|
Yansımalar - Mutluluk üzerineKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 20 Haziran 2019 06:40:39 Burayı seviyorum, koruluğun kenarındaki bu bahçeyi, fidanlığı. Çok yürüdüm sonbahar, kış günlerinde botlrımın altında çakıl taşlarının ıslak kıpırtısını duyumsayarak. Yanık yaz günlerinde ağaçların akşam üstü serinliğinde. Sonbaharın kokusu, sesi; yaprakları tutuşturan o bildik yalım, yürekleri sevinçle dolduruyor son günlerde. İçimde uçucu bir coşku.
Hale’yle buluşup fidanlığa gittik. Ağaçlı toprak yolda, gür yeşil tropik bitkilerin, fırça çiçeklerinin arasında yürüdük. Kamelyalar, japongülleri, kasımpatılar, yıldız çiçekleri... İçi içine sığmıyor gibiydi sonbahar bitkilerinin. Tahta sıranın üstündeki desenli seramik saksılara dokunduk. Kendine yeten, içinde çiçek olmasa da olur saksılardı onlar. Almayacağımızı bilsek de, gevezelik ettik. “Ne güzel, ne şirin, bunlardan bir iki tane alsak mı?” Toprak yolun sonunda küçük bir kafe var. Bir de güzel kahve yapıyor ki beyaz yüzlü, tombul kız. Uzayıp giden kocaman bahçede elinde çapasıyla, küreğiyle hep çalışan, koyu yeşil tulumuyla bitkilere karışmış ihtiyar bahçıvanın kızı olduğunu düşünüyorum onun. Aynı beyaz yüz, aynı kalın, güçlü görünümlü kollar, omuzlar. İçeri girince taze çekilmiş kahve kokusuyla karışık ılık hava karşılıyor. Tezgâhın ardındaki sergende çiçek desenli demlikler, çaydanlıklar, fincanlar. Camlı bölmedeki kekler, pastalar, seçenin işini güçleştirmek için sözleşmiş gibiler. Çilek açmış bir tepecik. Çikolatadan ırmaklarıyla bir vadi. Kavanozlarda üzümlü, elmalı, portakallı, çikolatalı, cevizli, şam fıstıklı toplar. Keyifle söyleşen, gülüşenlerle hemen hemen dolu salon. Cumartesi sabahı neşesi sinmiş havaya. Pencerenin yanında, nasılsa boş kalmış masayı hemen kapıyoruz. Çabucak yanımıza geliveren önlüklü genç kıza siparişimizi verdikten sonra susuyor, çevremize bakıyoruz bir süre. Camın öte yanı sonbahar renklerine boyanmış. Yeşilin her tonu, sarı, kırmızı, turuncu. Sabah yağıp geçen yağmurun temizlediği ağaçlar ışıl ışıl. Parlak baskılı, eski bir takvimin sonbahar yaprağındaki gibi her şey. Kremaya bulanmış yaban mersiniyle karışık kekten bir parça alıp, kahve fincanına uzanan Hale, mırıltıyla söyleniyor. “İşte hayatın tadı.” Gevşemiş, rahatlamış bir bakışla, soğuktan sıcağa girince al al olmuş yanaklarla söylüyor bunu. “Değil mi?” Kim sevmez ki, serin bir sonbahar gününde, ılık bir odada olmayı, bir fincan kahveyi, bir dilim pastayı? Elbette ben de seviyorum! Öyle de olsa, yaşamı küçük mutlulukların anlamlı kıldığını işitmekten usandım. Her yerde bunu duyar olduk. Evet bir bakıma anlamlı. Mutlu olmak için büyük hedefleri gerçekleştirmeyi beklemek yerine, “şimdiki zaman”ı haz alarak yaşamak hiç de fena bir düşünce değil! Fakat çay, kahve, lezzetli bir yemek ya da satın alınan yeni bir giysi ne denli keyif verici olsa da mutluluğun tanımı olabilir mi? Hatta kitap