|
Boyut kapıları gezisiKategori: Nasıl yoldan çıktım? | 1 Yorum | Yazan: Ayşin Uysal | 06 Kasım 2019 12:18:11 Yazın başında haritayı önüme alıp nereye gitsek diye bakınırken tuhaf bir şey fark ettim. Neredeyse Türkiye’nin tüm bölgelerini gezmişiz. Sadece şehirlerde değil yaylalarda, ücra göllerde, deli nehirlerde, yağmurlu ormanlarda, sarp dağlara çıkan keçiyollarında taban tepmişiz. Ama bazı yerleri sanki bilinçli olarak atlamışız hep. O bölgeler hep rota üzerinde bir yerden bir yere ulaşırken geçip gittiğimiz noktalar olmuş, kalıp dolaşmamışız.
Merak etmemişiz. Sanki kör noktamızda kalmış. O kadar sık geçmişiz ki bu kör noktalardan, isimler o kadar tanıdık ki, sorsanız hepsine gittiğimizi iddia edeceğim. Bu sene gezi rotamızı bu ihmal edilmiş bölgede çizdik. Ege- Akdeniz-Marmara ve İç Anadolu arasına sıkışmış kasabalara, köylere uğradık. Biraz araştırınca öyle uzun ve zengin bir liste çıktı ki inanamadık. Muhteşem göller, heyecan veren kanyonlar, tuhaf yeryüzü şekilleri, henüz kazı yapılmamış kayıp antik kentler… 25 Ağustos. Konvoy ciddi iştir Önce buluştuk tabii. 15 araç. Konvoy olarak bir araya gelebildiğimizde, önce kurallarda anlaştık. 15 dakika molanın anlamı gerçekten 15 dakika molaydı. Konvoy kuralları geçerliydi, konvoydaki bir araç arkasındaki aracı kaybederse ona yemekte tatlı verilmeyecekti. Kurallar tamam olunca yola çıktık. Bu gezi kahverengi tabelalar ve mavi renk ağırlıklı planlanmıştı. Bulabildiğimiz tüm antik kentlere ve mavi sulara uğrama amacındaydık. İlk durağımız Aizonai oldu. Çavdarhisar’da ıssızlığın ortasında yarısı ayakta bir tiyatro, dev sütunların üzerinde yükselen görkemli bir Zeus tapınağı bizi bekliyordu. Tek ziyaretçileri bizdik. Belli ki bölge sadece bizim değil herkesin kör noktasında kalmıştı. Binlerce yıl ötelerden kalma tiyatroda sahne aldık önce ve fısıltılarımızı en üst merdivenlerde oturan seyircilerimize ulaştırdık, ardından tapınağa gittik. Yapı Zeus tapınağı olarak geçiyor ama geçmişi biraz karışık, anaerkil toplumun hüküm sürdüğü çağlarda tapınak önce Ana Tanrıçaya, Kybele’ye adanmış. Rahiplerin işi çok önemliymiş. Tanrılardan dileği olan halk, dilekleri için uygun gördükleri adakları – tanrılara el altından verilen rüşveti- rahiplere teslim ediyorlarmış. Rahipler de tapınağın altında yer alan eşsiz yer altı sarnıcında bu adakları biriktiriyor, hepsini afiyetle yiyor, sonra da talep sahiplerine verilecek cevapların üstünden geçiyorlarmış. Bakalım ne istemiş? Yağmur bol olsun, ekinlerim gür olsun. Ederi 2 beyaz öküz. Hmm. Cevaplar şöyle: Yağışlı geçmişse mevsim, denecek ki, rahipler tanrıya çok rica ettiler, tanrı öküzleri aldı, yağmuru verdi, hadi iyisin. Yağmur yoksa görünürde, sen dalga mı geçiyorsun koskoca tanrıya sadece 2 öküz mü verilir, çok kızdı, kurak geçti yaz denecek. Yaa işte böyle. Derken Anadolu anaerkil toplumdan ataerkil topluma dönüşmeye başlamış, ana tanrıçaların modası geçmiş, eskisi kadar çok adak adanmamaya başlanmış rahiplere pardon tanrıçalara. Rahipler bakmışlar