|
|
Tarîkattan Geçen YolKategori: Türkiye | 1 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 26 Nisan 2008 16:13:39 Mustafa Kemal "Türkiye tarîkatlar, şeyhler, müritler memleketi olamaz" demiş ve tarîkatlar yasaklanmıştı. Ama yüzyıllardır kök salmış gelenekler, tarîkatlar yasaklamakla yok olmuyor. Bugün Türkiye'de varlığını sürdüren en önemli tarîkatların Kadirilik, Nakşilik, Bektâşilik ve Halvetilik olduğu, en eskilerinin ise 11'inci yüzyılda ortaya çıkan Kadirilik olduğu söyleniyor.
Yukarıdaki alıntı birkaç yıl öncesinin bir gazetesinden. Mustafa Kemal “Türkiye tarîkatlar, şeyhler, müritler memleketi olamaz” demiş ve tarîkatlar yasaklanmıştı. Ama yüzyıllardır kök salmış gelenekler, tarîkatlar yasaklamakla yok olmuyor. Bugün Türkiye’de varlığını sürdüren en önemli tarîkatların Kadirilik, Nakşilik, Bektâşilik ve Halvetilik olduğu, en eskilerinin ise 11`inci yüzyılda ortaya çıkan Kadirilik olduğu söyleniyor. Yeni bir olgu olan Nurculuk zaman zaman bir tarîkat zaman zamansa Nakşiliğin bir yorumu olarak değerlendirilebiliyor. Suudilerin başını çektiği Vahabilik tüm tarîkatları reddedip gerçek Müslümanlık olduğu iddiasında. Yakın tarihimizde de, Nakşibendi kitlesinin Turgut Özal’a, Nurcular’ın Süleyman Demirel’e “yakın” olduklarını, Ecevit’in oy kaygısıyla bazı tarîkatlara yanaştığını da biliyoruz. Kadirîlik Hazar Denizi`nin güneyinde bulunan Geylan bölgesinin Büşt kasabasında 1078 yılında dünyaya gelen Abdülkadir Geylânî’ye dayanıyor. 1166 yılında 91 yaşındayken ölen Geylânî’nin dört karısından 49 çocuğu olmuş. Merkezi Bağdat'taki dergâh olan Kadirîye tarîkatı İslâm dünyasında en yaygın tarîkattır. Kadirîlik'i Istanbul'da tanıtan İsmailiye ya da Rûmiye denilen kol olmuştur. Bu kolun kurucusu İsmail Rûmî (ö. 1631) Anadolu ve Rumeli'de kırk kadar Kadirî tekkesi açmıştır. Anadolu Kadirîliğinin merkezi de İsmail Rûmî'nin Istanbul Tophane'de yaptırdığı Kadirîhane'dir. İmdi, durduk yerde neden tarîkattan söz etme gereği duyuyoruz diye sorabilirsiniz. Bir kere, nasıl eşkiya, “şaki” sözcüğünün çoğulu ise, yâni eşkiyalar denmezse, aynı şekilde “tüccar” sözcüğü “tâcir”in çoğulu, “evrak” sözcüğü “varak”ın, “enbiya” sözcüğü “nebi”nin, “tarîkat” (târikat değil), “tarik”in çoğuludur. “Tarik” yol demek. Tüccarlar, evraklar, enbiyalar, tarîkatlar demek yanlıştır, ama artık yerleşmiş, tarîkatlar diyoruz. İnanan bir Müslümanın kendisine bir “yol” seçmesi elbette anlaşılabilir birşey. Ancak bu yollar, kendi Müslümanlık yorumlarını tüm topluma kabul ettirme yoluna gittiklerinde, ya da bu yorumu bir dünya görüşü, bir toplumsal ve ekonomik sistem olarak dayattıklarında iş, farklı bir boyut kazanıyor. Dinler inanç temelinde bir takım ahlâk kuralları getirir. Siz bunlara inanırsanız yaşamınızı ona göre düzenlemeniz gerekir. Üç büyük semavî dinin çıkışına ve çıktıkları toplumların toplumsal / ekonomik yapısına bakarsak insanlık tarihinde devrim yaratan büyük değişimlerle