okumak, ağaçlı bir yolda yürümek, bir dostla sohbet etmek bile. Hepsi de güzel şeyler, fakat tuvalin yağlı boyadan önce astar boyaya gereksinimi olması gibi bizim de yolumuzun üstündeki çiçeklerle mutlu olabilmemiz için astar bir duyguya gereksinimiz var. Sanırım bu duyguyu en iyi tanımlayan sözcük, esenlik. Hale’nin gömüldüğü koltukta keyifle oturuşuna bakıyorum. Çatalımın ucundaki elmalı turtanın havaya saldığı tarçın kokusu harika. “Evet, gerçekten öyle,” diyorum, “bunlarsız olmuyor.” Konuyu böyle geçiştirebilirim. Yine de aklımdan geçeni söylemeden duramıyorum. “Olmuyor da, son zamanlarda çok büyütülmedi mi? Bu tür şeylerin yaşamımızdaki yeri? Hani dergilerde yazıyorlar... Mutluluğun reçetesi… Hayatınıza mutluluk katacak on küçük şey…. Falan filan… Kış akşamında battaniyeye sarınıp film seyretmek. Dostlarla bir araya gelmek… Tabii ki hoş şeyler bunlar, biliyorum.” Gülümsüyorum. “Neyse boş ver... Bir fincan kahveyle bir dilim pastanın günümüzü güzelleştirdiği kesin.” Önümdeki tabak incecik porselenden. Minik mavi, pembe, sarı kasımpatı desenlerinde, yüzyıl öncesinin İngiltere’sindeki çay masasını Avustralyalı aşkı uğruna bırakıp gelmiş bir İngiliz kızı zarafeti var. Yanındaki pastel mavi porselen fincan da onun kadar çekici… Biz senin yaşantına haz katıyoruz, farkında değil misin, der gibiler bana. “Aslında dediğin doğru tabii.” diyor Hale. “Asıl önemli olan şey başka. Sağlık, huzur, sevgi, aşk… Başarı bile geçici. Geçen yıl, şirkette müdürlüğe yükseldim ya, ne kadar sürdü dersin sevinci? On beş gün, bilemedin bir ay.” “Benim dediğim de o işte. Hiçbir şey kalıcı değil. Aşk bile.” “Eh, sığınacak bir tek şey kalıyor o zaman. Elmalı turta.” Gülerek göz kırpıyor. Ben de gülüyorum. Bir yandan da, mutluluğun yaşantımızdaki tek, ya da en öncelikli amaç olmasının mutlu olmayı belki de güçleştirdiğini düşünüyorum. Pencereden dışarıya bakıyoruz bir süre. “Şu reklâm sloganı mesela.” diyorum. “’Çünkü ben buna değerim.’ Yirmi yıldır kullana kullana bitiremediler. Nasıl oluyor da, altında ne yattığı fark edilmiyor?” “A evet… Ama onun feminist bir slogan olduğunu iddia ediyorlar. İlk kez 1970’lerde başlamış. Bu kadar uzun süre kullanılan başka bir reklâm sloganı yoktur herhalde. Kendine güvenin, meydan okuyuşun simgesi diyorlar.” “Biliyorum. Bayıldılar o slogana reklamcılar. Önce krem, dudak boyası, makyaj ürünleri… Sonra bir çikolata yapımcısı da kullandı sanırım. İlk çıktığında bir meydan okuma olarak da düşünülebilir belki ama sonuçta bir şeyleri satmak üzere bulunmuş bir reklâm cümlesi.” “O kadar da kötü değil bence. Ben buna değerim, kendim için yapıyorum diyor. Kocanı, sevgilini mutlu etmek için değil, hak ettiğin için. Fena mı?”” “Sanki kadınların özgüvenini çok umursuyorlar. Bol bol satış yapmaktan başka bir amaçları var mı sence?” “Eh reklamcıların işi de bu. Bir hayal yaratarak satış yapmak. Kremle birlikte bir hayali satıyorlar.” “Evet