işler kesat gidiyor, tapınağın adını değiştirmişler. Tapınak artık anlı şanlı bir Zeus tapınağı olmuş. Sonra gelsin koyunlar gitsin şaraplar. Gün geçip devran dönmüş, bu kez Çavdaroğulları bölgeye gelmişler. Zeus eski moda bir tanrıymış o zamanlar. Çavdaroğulları da önce tapınağın dış duvarlarına o zamana göre modern grafitiler kazımışlar, çöp bacaklı atlar, savaş arabaları, Çavdarca “Ali Ayşe’yi seviyo”… Sonra hazır kutsal bir mekan varken, neden bu bizim kutsal mekanımız olmasın demişler, tapınak yıkılmadan, güzelim sütunları ve heybetli yapısıyla uzun yıllar Çavdar Türklerine de hizmet vermiş. Tapınağın çevresinde yapılan kazılarda mezarlar bulunmuş, mezar taşlarında kapılar var, öteki dünyaya açılan kapıları simgeliyor. Tapınağı geride bırakıp en az tapınak kadar antik görünen eski köy evleri ile çevrili mezarlığa ulaştığımızda bir de gördük ki kapıda mezarlık değil “sonsuz istirahatgah” yazıyor. Bazı şeyler hiç değişmiyor demek ki binlerce yılda. Tapınakların isimleri değişiyor ama bina ve rahipler binlerce yıl hüküm sürüyor, mezarlıkların adı değişiyor ama anlamı aynı kalıyor. Zaman çölün üstünden esen rüzgâr gibi geçiyor, çöl kumları aynı kalıyor. Rotamızı Manisa Kula’ya doğru çevirdik. Kula “Yanık Ülke” olarak geçiyor halk arasında. Tüm bölge delikanlı çağında volkanlar ve lavlarla kaplı. Ergenlik dönemlerinin aşırılığı ile yanardağlar devamlı lav ve ateş püskürtüp tüm araziyi tuhaf kayalar, simsiyah kıvrımlı uçurumlar, tarlaların yanı başında sınır çizgisi gibi uzanan kara lav duvarlarıyla kaplamışlar. Lav tarlaları ölümcül ve cehennemi ilerleyişleri ile kilometreler boyunca canlı olan her şeyi yutmuş ve donmuş. O ölümcül kara taşların altında sonsuza dek mumyalanmış şekilde kim bilir kaç kişi yatıyor binlerce yıldır. O siyah duvar bir boyut kapısı gibi uzanıyor. Yaşamdan ölüme. Bir yanda yemyeşil tarlalar, üzüm bağları, hemen ötesinde ölüm ve yıkımın duvarları. Volkanik hareketler inanılmaz güzel çizgilerde kayaları da yaratmış. Kula’nın tuhaf peri bacaları. Bölge, biraz zaman tanınırsa –birkaç milyon yıl kadarcık- geleceğin Kapadokyası olmaya aday. O yüzden buraya Kuladokya deniyor. Akşam konaklayacağımız Bağ Evi’ne ulaştık. Otoyol kenarındaki kapıdan –başka bir boyut kapısı daha- içeri girip üzüm bağları arasından bir 200 metre tırmanınca birden farklı bir yerde bulduk kendimizi. Çılgın şehirden, ağır akan sakin ve sessiz yaşama. Aşağıda otoyoldan şehir homur homur akıyor, kamyonlar, çok acelesi olan ufacık stresli otomobiller geçiyordu vızır vızır. Ama o mor üzümlerin yetiştiği hafif eğimli bağların arasından bakınca ses bile ulaşmıyordu sana. Görünmez bir engel varmış gibi şehirle aranda, ya da başka bir boyuttan aralanmış bir gedikten çaktırmadan bakıyormuşsun gibi. Volkanik toprak üzümleri daha tatlı yapıyor, Bağ Evinde toplanan üzümler dev kazanlarda klasik müzik eşliğinde demlenip harika şaraplara dönüşüyorlar. 