koşut olduklarını, ama sonraki büyük değişimlerden önce geldiklerini görürüz. Avcı / toplayıcı toplumdan hayvan güden, yarı göçebe bir topluma geçen toplumun dini olan Musevilik, şehirleşme ve ilk büyük imparatorluk olan Roma döneminin Hıristiyanlığı ve merkantilist (tâcir) bir toplumun Müslümanlığı o toplumların yapısı içinde düzenlemeler getirir. Örneğin Museviliğin 10 emrinden birisi “komşunun evine, karısına, erkek veya dişi kölesine, öküzüne, eşeğine göz dikmeyeceksin” der. Komşunun otomobilinden veya bilgisayarından söz etmez. İncil’de buhar makinesinin sözü geçmez, Müslümanlık köleci tâcir toplumundaki ticarî ve sosyal ilişkilere kurallar getirir. Bu üç büyük din ortaya çıktığında ne daha sanayi devrimi olmuştu ne ortada kapitalizm ya da sosyalizm vardı. Daha arkeoloji, paleontoloji falan da olmadığından Adem ile Havva masalı halâ en geçerli inançtı. Bütün dünyası Mezopotamya olan insanlar Mezopotamya’daki bir su baskınını tüm dünyayı sular altında bırakan bir tufan olarak görmeleri anlaşılabilir bir şeydi. Şimdi siz kalkıp bu dinlerdeki buyrukları, kuralları, sanayi devriminden geçmiş, uzaya kanca atmış, bilgisayarlarla iş gören, internet yoluyla iletişen bir topluma uygulamaya kalktığınızda ne olur? Bugünün sanayi-ertesi dünyasında iki temel ekonomik sistem var. Kapitalizm ve sosyalizm. Bunların elbette ülkelere göre çok değişik uygulamaları var ama temel sorun sermaye-emek ilişkisi olmaya devam ediyor. Bu ilişkinin nasıl biçimlendiği, o ülkenin nasıl bir ülke olduğunu, kalkınıp kalkınamayacağını, o ülkedeki insanların nasıl bir yaşam sürdürebileceklerini, aç kalıp kalmayacaklarını belirliyor. Sermaye -emek ilişkisinin uluslararası düzeydeki yansıması küreselleşme adı altındaki yeni emperyalizmin işleyişini tanımlıyor. Şimdi bu gerçeklerin karşısına siz dinleri koyun, hattâ dinleri değil de birçok değişik tarîkatı koyun. Ve çocukların yanaklarına şiş batırmakla uğraşan bir tarîkatın ülke sorunlarına, dünya sorunlarına çözümler üretmesini bekleyin. Bugün birçok kişi Türkiye’de bir tarîkatlar çatışması olduğunu söylüyor. Bir yanda Nakşibendîler, öte yanda Kadirîler, kulislerde Nurcular, Fethullahçılar, Aczmendîler, say say bitmiyor... Peki bunların hangisi Türkiye için bir çözüm üretiyor? Daha doğrusu, üretebilir? Yoksa bu yalnızca bir güç çekişmesi mi, sen daha fazla mı nüfuz sahibi olacaksın, ben mi, ülkenin kaymağını sen mi yiyeceksin, ben mi kavgası? Benim tarikim (yolum) doğru, seninki yanlış diye ötekileri sindirme, yok etme çabası mı? Bu sorular kafamı kurcalarken Kadirî şeyhi Haydar Baş’ın Millî Ekonomik Modeli’ne tosladım. Haydar Baş, yalnızca Türkiye’yi değil, tüm yoksul ülkeleri kurtaracak bir formül ürettiğini söylüyor. Gelecek yazıda onu biraz inceleyelim.
YorumlarUmit Dagitan
{ 28 Nisan 2008 04:26:56 }
Yararli bir konu ve aydinlatici bir yazi.
Diğer Sayfalar: 1. Tesekkurler, Umit
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|