öyle. Sattıkları her neyse, onu alırsak yaşantımız daha güzel olacak hayalini.” * Masamızdaki küçücük cam vazonun içine birkaç beyaz gül koymuşlar. Burayı, hazırlanmış bir sahnenin parçası da olsa, bu gülleri seviyorum. Öykünmeden öte bir şey bu güller. Doğadan uzaklaştık, doğada daha çok zaman geçirmeliyiz, diyoruz hep... Doğaya kaçsak diyoruz… Kimse kaçmıyor. Yabanıl doğayı kısa, sınırlı bir süre için istiyor herkes. Kır çiçeklerinin arasında dolaştıktan sonra, yine gelip, dalından koparılmış gülün süslediği bu masada oturmak, beyaz yüzlü kızın kahvesini içmek istiyoruz. “Mutluluk tek şeyle olmaz ki.” Fincanını gösteriyor bakışıyla Hale. “Kahve güzel ama yetmiyor, sohbetle daha güzel. Her gün gelip burda tek başıma kahve içsem kaç gün keyif alırım? Sağlık, aile, arkadaşlar, iş, hepsi birlikte... Hiçbiri tek başına yeterli değil.” Hale’nin alnına dökülen kumral perçemin altında gözlerinde gülücükler. Doğru sözcüğü arayarak düşünüyorum. Oluşan sessizlikte, yan masadakilerin sesi büyüyor. İçinde iki iri limon dilimi yüzen cam sürahiden su dolduruyorum bardaklarımıza. “Aslında söylemek istediğim başka bir şey. Gönül rahatlığı. Esenlik. Erinç. Kısacık bir süre rahatlamak uğruna içip kafayı bulmaya benzemiyor mu bu küçük hazlar sevdamız?” “Dünyada bu kadar sorun varken kolay mı esenliğe ulaşmak?” “Kimin umurunda dünyadaki sorunlar? Televizyonda ölüm görüyoruz, açlık yoksulluk görüyoruz, bir an sonra unutup kendi yaşantımıza dalıyoruz. Örnek mi? İşte biz. Bugünün sorunu: hangi pastayı seçelim.” “Aklımızda bin bir düşünce var bizim de. Küçük, büyük bir dolu sorun. Hepimiz ayrı ayrı yaşam kavgası veriyoruz.” “Aralıklı olarak mutlu olalım yeter öyle mi? Beklentimiz bu mu olsun? Bir doygunluk, bir iyilik hali olamaz mı?” “Yok böyle bir şey. Gerçekçi değil bunu beklemek.” “Her üzülüp sıkıldığımızda, acı çektiğimizde yeni bir giysi alalım ya da bir çift ayakkabı. Mutlaka benim olmalı diyerek satın aldığın bir çift pabucun keyfi kaç gün sürüyor, sen söyle lütfen.” “İyi ama her şeyi tüketim konusuna bağlıyorsun.” “Evet, bu doyumsuzluk halinin bir nedeni tüketim toplumu haline gelişimiz bence fakat söylemeye çalıştığım yalnızca o değil. Küçük mutluluklar diye tanımladığımız bir şeylerle kendimizi kandırıp gevşiyoruz, oysa asıl önemli olan şey başka gibi geliyor bana. Neyse…” * Gökyüzü değişmiş, güneş camda soluk, sarı ışıklı bir yol çizmişti. “Karanlık inmeden biraz daha yürüyelim mi?” “Çok iyi olur.” İskemlesinin arkasındaki ceketine uzanıyor Hale. Dışarıda koruluğa doğru kıvrılan yola gitmek için geç oldu, akşamın çökmesi yakın. Kahvenin yanında dümdüz uzanan toprak yola sapıyoruz. Kocaman, yeşil, yaprak dökmeyen Güney yarım küre ağaçlarının arasına serpiştirilmiş, kimi kalın kimi çelimsiz sonbahar dalları akşam renklerinin dokunduğu gökyüzüyle birleşiyor. Nemli ağaç kokusunun güzelliği…
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|