|
Güney Yarımküre yaza girerkenKategori: Korona Günlüğü | 1 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 03 Aralık 2020 06:48:52 Kuzey Yarımküre’de uçarı, kaygısız (!) yaz günleri son bulup, Covid 19 rüzgârının yeniden, daha da güçlü estiği kış ayları başlarken, Avustralya ve Yeni Zelanda bir süredir “sıfır” koronavirüslü ilbaharı/ yazı yaşıyor. Fakat bunun böyle sürüp gideceğinden kim emin olabilir?
Geçtiğimiz hafta sonu Sydney’de 40 derece sıcağı gören birçok kişi deniz kenarına akın etti. Elbette salgına karşı alınmış önlemler var. Plajlara metre kare başına belli sayıda kişi girebiliyor; kişi sayısı “drone”larla, kameralarla sürekli olarak denetleniyor. Giriş çıkış noktalarında kalabalık, sıkışıklık olmaması için yardımcı olacak, soruları yanıtlayacak görevliler var. Herkes dersini aldı gibi görünse de, insan çok çabuk unutan bir varlık. II Salgını birbirimizle hem aynı hem de değişik yaşadık, yaşıyoruz. Kimileri için maske takıp metro trenine binmek, işaretli koltuklara oturarak işyerine ulaşmak, ellerini yıkayıp atölyede makinenin başına geçmekti. Kimileri için ofiste birbirinden olabildiğince ayrılmış masalarda ya da farklı günlerde, dönüşümlü olarak çalışmaktı. Kimileri için her sabah yatak odasından, oturma odasındaki geçici çalışma mekânına yürümek, bilgisayarın başına oturmaktı. Kimileri için istenmeyen ama katlanılması gereken Zoom toplantılarıydı. Kimileri için uzaktaki sevdikleriyle yapılan günlük, görüntülü whatsapp sohbetleriydi. Kimileri için işini yitirmekti. Güçlükle yürütmeye çalıştığı dükkânını, iş yerini kapatmaktı. Kimileri için Covid’e yakalanmaktı, yakalananların haberlerini almaktı. Hava yolları ve gezi şirketleri, oteller, moteller, kafeler, lokantalar, kimi büyük kimi küçük işletmeler batma noktasına geldi. Süpermarket zincirleri ve teknoloji ile ilgili ürünler satan şirketler her zamankinden fazla kâr yaptı. Her şey herkes için farklıydı, yine de aynıydı. Belirsizlik. Korku. Gelecek için duyulan kaygı. Umut. New South Wales’de, tüm dünyayla aynı gerçekleri, bu ülkenin gerçeklerine göre yaşarken, salgının başından bu yana kesinlikle mahrum kaldığımız birkaç şey vardı: Ülke dışına ve eyaletler arası seyahat etmek. Kent içinde belirlenmiş bir uzaklığın ötesine gitmek. Arkadaşlarla, dostlarla bir araya gelmek. Kucaklaşmak, sarılmak. Korkulu birkaç aydan sonra hayat yavaş yavaş normale dönmeye başladığında, kapalı mekânda olmamasına dikkat ederek dostlarla bir araya gelmek, üç beş kişi birlikte yürüyüş, piknik, sohbet yapılamaz olmaktan çıktı. Hâlâ kesinlikle yapmadığımız, yapamadığımız iki şey var. 1. Kucaklaşmak, sarılmak. 