Mamak’ta hele kışın, eksi 15-20 derece dondurucu soğukta 3-5 nöbeti herkesin nefret ettiği nöbetlerdi. Açıkgöz batılı askerler ne yapıp yapıp Kürt erlere bu nöbetleri vermeyi becerirlerdi. “Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete” lâfı 40 yıl öncesinin Mamak’ından aklımda kalmış.
IMF başlıklardan düşmüyor. İkiz kardeşi Dünya Bankası ile birlikte geri kalmış ülkelerin karabasanı IMF. Ama birçoğumuz IMF’nin ne olduğunu, ne için kurulduğunu, neler yaptığını, amaçlarının neler olduğunu pek te bilmiyoruz. Resmî belgelere göre merkezi Washington D.C.’de olan IMF (Uluslararası Para Fonu) 1944’te kurulmuş ve amacı tüm dünyada uluslararası ödeme sistemini kurup denetlemek ve döviz kurlarını sabitlemek imiş. Kuzey Kore, Küba, Andorra, Monaco, Lichtenstein, Tuvalu ve Nauru dışında dünyanın 185 ülkesi IMF’ye üye.
Çeşitli ülkelerin katkılarıyla bir fon oluşturup dış ödeme dengesizlikleri yaşayan ülkelere geçici olarak borç verecek biçimde kurulmuş. Bugünlerde kendisini “küresel düzeyde parasal işbirliğini geliştirmek, finansal güvenliği sağlamak, uluslararası ticareti, istihdamı ve ekonomik gelişmeyi teşvik etmek ve yoksulluğu azaltmak” amaçlı olarak tanımlıyor. Üye ülkelerin oy ağırlığı ekonomik gücüne göre belirleniyor. Örneğin ABD’nin % 16,79’luk oy hakkı varken Venezuela’nın % 1,21’lik oy hakkı var. Yâni söz hakkı daha çok zengin, batılı sanayi ülkelerinin.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kapitalist ekonomik modeli sanki doğal bir sistemmiş gibi küreselleşme adı altında pazarlanmaya başlandı. 4 yıl önce 93 yaşında ölen ünlü Amerikalı Marksist iktisatçı Paul Sweezy’nin daha 1966’da Paul Baran ile birlikte yazdığı “Tekelci Kapital” kitabındaki ilginç bir analiz şöyle: “Bir tarım ülkesi üretimini artırmak için traktör ithal edecek. Bu yıl 100 ton buğday satarak bir traktör alabiliyorsa, on yıl sonra aynı traktörü alabilmek için 400 ton buğday satması gerekecek”. İşte IMF’nin “free trade” (serbest ticaret) adı altında tezgâhladığı sistem bu. IMF’nin ayrıca kendisinden borç alan ülkelere kapitalist ideoloji gereği dayattığı birkaç değişmez kuralı var. Birincisi özelleştirmeler. Devletin banka, sigorta, sağlık, eğitim, telekomünikasyon, sanayi gibi toplum için hayatî önem taşıyan alanlardan çekilip yerini özel teşebbüse bırakması gerekiyor deniyor. Türkiye gibi birçok devletin, halkının ödediği vergilerle kurulmuş kurumları (Etibank, Sümerbank gibi) haraç mezat satılacak deniyor. Bunları satın alanlar da genellikle sanayileşmiş batı ülkelerinin çok-uluslu şirketleri. Böylelikle o ülkenin ekonomisi, dolayısıyla da ülkenin kendisi yabancı şirketlerin kontrolüne geçiyor. Bizler de “oh ne güzel küreselleşiyoruz” diye göbek atıyoruz.
İkinci kural da yoksul ülkelerin ihracatlarını artırmak için paralarının değerini düşürmeleri (devaluasyon). Görünürde bu (Avustralya’da olduğu gibi) üreticilerin işine geliyor. Ancak, o ülke aynı zamanda da bir takım malları ithal etmek zorunda. Parasının değeri düşürülünce ithal mallarının fiyatı artıyor. Bunun da iki etkisi var. İthal edilen tüketim mallarının fiyatı artınca tüketim azalıyor, dış ticaret dengesi daha sağlıklı hale geliyor ama enflasyon körükleniyor. Bunun pek az sözü edilen bir ikinci etkisi de var. Yoksul ülkeler genellikle sanayileşmemiş ülkeler olduğu için sanayileşmiş ülkelerden sanayi ürünleri almak zorunda. Ve yukarıdaki traktör örneğindeki gibi ya bunun bedelini çok ağır ödüyor ya da bir takım sanayi ürünlerini alamayıp sanayileşmemiş bir ülke olarak kalmaya, dolayısıyla yoksulluğa mahkûm ediliyorlar.
IMF’nin dayattığı bu “reformlar” elbette halkın sıkıntıya girmesine yol açıyor ve tepkiler artıyor. Bu dayatılanların uygulanması dikta rejimlerinde çok daha kolay oluyor. IMF de bunun bilincinde olduğu için demokrasi, insan hakları, işçi hakları gibi kavramlardan uzak duruyor. Örneğin Arjantin’de 1976 ile 1983 arasındaki askerî diktatörlük süresinde IMF’ye olan borç 9.3 milyar dolardan 48,9 milyar dolara, 1964-84 arası Brezilya’da 5,1 milyar dolardan 105,1 milyar dolara, 1967-98 Suharto Endonezyasında 3 milyar dolardan 129 milyar dolara, Marcos Filipinlerinde 1965-86 arası 1,5 milyar dolardan 28,3 milyar dolara çıkmış. Ve tabii, diktatörler milyarları ceplerine indirip İsviçre bankalarına aktarırken bu borçları ödemek yine halkın sırtına yükleniyor. Yine IMF’nin dayatmalarıyla ücret artışları frenleniyor, borçların ödenebilmesi için vergiler artırılıyor.
Kapitalist sistemin küreselleşme adındaki bugünkü emperyalist biçimi “Free Market Economy” (Özgür Piyasa Ekonomisi) adı altında pazarlanıyor ve çok kişi de “özgür” sözcüğüne aldanıyor. Oysa burada özgür olan insan değil, sermayedir. İnsanlar yavaş ta olsa bunun bilincine varıyorlar artık. Bunun en iyi sistem olduğuna inananlar ABD’de bile son 5 yılda %80’den %70’e düşmüş. Güney Kore’de %77’den %55’e, Türkiye’de %57’den %34’e düşmüş.
23 Ağustos 2001’de Güney Kore IMF’ye olan borcunu tamamen kapattığı zaman Finansman ve Ekonomi Bakanlığı sözüsü Yoon Dae-hee şöyle diyordu: “Ekonomik egemenliğimizi geri kazanmış bulunyoruz. Bundan böyle ekonomik politikalarımızı planlar ve uygularken önceden IMF’ye danışmak zorunda kalmayacağız”. Ekonomik egemenliği olmayan bir ülkenin bağımsızlığından söz etmek yoksul halkla alay etmektir. Egemenlik bayrakla, milli marşla, sınır çizmekle olmuyor.
Uluslararası kapitalizmin dilini bilmezsek Türkçe bilmeyen Kürt Memet’in hep 3-5 nöbetine kalktığı gibi bizler de IMF, Memefe derken sömürülmeye devam edeceğiz.