|
Sinemalı günlerKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 29 Haziran 2019 11:20:42 66. yılına giren Sydney Film Festivalinde bu yıl iki Türk filmi vardı. Emin Alper’in Kız kardeşler’i ile Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin birlikte yönettiği Sibel. Beş altı yıl öncesine dek herhangi bir Türk filminin festivalde yer aldığını anımsamıyorum. Sanırım Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu ilkti ve Sydney’de yaşayan Türklere çok keyifli bir sürpriz olmuştu.
Sonraki yıllarda Mustang’ı, Kelebekler’i, Masumiyet Müzesi belgeselini, geçen yıl da Ahlat Ağacı’nı izledik. Bu yılın iki filmini de Türk seyirciden çok daha fazla yabancı (!) seyirci görmeye gelmişti (geçmiş yıllarda da olduğu gibi). Burası Avustralya ve elbette izleyicilerin çoğunluğunu Türklerin oluşturması beklenemez. Yine de, burada yaşayan Türklerin yılda bir iki kez görme şansına sahip oldukları Türkçe filmleri izlemekte gösterdikleri isteksizlik beni şaşırtıyor. Kim bilir belki de kimi filmler internette bulunabildiği içindir. Ama yurt dışı festivallere katılmış, bazısı ödül almış bu filmleri internette bulma olanağı pek de yok. (Neyse ki Netflix ve benzeri platformlar, yalnızca pembe dizileri değil, 7 Yüz ve Şahsiyet gibi iyi yapımları da yayınlıyor, fakat Nuri Bilge Ceylan ya da Emin Alper ararsanız boşuna beklersiniz.) Sydney’in sinema salonlarında, koltukların çoğunu dolduran yabancı seyirciyle birlikte bir Türk filmini izlerken, onların gözüyle de bakarım ben. Bir yabancı gibi… Zorlama bir davranış değil, kendiliğinden oluşan bir deneyim bu elbette. Salonu dolduran tüm bu Avustralyalıların (farklı ülkelerde doğmuş olsalar da şu anda burada yaşayan halkı kastediyorum) yerine kendimi koyabilmekten ve onların filmdeki konuşmaları anlayamadıklarını bilmekten gelen bir şey. Bir yandan ekranda olup bitenleri izlerken bir yandan akıp giden alt yazıları okumaya çalışırım hep. Alt yazılar filmin söylemek istediğini yabancı seyirciye aktarabiliyor mu? Bu yılın iki Türk filmi de Türkiye’nin kasabalarındaki, köylerindeki bize özgü yaşamları, bize özgü davranışları anlatıyor. Başka ülkelerde benzerleri olabilecek ama tam aynısı olmayacak bir kültürü… Geçtiğimiz yıllarda uluslararası film festivallerine katılan bazı filmler yerellik, evrensellik tartışmasını getirmişti beraberinde. Yerel olmadan evrensel olunamaz diyor pek çok kişi. Bence de doğru. Bilmeyen birine (dünya seyircisine) bir şeyi anlatabilmek için önce onu iyi biliyor olmak gerek. Makedonya filmi de olsa, Romanya, Hong Kong, İngiliz ya da İspanyol filmi de olsa, o ülkenin kültürünün içinde dolaşırız, farklı bir şeyler buluruz, fakat küreselleşmeyle her şeyden bir ölçüde haberi olan sinema seyircisini artık çok az şey şaşırtıyor bana kalırsa. Kimi ülkeler hakkında çok daha fazla bilgi sahibiyiz elbette, bir Belçika, Fransız ya da İtalyan filmi, hatta Çin ya da Japon filmi iyi bildiğimiz yaşamları anlatabiliyor. Anneleri öldükten sonra kasabadaki ailelere besleme olarak verilen üç kız kardeşin türlü nedenlerle baba