2. Ülke dışına seyahat etmek. (Eyaletler arası sınırlar yalnızca birkaç gün önce açıldı, herhangi bir eyalette yeni vaka görülmesi halinde yeniden kapatılması olası. Başka ülkelere seyahat ise hâlâ izne bağlı ve izin almak hiç de kolay değil. Bu nedenle yaşadıkları ada sendromundan söz edenler var.) Bu kadar uzun zamandır yoksun kalınca bu iki şeyi özledik mi? Birçok kişi hem de nasıl diyecektir. Ben de katılıyorum öyle diyenlere fakat insanın özlediğiyle, özlemediği aynı şeyin parçaları olabiliyor. İçten bir kucaklaşmayı, sevgiyle sarılmayı özledik. Yapay kucaklaşmaları, âdet yerini bulsun öpüşmelerini değil. Aile buluşmaları için, yeni bir şeyler öğrenmek, farklı deneyimler yaşamak için yapılan gezileri özledik. Gezmek insanın yaşamını değiştirebiliyor, dünyaya farklı gözlerle bakmasını sağlayabiliyor fakat bazen çekilmiş onlarca fotoğraftan başka bir şey olmayabiliyor da. Belki de giysi dolabımızda, evimizdeki eşyalarda uygulamaya çalıştığımız “minimalizm”i yaşantımızın başka alanlarında da deneyebiliriz. III Ekonomik durgunluğun bittiği haberini okuyunca, birkaç hafta önce New South Wales Eyalet Kütüphane’sinde gördüğüm “Fotoğraflarla İspanyol Gribi ve Covid 19” sergisini anımsadım. İspanyol Gribi’nin de Avustralya ekonomisini fazla etkilemediğini o sırada okumuştum. Sergide gözlerim en çok İspanyol Gribi bölümündeydi. Öyle ya 2020’ye ait olan her şeyi kendim yaşayarak, görerek, okuyarak öğrenmiştim zaten. 1918, 1919 tarihli onlarca fotoğrafta, maskeli hemşireler, maskeli halk… Gazete yazıları, haberler… Hükümetin salgınla ilgili resmî açıklamaları… Çeşitli el ilanları, bildiriler: Kendinizi izole edin! El hijyenine dikkat! Öksürürken, hapşırırken ağzınızı örtmeyi unutmayın! Çevrenizde öksüren, aksıranların farkında olun!... Salgın sırasında tutulmuş günlüklerden alıntılar da vardı. Archie Barwick’in günlüğünden: “Şimdiye dek hiç hissetmediğim kadar kötü hissederek yatağa girdim. Ter, ter, ter. Başım çatlıyor, kemiklerim, göğsüm, boğazım ağrıyor. İspanyol Gribi olduğumu söylüyorlar. Doğrudur, olmuşumdur. Bu hastalık dünyayı sardı. Kim olduğunuz önemli değil, her hangi birine ansızın saldırıyor, birkaç dakika içinde yere yıkıveriyor.” Hemşire Anne Dannell’ın günlüğünden: “Daha önceden zamana karşı böylesine bir kavga verdiğimi hatılamıyorum. Her gün bir öncekinden daha dolu, daha yoğun, daha güç geçiyor. Korkunç bir hastalık bu. Şimdiye dek karşılaştığım en berbat hastalık. Genel bir halsizlikle, baş ağrısıyla, kemiklerde ağrıyla başlıyor, sonra birden, neredeyse uyarısız, zatürreeye çeviriyor.” İspanyol Gribi’nin Avustralya ekonomisini fazla etkilemediğini yazmıştım. Evet, Birinci Dünya savaşı sırasındaki kısıtlamalarla zaten neredeyse yere çakılmış durumda olan Avustralya ekonomisi salgın sırasında daha kötüye gitmemiş, sonrasında da yavaş yavaş toparlanmış. Covid 19 sonrasında da aynı şeyin olacağını umalım. Belki de sınırlar kapatılıp, uçuşlar iptal edilince Avustralya dışına çıkamayan Ada halkı tüm harcamalarını ülke ekonomisini iyileştirmeye yönlendirdi. IV Fizik tedavici Belinda’yı hiç maskesiz görmedim. Onu salgın sonrasında, birkaç ay önce görüşmeye gittiğimde tanıdım. İkimiz de maskeliydik. Yalnızca iki kez, maskeli olarak gördüğüm Belinda ile başka bir yerde