|
Karantinadan NotlarKategori: Korona Günlüğü | 0 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 15 Ağustos 2021 06:34:41 Sabah uykumdan oğlum Ali uyandırdı. Sağ yanağımın üzerine yatırdığım başıma eğilip sol kulağıma fısıldadı. “Anneeee biliyor musun nefes alıp verirken burnumuzun sadece tek deliğini kullanıyormuşuz.” Hay Allah, bu çocuklar bunları hangi kanallardan öğreniyor, diye düşündüm uyanırken. “Koy bak parmağını burun deliklerinin altına, anlayacaksın” dedi. Daha gözümü açamadan söylediği nefes testini yaptım. Çocuk haklı, tek kapıdan geçti nefesim.
İçimde bir sıkıntı vardı. Giyinip kendimi yine orman yoluna verdim, içimdeki sıkıntıyla. Ve hayatta neden bu kadar huzursuz olduğumu düşünmeye başladım yürürken. Çocukluğumdan beri ne zaman kucak dolusu sevgi ile taşsam, akıtacak yer bulamasam, o kadar sevmeyi öğretemeyen bir dünyada olduğumuz gerçeği ile kapanan kollarla kaldığımızı hissederim. Bir tek ağaçlar her türlü kucaklamana hazır, dimdik bekler durur. Nefesim yetmiyor, hep nefesle bir derdim var derken, zuhurat bu ya, birileri bir oda dolusu nefeslik alan açıyor. Suni teneffüs günleri gelir, biri birine nefes verir Allah yardım ederse, mayasında almak varsa da alan alır şifalanır. Ben bu satırları usul usul buraya bırakırken, seller oldu, yangınlar oldu, hastalıktan giden gitmeye devam etti, elimde açıp da kullanmaya yüksündüğüm nefes açıcımla yasımı tutayım derken korona ile de tanış oldum. İnsanların evsiz kaldığı, bağsız kaldığı günler. Dostların eşiğinde emek ile destek ile yer yurt yapılanırken, benim de yurtta hissettiğim yer dostların yamacıyken, karantina başladı. “Bazı dostların altı bazılarının üstü çizilir” diyor Gülcan Özer, her birimizin kahramanı olduğu kendi hayat hikayemizde. Mağdur durumunda kalmaya gerek yok yolundan çıkanlar için. Gücenmeye de. Yol yüründüğünde yoldaş olunuyor. Bazen yol kolay geldi diye, bazen başka yolu olmamaktan, bazen yoldaki bir nedenden, bazen tamamlanacak bir amaç uğruna birlikte bir süre yürünmüş olunabilir. Ama insanız, amacımız, yolumuz, hedefimiz, zevklerimiz, çıkarlarımız, beklentilerimiz, kaderimiz değişebilir ki yoldaş olmaktan çıkılır. Ne bıraktığına bakıp uğurlamayı da bilmek lazımmış. Günah keçisi aramayı bıraksın herkes, herkesin bahanesi var, kalbine bak başkasına bakacağına demiş şair. Acılı çocukları kullanmayın bir süre ne amaçla olursa olsun diyesim var. Elleri yanık, göz yaşları yanağından akamadan buharlaşmış teyzeme sarılırken bir çekim yaptırmayın, az bir bekleyin hele. Yangınların önünde acımız büyük fotoğrafını bikinili ama acılı bir duruşla sergilemeyin. Gözümüzün önünde canlanıyor, o telefonu birinin eline verip, o poza girmek için beklediğiniz an. Ne zararı var diyenlere cevabım, toplumsal olarak hafıza kaybına sebep oluyor bu her şeyi tüketerek yaşamalar. Anlık fotoğraf etkisi. Sonra gelsin yenisi. Hikayeden bol neyimiz var. Salata tabağım, çocuğumun poposu, kasıma vurmuş güneş, kadehimdeki dudak izi, ojeli pedikürlü ayaklarım, ay saçımın teli, aman da yanağımın beni ne de güzelim ne de tatlıyım ne de harika hayatım veya yangının külü, kavruk hayvan bedeni, yıkılan evin ufuk çizgisindeki sanatsal görüntüsü. Iyi ki izleyenim var duygusu. Herkes beğensin, baksın ama eleştirmesin kimse. Ah unutuluyor. Unutturuluyor. Çabuk atlatılıyor bu bombardıman içinde. Iki günlük göz yaşı, sonra yine “e napalım hayat devam ediyor.” Hayat devam ediyor elbet, ve fakat insan hatırlayarak bir edeb çizgisinde durmayı öğrenmeden yaşıyor. Öfke bazı durumlarda sağlıklı bir duygudur. Ama eyleme geçmeyi güdüleyen, iyi bir amaca hizmet etmeyen kuru öfke ise yıkıcı olur. Her duygu görülmeyi, anlaşılmayı bekler. Böylece önce kendimizi anlarız, sonra farkındalığımız diğeri ve dünya üzerine katlanır. Buradan sonra bencil olmayan, bütüne değer katan bir devinim ihtiyacı ile sebeplenmek yerine, kızgınlık ile kalırsa, söylenmeden, şikayetten, yargılamaktan, eleştirmekten öteye geçmez. Sevgi ile çözüm yerine nefret ile yıkım doğurur. Koşarken düşüp dizini kanatan çocuğa annesinin “ bir daha düşersen gebertirim seni” demesi gibi bir şey olur. Aslında