evine geri dönüşüyle yaşananları anlatan Kız kardeşler, hikâyesiyle, çekimleriyle çok başarılı ve etkileyici bir film, yine de yabancı seyircinin ‘besleme’liğin ne olduğunu hiçbir zaman bizim kadar anlayamayacağını düşündüm film bittiğinde. Bu yılın diğer filmi Sibel, başına buyrukluğu nedeniyle köyün kadınları tarafından dışlanan dilsiz bir genç kızın ve ıslıkla haberleşebilen bir köy halkının öyküsü. Yabancı seyirci Karadeniz’in bir köşesinde gerçekten ıslıkla anlaşan böyle bir toplum olduğunu bilmiyorsa, bunu düşsel bir öğe olarak değerlendirmiş olabilir mi? Ortak insanlık hallerini de konu edinse, çok uzak hayatlardan, törelerden, davranış biçimlerinden de söz etse, iyi sinema aynı derecede etkileyici. Bunları yazarken, önceki yıllarda izleyip etkilendiğim iki filmi anımsadım. Biri, Vahid Jalilvand’ın yönettiği İran filmi filmi Çarşamba, Mayıs 9 (Chaharshanbeh, 19 Ordibehesht). Eline geçen yüklüce parayla gereksinimi olan birine yardım etmek isteyen iyilik sever bir adam, yardıma gerçekten gereksinimi olan kişiyi bulabilmek amacıyla gazeteye ilan verir ve başvuran yüzlerce kişi arasından seçim yapmaya çalışır. Bu seçimi yapabilmenin güçlüğü, neredeyse olanaksızlığı, her bir kişinin başvuran bir başkası kadar yardıma gereksinim duyduğu, herkesin herkes kadar haklı olduğu mükemmel olarak anlatılmıştı filmde. İkincisi, Pema Tseden’in yönettiği Tharlo. Tibet’in ıssız bir köşesinde çobanlık yapan Tharlo’nun yaşamı, bir gün en yakın kasabaya gittiğinde polisin kimlik kartını sormasıyla değişir. Tharlo’nun kimlik kartı yoktur, polis mutlaka fotoğraflı bir kimlik kartı çıkartması gerektiğini söyler. Şaşırır Tharlo, sorar: “Ben kim olduğumu biliyorum, yetmez mi?” Ardından bir de kasabadaki bir genç kızdan hoşlanmaya başlayınca, çobanın basit ve huzurlu yaşamı bürokrasi ve aşk tarafından alt üst edilir. Bir yerlerde karşınıza çıkarsa bu iki filmi kaçırmayın derim. Yazının başında ‘yabancılaşma’dan söz etmiştim. Benim seyirci olarak hissettiğim yabancılaşmanın bir nedeni kendi kültürümün öğelerine, yabancı bir kültürün içinden bakıyor olmak. Fakat film yönetmeni ‘yabancılaşma’yı özellikle hedefleyip, kullandığı yöntemlerle bilerek sağlıyor da olabilir. İlk kez Brecht’in ortaya attığı yabancılaşma etkisi ilkesi, örneğin Nuri Bilge Ceylan filmlerinde çok görülüyor. Fransız sinemasında Jean-Luc Godard, Alman sinemasında Fassbinder gibi yönetmenler izleyicinin kurgusal evrenin içine çekilmesine, ekrandaki kişilerle özdeşleşmesine engel olmayı hedefleyen filmler üretmişler. Seyircinin filme kapılıp gidip, olayları yaşıyormuş gibi hissetmesi yerine, bilinçle izlemesini amaçlıyorlar. Duygularla değil düşünerek kabullenmesini ya da karşı çıkmasını. Stanislavski’nin dünyaya yaydığı sahne ilkeleri ise Brecht’inkinin tam tersi. Robert De Niro, Marlon Brando, Daniel Day Lewis gibi sanatçılar onun yolundan gidenler arasında. İyi ki farklı yöntemlerde ısrarcı sinema ustaları var; insanın doğasını anlamaya çalışırken hepsi de gerekli bence.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|