurum yani adalet başlangıçta bir taleptir, düşünsel bir taleptir ve nereden çıkar? adaletsizlikten çıkar. Yani insanlar haksızlığa uğradıklarında hak talep ederler. Bu hak talebi ortada yoktur. Gerçek değildir. Ve bunu talep edersin. Yani yoksunluğundan dolayı talep edersin. Ama sonra tüm çatışmalar çelişmeler tarihi vakalar, en sonunda bir adalet kurumu, bir devlet biçiminde, bir organon olarak, bir Nike olarak orada realize olduğunda artık o yaşamı düzenler. Aslında yaşamı düzenleyen nedir? Kavramdır. Ama kavram bunu kurum olarak, Organize olarak yapmaktadır. Dolayısıyla bu, kavramın edimsel olması demek; onun bir kurum olarak toplumu bir bürokrasi üzerinden yönetiyor olması demektir. (*) Metin Bobaroğlu'nun zoom konuşmalarından derlenmiştir.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|