26 Ağustos: Tanrıyı güldürmek istiyorsan gelecek için plan yap. Sabah plan kuruyorduk, akşam hastanedeydik. Kimin aklına gelir keyifli bir geziye çıkarken arkadaşının kalp krizi geçireceği. Kim 1 saat sonrasını planlarken ameliyatı düşünür? Tamam, her şey yolunda gitti, gün ferah bitti, ama günün sonunda dedik ki birbirimize, geleceği planlamak dünyanın en saçma şeyi, en güzel an, şu an yaşadığımızdır. Dünyanın en büyük ikinci kanyonuna, Ulubey kanyonuna tepeden bakan cam terasa gittik önce. 100 metrelik derin uçurum ve hırçın kayalıklarla aramızda kırılgan mavi bir cam. Araçlarla kanyonun içine indik sonra, kilometrelerce dev duvarlar arasında ilerledik kıvrıla kıvrıla, sonra kızıl renkli sarp kayalıklar yeşil tarlalara dönüşmeye başladılar yavaş yavaş, kanyondan çıktık. Yolumuzun üstünde bizi yıldız kapısı bekliyordu. Blaundus. Kente girerken tek bir kavisli kemer dikiliyor ayakta. Kapı. Yıldız kapısı. Yine resmi bilgiye inanırsak bu bir su kemeri. Kemerin önünde durup öteki tarafa adım atmadan önce biraz duralıyor herkes. Kemer gerçek bir boyut kapısı gibi dikiliyor orada. Başka bir evrene. Başka bir zamana. O tuhaf anıtları uçurumun kıyısına yapan halkın yaşadığı çağa. Bir adım atıp kendimizi o zamanda bulmak o kadar olası geliyor ki bize. Gece Datça’ya ulaştık. Kampa. Denize. Keyfimiz yerinde. 27 Ağustos. Datça gidiş dönüş: 60 km. Kahvaltı keyfi: Paha biçilmez. -Çay hazır mı?30 km gidiş, tarçınlı ekmek ve Datça pazarından peynir, sonra 30 km dönüş ve kahvaltı. Bayılıyorum deli insanlara. Arkadaş olsun deli olsun. 28 Ağustos. Kırmızı yol ve dev düş kapanı. Datça’dan ve ışıltılı denizden ayrılıp yüzümüzü dağlara çevirdik. Beyağaç yolu kıpkırmızı toprakları, ulu çam ağaçlarıyla mis kokulu, yemyeşil, püfür püfür bir yol. Ölümsüz dev ağaçlarla çevriliyiz. Uçurumlarda yıldırım çarpmış düzinelerce ağaç var. Ölümsüz bir varlığın ölmesi biz minik ölümlülerden çok daha trajik geliyor bize. Topuklu yaylası ve Kartal gölünü aşıp Gökçeova gölünde piknik yaptık. Gölün kenarında eski bir patikaya açılan iki ağacın arasına, renkli ipler ve boncuklarla 3 metre çapında dev bir düş kapanı yapılmış. Kızılderili inanışına göre kötü rüyaları yakalar düş kapanları, burada nasıl bir kâbus var acaba? 29 Ağustos. Mars’a açılan turkuaz kapı. Salda gölü Akşam Salda Gölü’ne vardık. Türkiye’nin en derin, en turkuaz gölü. Gece bu bembeyaz kumsalda ateş yaktık, gitar eşliğinde yıldızlı göğe şarkılar söyledik. Hastanedeki hem şanssız hem de çok şanslı arkadaşımız için kadeh kaldırdık. Gece 3’de hayatımın en muhteşem görüntülerinden birine uyandım. Salda, fosforlu bir beyazlıkla çevrilmiş, dipten aydınlanan turkuaz bir göz gibi parıldıyor, tepede adlarını bilmediğim ışıltılı takımadalar ağır ağır hareket ediyor, ufukta jilet keskinliğinde bir hilal, yeni doğmuş. Sabah bomboş, kristal beyazlığında kumsalda oturduk, inanılmaz berraklıkta, pırıl pırıl, erimiş turkuaza benzeyen suya girdik. Salda’nın kumu çok özel. Bildiğimiz evrende bu kumdan Salda dışında sadece iki yerde varmış. Biri Mars. Öğlen yemeği için meşhur Burdur kebabı yemeğe gittiğimiz lokanta