evladı korunsun istiyordur, verip vereceği şefkat öfke temellidir. Üzülüp üzüntü ile kalmayı bile bilmiyoruz. Üzüntü gibi anlamlı bir duygu bile derhal öfkeye yerini bırakarak layıkıyla yaşanmıyor. Hastasını iyileştiremedi diye hasta yakını doktoru boğazlıyor, sevilmediğini düşünen ama sevdiğini iddia eden eş kırılan kalbi onarmaya ya da anlamaya çalışmak yerine saldırıya geçiyor, kaybını kabullenemeyen kişi suçlayacak birini arıyor, ağlayan bebek sussun diye ana -babası tokadı basıyor. Yas tutmayı bile öğrenemediğimiz için dünyanın döngülerine bakıp çareler aramak yerine, ya felek utansın-cılık peşine düşüyoruz ya kahrolsun bu dünyayı böyle yapanlar, deyip konforlu alanlarımıza çekiliyoruz, sanki dünya bizden ayrı bir yermiş gibi. E bir de sosyal medya çıktı sesimizi aynı anda duyurabildiğimiz, duyanların sayısı arttı da ne oldu? Sadece biraz daha cüret eklendi tartısız laflarla gargara yapanlarla, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara. Hani emeksiz yemek olmazdı. Olur da lezzeti olmaz. Lezzet aceleye gelmez. Anın hakkını vermekle olur. Nefesimi tükettim dediğin o an anlarsın. Acaba ne ile oyalandın? Açık mıydı tüm duyuların. Daha da önemlisi ne anlıyordun getirisinden? Kulağım bir şey duydu, kalbimde aksi ne oldu, bedende bir karşılık oluştu, acaba bu niye oldu? Misal meseleyi açar diyerek anlatayım, biri bana “Gerçeği göremiyorsun” dedi. Benim yanaklarım ve kulaklarım ısındı. Avuçlarımda kırıp dökmek isteyen bir enerji oluştu, midemde yenmiş yutulmuş koca koca cümleler varmış da ağzımdan çıkacakmış gibi oldu. Diyelim ki daha ne olduğunu bile bulamadığım cümleler yerine dilim sivrildi küfür ile kalp kırıcı sözler ile konuştum. Ne anladım “gerçek” ile ne kastedildiğinden? Ne anladım benim gördüğüm gerçekten? Ne anlattım duyduğuma cevaben? Hepsi koca bir fiyasko. İşte şimdi gerçekten iyice uzaklaştım. Ama diyelim ki ilk adımda, bedenimde, düşüncemde, duygumda farkına vardıklarımı nedenleri ile anlamaya çalışsam, iddiada bulunana ona göre soru sorsam, ondan sonra ister anlaşalım ister uzlaşmayalım biraz da olsa birbirimizin gerçeklerine açılırdık. Ki onlar nasıl algıladığımız ve nereden baktığımız ile değişen şeyler. Yoksa “bir kuş öldü” dendi bana, düşen bir kuş muydu, öldü mü bayıldı mı, biri vurdu da mı öldü, cama mı çarpıp düştü, suç camın mı, kuşun mu, camı icad edenin mi, kuş bıldırcındı da avcı mı ateş etti, avcı değildi de kedi yavrusunu kaçıran akbabayı vuran bir hayırsever miydi, “hayırı sevmek” kedi yavrusunu kayıracağım diye kendini doyurmak için fıtratına göre avlanan akbabaya kıymak mıydı?…… Neydi o, bir gör hele. Sonra diline, dimağına, tepkine bak da orada temel duygunla kal biraz. Korkuyorum de. Üzgünüm de. Kıskanıyorum de. Ya da neyse incelt, daha da başka karmaşık ikincil duygularını da keşfet ve hepsini kucakla. Çünkü insan kendini kabul etmiyor aslında, başkasına bakıp onda gördüğüne savaş açıyor. Yeryüzü bize yurt mudur acaba? Yuva mıdır bize? Evine böyle mi yaklaşır insan? Ya ruhunun mabedi bedenine? Ve başkalarına? O adama, şu kadına, başkalarının dölünden olma çocuğa, hayvana, bitkiye, taşa toprağa? Döl kardeşine, yol kardeşine? Yine şairin dediği gibi ayıklarsan ayık kalıyorsun. Uyanmayı göze aldıysan seraplara veda ederek bedelini ödeyeceksin. Sapı samana karıştırmaya devam etsin uçan kafalar. Bazı yollar yüründükten sonra dönüş olmuyor. Kendimize küsmeyelim de bir yol seçilir elbet. Ama dikkat edelim de seçtiğimiz yolda ilah edindiklerimiz bizi yarın doğanın tükürdüğü eşya gibi ortada komasın… Doğa intikam alıyor güzellemelerini de bırakalım. Ektiğimizi biçiyoruz o kadar. Bakarsan bağ bakmazsan da dağ oluyor. Sonuçta bağ da, dağ da kendini iyileştirmeye çalışıyor. Bu insan olan bizim yapay doğamızda felaket adını alıyor. Iki doğanın birbirini yok etmediği bir dünya düşlüyorum. Yeni öğrendiğim ama emin olmasam da hoşuma giden bir bilgiye göre “Başın sağ olsun” demek eski Türkçe’de “Yaran sağalsın” demekmiş. Cümle felaketzedelere baş sağlığı dilerim. Ezcümle yaralarımızdan ders de çıkaralım. Amin.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|