|
Koronametrik söyleşiKategori: Korona Günlüğü | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 11 Mayıs 2020 01:31:37 Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları’nda bir yerde aynen şunları yazıyor: “Belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum.” Bu son derece yerinde bir tavsiye. Bunu daha önce ve daha sonra ben de ve uzun yıllardan beri yorulmadan bütün eşe, dosta önerdim ve hala öneriyorum.
Ancak gerçekçi olmak lazım, geçen zaman içinde gördüm ve gördük: Türkiye’de anılarını yazmak meraklısı çok değil. Söze dayalı, herşeyi sözle aktarmaya alışkın olduğumuz için sözün yeteceğini sanıyoruz. Bunun özünde eleştirilecek hiç bir yanı da yoktur. Ve hatta ne iyi ki ve hiç olmazsa bunu bilebiliyoruz bile diyebiliriz. Ancak sadece bununla yetinilmesi sorun yaratıyor. Kaçımız örneğin nene ve dedemizin, ana ve babamızın sesini kaydetmişiz ? Kaçımızda adı geçenlerin bir filmi var ? Evet sadece sözün ve sözlü aktarımların yeteceği kanısında değilim. Söz uçuyor yazı kalıyor. Öteden beri bilinen bir şeydir bu. Hele sonbaharda, hele kışın: Ölü yaprakların alıp götürdüğü sözleri, sözcükleri, cümleleri işte her geçen gün hep beraber üzüntüyle görüyoruz. Bunlara koronavirüs belasıyla gidenleri de eklemeleyiz. Evet bütün bunlar beni üzüyor. Gidenler çünkü kendi anılarını da, kendi deneyimlerini de götürüyorlar. İz bırakmadan çoğu kez. Bu bir kayıptır : İnsanlık için. Tarihimiz için. Bizim için. İşte bu ve benzeri birçok neden sonucu birilerinin öbürlerinin yerine yazması, saklaması, toplaması, arşivlemesi, toplumsal tarihimize armagan etmesi gerekiyor. Yakınımızda bulunan, kimi zaman bizimle birlikte, aynı çatı altında, dört duvar arasında yaşayan ve yaptıklarını izlediğimiz, gördüğümüz, dinlediğimiz ve beğendiğimiz kadın ve erkekler için bu işi bizzat üstlenmemiz gerekiyor kanısındayım. Hele biz yazarların. Bu iş için ille yazar olmak ta şart değil. Okur-yazar olmak yetebilir. Belki böylece yazarlığa ilk adım da atılabilir. Arkasında tek satır iz, iki satır anı bırakmadan gidebileceklerin, izlerini, anılarını ve sözlerini kalıcılaştırmak arzusuyla onlarla bu belalı “evde kal ” günlerinde veya “evde kalmayabilirsin ” ama “kalsan daha iyi olacak senin için ” günlerinde söyleşiler yapmak, söyleşileri banda kaydetmek, olanağımız varsa filmini çekmek ve bütün bunları saklamak, olanak bulunursa yayınlamak yerinde olacak. Söyleşilerimizin gidenlerin sözlerini taşıması ve meraklılarına ulaştırması birincil amacımız olmalı. Olanaklarının elverdiği ölçüde anlatabileceklerinin tümünü anlattırmalıyız. Bizim için “yangında ilk kurtarılacaklar ” onlar çünkü. Yaşlılarımızla, büyüklerimizle onları daha iyi, biraz daha iyi tanımak için, söyleşi yapılması çok yararlı yöntemlerden biridir: Onları, doğumlarından sonuna kadar, günümüze kadar yaşamlarını, ve yaptıklarını öğrenmek veya biraz daha iyi tanımak için bu tür söyleşilere ihtiyacımız olduğundan eminim. Kendini anlatan, yazan anlamında, çok az sayıda yurttaşımız var. Hele Türkiye’de. Sıradan kadın ve erkekler yanında, ünlü siyasetcilerimiz, sendikacılarımız, sanatçılarmız, yazarımız, şairimiz de anılarını yazmayanlardandır. Kimi yazar ve şairimizin