içeri köpek almayacağını bildirdi. Köpekler sinsi adımlarla yavaş yavaş masaların yanına kadar getirildi. İntikam için 2 köpekle geldiğimiz lokantadan 4 köpekle çıktık. Artık konvoya katılan 2 bebek av köpeğimiz var. Ares ve Aşil. 30 Ağustos. Frig vadisinin hayaletleri Frig vadisine yürüyüş yollarından birinden girdik. Havada eski çağlardan bir koku. Etrafta Frig kayaları, Frig ağaçları, Frig bulutları var, ama Friglerden geri kalanlar iyi gizlenmiş, bulamıyoruz. Bu bölgede de ödenek olmadığı için kazı yapılamadığını öğrendik, sorun şu ki define avcılarının yeterli ödeneği var gibi görünüyor. Frig ıslatan yağmuru altında Frig Evi’ne vardık. 7 odalı konukevini ele geçirip odalar, minderler, sedirler derken tamamını kamp alanı haline getirdik. Sabah inanılmaz güzel bir Frig kahvaltısı ile anında ayıldık. Bir Frig rehberi bulup kendimizi vadiye attık. Vadi yumuşak dereler, kayalar arasında güzel yürünecek vadiler, mağaralar, kaleler, höyükler, kiliseler, mezarlar, kaya evleri, köprüler, tuhaf yer şekilleri ile dolu bir lunapark gibi. Yollarda kızılcık ağaçları ve incirlerin tadına baka baka ilerledik, bir dere kenarında çabucak kamp kurup çay içtik. -Tamam benzinciden çıktım, konvoya yetişmeye çalışıyorum31 Ağustos. Şehir hatları gemisinde ince belli çay Tirilye’deyiz. Eski bir Rum köyü. Daracık sokaklarda taburelerini atmış sohbet eden seksenlik güleç teyzeler, gel gel yorulmuşsundur, otur şuraya muhabbet edelim diyen bembeyaz sakallı amcalar, yıkılmak üzere, yan yatmış ama kapısında 7 kilit olan evler, 5 katlı bir evin damında havlayan dam köpeği (gerçekten damda yaşıyormuş), zeytinyağı kokusu, deniz kokusu. Geceyi kurallara uygun bitirdik. Rakı Roka ve Balık. Ama çok gecikmeden kalktık yemekten, vapura yetişecektik çünkü. Şehir hatları vapuruna. Turan Emeksiz. Mudanya limanına demirlemişler güzelim gemiyi ve otel yapmışlar. Orada kalacağız bu akşam. Gece geminin yatma saatini geçirdiğimiz ortaya çıktı, üst güvertede şarap içme hayali suya düşünce, geminin yanıbaşına sahra kampı kurduk. Kadehler çıkarıldı, müzik açıldı hafifçe ve geceyi layıkıyla bitirdik. Geziyi de. 1850 km yol yaptık. Kütahya, Manisa, Afyon, Uşak ve Mudanya’ya gittik. Şehirden çok uzaklaştık, hem fiziksel olarak hem de düşüncelerimizde. Ben bu gezileri hep bir boyut kapısı gibi görürüm. Bizi günlük sıradan yaşantımızdan alıp bilinmeyen, beklenmeyene savuran kapılar. Bir dolu boyut kapısından geçtik. Heyecanlandık, korktuk, gözlerimiz kamaştı, mutlu olduk, hasta olduk, endişelendik, huzur duyduk. Ve her boyut kapısından geçişte olduğu gibi, Geriye aynı kişi olarak değil, farklılaşmış olarak döndük.
Yorumlaraykut
{ 17 Kasım 2019 09:06:09 }
telefonda da söyleyebilirdim çok güzel, harika bir yazı olduğunu... ama herkes bilsin istedim.. sahi.. dünyayı dolaşmak için bu kadar deliyi nerden buluyorsun.. bizim etrafımızda hep akıllılar.. çekilmez yani..
Diğer Sayfalar: 1. çok güzel bir yazı.. insan bayağı yaşıyor..
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|