karşılaşsam, tanıyabilir miyim? O beni tanıyabilir mi? Defalarca maskesiz gördüğüm kişilerin yüzü belleğime bir bütün olarak yerleşiyor fakat Belinda’nın yüzü benim için bir bütün değil, yarım. Benim yüzüm de onun için öyle olsa gerek. Televizyon dizilerindeki oyuncu yüzlerini görür görmez tanıdığım, bazen nereden tanıdığımı bildiğim bazen de hangi dizide ya da filmde görmüştüm diye düşündüğüm çok olmuştur. Çoğu zaman hemen ardından, evet, Downtown Abbey’deydi, diyorum, ya da buldum buldum, Siyah Ayna’da seyretmiştik. Maskeli olsalardı kolayca anımsamam mümkün olur muydu? Sanmıyorum. Gözler çok önemli deriz hep, duygularımızı en çok gözlerimizin ele verdiğini düşünürüz. Oysa yüzümüz bir bütün olarak anlamlı. Gülünce gözlerimiz gülse de, tasalanınca gözlerimizden belli olsa da, maske bütünlüğü yok ediyor. Yarısı örtülü bir yüzü tanımak, araştırmak, anlamak güç. Bir süre önce Olivia Laing’in Lonely City (Yalnız Kent) adlı kitabını okuyordum. Salgın öncesi yazılmış bir kitap; Covid 19’la yaşantımıza giren maskelerle ilgisi yok ama bir bölümünde maske önemli bir yer tutuyor. New York’da yaşarken kendini çok yalnız hissettiği bir Halloween gecesinden söz ediyor Olivia Laing. Kalabalığa karışıp kendini kaybetmek, yalnızlığını unutmak istiyor. Siyah bir elbise giyiyor, gözlerini rimelle çerçeveleyip sokağa fırlıyor, Halloween kalabalığına karışıyor. Hiçbir işe yaramıyor, daha da yalnız, daha da huzursuz, daha da kaygılı hissediyor kendini. Keşke bir maskem olsaydı diye geçiriyor içinden, herhangi bir maske, hani şu kedi yüzü maskelerinden ya da Örümcek Adam, hangisi olursa olsun… “Adsız, yüzsüz, bilinmez olmak istedim. Acılı, kaygılı, yalnız ve korkulu yüzümü saklamak istedim. Tasasız, neşeli görünmek için duyduğum gereksinimi gizlemek, bu gereksinimin verdiği yükten kurtulmak istedim. Maske, açıkta olma, görünür olma, başkaları tarafından izleniyor olma yükünden kurtarıyor insanı. Maskeyle gelen özgürlük...” Oysa maskelerin ardına saklanmamamız gerektiğini düşünürüz hep, kendin ol, maskeleri at, deriz. Maske özgürlükse, omuzlarımıza yük bindiren şey maskesizlik ise, neden maskesiz olalım? Sonra, “Maskelerle yalnızlık arasındaki ilişki nedir? Maskeyi gizemli, uğursuz, rahatsız edici yapan şey nedir?” diye soruyor Olivia Laing ve yanıtlıyor. “Maske, görülmeyi, araştırılmayı, incelenmeyi reddetmek demek. Kabul görmeme olasılığını yok etmek. Oysa kabul görmemek bir olasılık olduğu kadar, kabul görmek, anlaşılmak, sevgiyle sarılmak da bir olasılık. İşte maskeyi uğursuz yapan şey bu.” Fakat elbette şimdi farklı bir dönemdeyiz. Operadaki Hayalet’in huzursuzluk veren maskesiyle, salgına karşı kullandığımız maske aynı şey değil. Olur da başka bir yerde karşılaşırsak Belinda’nın yüzünü tanımasam da olur.
Yorumlarnihat ziyalan
{ 12 Aralık 2020 06:50:02 }
çok güzel bir yazı. fotolar da iyi seçilmiş. kutlarım sevgili Saba Öymen.
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|