bazı yapıtlarında kendilerine, geçmişlerine, yaşadıklarına, yaptıklarına ilişkin birkaç noktaya değindikleri oluyor. Ama bu genel olarak yetersiz kalıyor. Ayrıca hiç bir sanatçı ve yaratıcı neden ve nasıl yarattığını, niçin yarattığını, siyasetçi veya sendikacı neyi, niçin, ne zaman, nasıl, kimlerle ve nerede yaptığını yazmıyor. Bu konudaki istisnalar kuralı bozamıyorlar. İşte bu nedenlerle de onları konuşturmak gerekli oluyor. İşte söyleşi zamanlarında ve sadece o zaman, onlarla yapılan söyleşiler sayesinde onlar ve yaptıkları veya yapacakları hakkında yeni ve hatta yepyeni birçok şeyi öğrenmek mümkün oluyor. Veya olabiliyor. Böylece toplumsal tarihimiz için önemi yadsınamaz bir hazine, ses kayıtlarından, söyleşi yaptıklarımızın çektiğimiz filmlerinden, fotograf, mektub, diploma ve kimlik kartı ve benzeri belgelerden, yazdıklarımızdan, yayınladıklarımızdan oluşan toplumsal bir hazine, yaratmamız da mümkün olacaktır. Çünkü tarihi yaratanlardan isimleri bile anılmayanlar anlattıklarıyla tarihe nasıl katkı yaptıklarını da ortaya koymuş oluyorlar/olacaklar. Evet herkes resmî tarih(ler)in devlet-ulus(lar) tarafından nasıl “yaratıldığını ”, bilmeyebilir, bilmez de, bu durumda toplumsal tarihe fiilen katkı da bulunarak onun oluşmasını bizzat uygulamaya koymak bizim görevimiz olabilir. Örneğin hala ve teyzelerimiz, dedelerimiz ve nenelerimiz, amca ve dayılarımız yaşadıklarını bilinen tarihi olaylarla birlikte anlatsalar bilinmedik kimbilir neler ortaya çıkabilir. Tarihi olayları böylece birinci derecede, birinci ağızlardan dinlemek/izlemek öğretici olur. Bir örnek olarak onlara askeri darbelerin yapıldığı günlerde, gecelerde ve zamanlarda yaşadıklarını anlatmak kazanç değil midir ? Darbenin ilk saatlerinde neler duyumsadılar ? Nasıl davrandılar ? İlk neler yaptılar ? Örneğin ressamlar, yazarlar, müzisyenler, yazarlar, ozanlar ve şairler ile yapacağımız söyleşiler onların sanatlarını, onların ağızlarından, kenarından köşesinden bile olsa aralamak ve ilgilenenlere bir parça bile olsa anlatmak, açıklamak olanağını verebilir: Nasıl yaratıyorlar? Neden yazıyorlar? Ne tür yöntemler kullanıyorlar ? Neden bu yolları kullanıyorlar ? Ve bir dizi soru daha ... Bunların ve benzeri birçok sorunun yanıtını aramak başlıbaşına bir serüven. Şairle şiiri, yazarla boş kağıt önündeki ilk çeyrek saati, daktilosu ve şimdilerde artık bilgiSARAYI, ressamla tabloları, müzisyenle sözleri ve çalgıları arasındaki ilişkiler, “doğum sancıları ” ve daha binbir macera olabilir anlatılacaklarda. Söyleşiler toplamı içinde kimi bakımdan birçoğunda veya birkaçında kesişen ortak şeyler de bulabiliriz : Bu tür söyleşilerde, çocukluğun ve çocukken yaşanılanların öneminin sanatçılığa giden yollarda epey belirleyici olduğu ortaya çıkabiliyor örneğin. Belki de epeyden biraz daha fazla belirleyiciliği ... Öte yandan söyleştiklerimiz, anlattıklarıyla toplumsal tarihe katkı yapıyorlar: Öyküleri, yaşadıkları ve/veya yaşayamadıkları ile. Anlattıklarıyla bilgi hazinemizi genişletebilirler: Yakın hatta çok yakın siyasi tarihimizin kimi “anahtarlarını ” bize sunabilirler. Bu “anahtarlarla ” kapıları açmak ise artık bize kalıyor. Haydi hep beraber nice yolculuklara, söyleşiler eşliğinde. Söyleşilerimizi yaparken belli bir metod/yöntem kullanmalıyız. Söyleşi yaptıklarımızın anlatmak isteyecekleri her şeye her konuya değinmelerini sağlamalıyız. Bu makaleyi okuyucakların umarım kendi çevrelerinde bu veya benzer yöntemi uygulayarak konuşturmak isteyecekleri insanları en iyi koşullarda konuşturmalarını sağlayacak umuduyla söyleşi yönteminde dikkat edilmesinin yararlı olacağını umduğum birkaç “anahtarı ” burada paylaşım. Öncelike söyleşiye başlamadan önce söyleşi yapılacak kişinin hayatını ve varsa yapıtlarını iyi tanımak lazım. Öyle “kafadan ” ve artık klasikleşmiş, hatta gına gelmiş sorularla kalkıp söyleşi yapmak için yola çıkmamak gerektiğine inanıyorum. Yani söyleşiden önce dersimize iyi çalışmalıyız : Örneğin söyleşi yapılacak kişi yazarsa yapıtlarını, ressamsa eserlerini, müzisyense müziğini, türkülerinin sözlerini, tiyatro sanatcısıysa oyunlarını bilmeliyiz. Yakınlarımızın özgeçmişini iyi bilerek, kimi kez onlara tarihler konusunda yardımcı olarak, olayları anlattırmalıyız. Tartışmak ta dahil hazırlıklı olmak lazım söyleşiye. Bu bir futbol veya boks maçı değildir ama bir söyleşi, yaşanmışlıklardan hareketle deneyimlerin paylaşılması özelliğini taşımalı, kimi konularda açıklayıcı, okuyacak olanın hayatında ve kültürel eylemlerinde işine yarayıcı unsurlar sunucu bir armağan olmalıdır. Bunun için de gerekirse söyleşi yapılanla tartışmaktan kaçınılmamalıdır. Dostunuz, yakınınız bile olsa. Tabii nazikçe. Söyleşilerde bir başka altın kural “susmayı bilmek ”tir. Söyleşilerdeki en önemli altın kural da kanımca budur. Söyleşi yapılanla aşık atmak için söyleşi yapılmaz. Söyleşinin amacı onu konuşturmaktır. İki kulağımızın bir ağzımızın olması bu işte çok işimize yarar/yarıyor. Kulaklarımızı dört açmak diye yeni bir kural getirmek, yeni bir deyiş önermek bile olası. Gözlerimizi kapatmadan elbette. Söyleşi yapanların kiminin vazgeçemediği, hele televizyonlardakilerin maalesef gelenekselleştirdiği gibi sürekli olarak, “Bakın ben ne kadar çok biliyorum ” havası verilmesinden özenle kaçınılmalıdır. İki de bir söyleşi yapılanın sözü kesilmemeli, kusuru olursa/varsa kusuru yüzüne vurulmamalıdır. Söyleşiye bağcıyı dövmeye değil üzümünün tadına bakmaya gidildiği unutulmamalıdır. Bu deyiş burada elbette fırsatçı anlamda kullanılmıyor, rasyonel/akılcı anlamda kullanılıyor. Bunun tersi hem ayıptır, hem de işin amacına ters düşer. Zaten bizde iyi bir kural biçimine dönüştürülmüş hoş bir deyiş vardır: Konuşanın sözü kesilmez denir. İşte unutulmakta olan bu kuralı anımsamak ve bizzat uygulamak gerekiyor. Kanımca o zaman okuyacak olanın, izleyecek olanın işine yarayacak, yol gösterici ve kalıcı bir söyleşi gerçekleştirmek olanağı bulabileceğiz. Bu amaçla herkese iyi söyleşiler diliyorum. Hele uzun kış gecelerinde, hele kıyamet günlerinde... Televizyonlarımızı lütfen kapayalım, nene, dede, anne, baba, hala, amca, teyze, dayı, abla ve yaşlılarımızı, “ihtiyarları ”, “morukları ” konuşturalım, dinleyelim, seslerini kaydedelim, olanak yaratıp filmlerini çekelim önerisini de yapmama lütfen izin veriniz. Kolay gelsin. Başarılar. Herkese.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|