|
Resim KasabaKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 15 Haziran 2019 05:52:55 Russell Drysdale’in Sofala’sını New South Wales Sanat Galeri’sinde görmüştüm ilk kez. Toprağın ve güneşin rengini emmiş ıssız bir kasaba… Kızıl göğün, yapayalnız sokağın, terkedilmiş görünen köhne evlerin, dükkânların ürpertici bir çağrısı vardı.
Yıllar sonra Sofala’dayım. Arabanın kapısını açtığımda sıcak yüzümü yalıyor. Bekliyordum bunu, dış sıcaklık 42C yazıyordu göstergede, irkilmiyorum. Alev gibi bir esinti kollarımı sarıyor. Sofala’nın iki sokağından biri olan ana caddesinin (!) başlangıç noktasındayım, kasabayı ressamın bakış açısıyla görebileceğim o aynı noktada. Sofala, bugün kızıl tonlarını tuvalde bırakmış. Aydınlık, neşeli başka bir renge bürünmüş. Bir çocuğun mum boyasıyla boyanmış kadar gerçek dışı mavi gökyüzünün, köpüklü bulutların altında sokak, köhne dükkânlar, dantelli şalını omzuna atmış meyhane (pub), hem çok tanıdık hem de çok farklı. Çekeceğim fotoğrafta, tablodaki Sofala’yı yeniden yaratmak umudundaydım; bu ışıltılı gökyüzüyle, dükkânların önlerine park etmiş kamyonetler, eski arabalarla, kimi yere yığılmış paslı aletlerle, anlıyorum ki olanaksız bu. Derinden etkilendiğim bir romanın filmini izleyip aradığımı bulamadığımda yaşadığım düş kırıklığına benzer bir duygunun ardından, bir başka Sofala’yı izliyor olmanın tadını duyuyorum. Sevdiğiniz birinin çok da hoşlanmadığınız bir huyuna tanık olmak gibi. Korkuluğa benzeyen sıska bir ihtiyar sokağın en göz alıcı yapısı olan meyhaneye doğru yürüyor. Çarpık bacaklarında kot pantolonu, başında kovboy şapkası, sıcaktan kaçıyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyen bu yaşlı ‘bushman’den (*) başka kimse yok sokakta. Zaten kaç kişi yaşıyor ki kasabada… En yakın kentin turist merkezinden edindiğimiz broşürdeki bilgi nüfusun 208 olduğu. Yaşlı ‘bushman’ kemikli, ince elini kaldırıp selâm vererek geçiyor yanımdan, meyhanenin önüne dizilmiş plastik sandalyelerden birine bırakıyor gövdesini. Hemen yanındaki sandalyede, keten şortunun altına derisi yıpranmış kahverengi eski botlar giymiş, hasır şapkalı, daha genç başka biri oturuyor. Biraz önce baktığımda orada kimseyi gördüğümü anımsamıyorum. Hayalet kasaba! Bir yerde okumuştum, yönetmen Peter Weir 1974’de, hikâyesini de kendi yazdığı bir korku/ komedi filmini çekmiş Sofala’da. Unutulmaz Ölü Ozanlar Derneği’nin, Truman Şov’un, Gelibolu’nun Avustralyalı yönetmeni Peter Weir. İki adam kavurucu sıcağa aldırmıyor gibiler meyhanenin çatısının gölgesinde. Yan yana, konuşmadan, karşıda bir yerlere bakarak oturuyorlar. Durgun, dalgın. Ne düşünüyorlar? Benim de zaman zaman kendime sorduğum soruların yanıtını mı arıyorlar? Neden olmasın; bazen yanıtı 42 derece sıcağı iliklerimizde hissederek ve sessizliği dinleyerek arayabiliriz ancak, kim bilir belki buluruz da. Bir fotoğraf ya da bir ressamın tablosu bazen yalnızca gözlere değil, tüm duyulara seslenir. Gerçeğin yansımasını duyumsarsınız onda, ruhunuzda bir yere dokunur. Yıllar önce o gün sanat galerisinde Rubens’i, Delacroix’yı, Van Gogh’u, Picasso’yu, Whiteley’i çabuk geçmiş, Drysdale’in Sofala’sına geri dönmüştüm. Russell Drysdale 1947’de yapmış kasabanın resmini. Ressam arkadaşı Donald Friend’le birlikte, aynı konu üstünde çalışmışlar. Donald Friend’in Sofala’sı şu anda gözlerimin önümde uzanan Sofala gibi. Göğün daha mavi, evlerin, dükkânların, meyhanenin daha renkli olduğu aydınlık bir kasaba. Aydınlık diyorsam da umutlu diyemiyorum, neşeli diyemiyorum. Umutların tükendiği bir yeryüzü köşesi burası. İki sanatçı aynı kasabayı ne denli farklı duyumsamış, resmetmişler. İnsan ruhundaki bu ayrılık ne güzel. Donald Friend’in Sofala’sı ‘hoş’ bir kasaba. Drysdale’inki büyüleyici. Huzursuzluk duygusuyla çekiyor içine. Kızıl, sıcak, terkedilmiş… Bu toprakların sert, saldırgan doğasını mı görüyorum onda? İnsana neredeyse düşman, evcilleştirilemeyen doğasını? Bilmiyorum. Yavaşça çöken bir ağırlığa yenilir gibi, bir uyku haline kayar gibi dingin, neredeyse mutlu bir bunalım duygusu veriyor bana resim. ‘Bunalım’ı melankoli anlamında kullanıyorum, depresyon değil, ikisi arasında fark var. Bunalımın, insanı duraklamaya, düşünmeye, yaşamı, her şeyi sorgulamaya iten bir gücü var, çoğu zaman yaratıcılığa götüren bir gücü. Drysdale’in kızıl kasabasında bunu hissediyorum. *** Sofala, Avustralya’nın ‘altına hücum’ dönemi kasabalarından biri. 1851’de çevredeki dere yataklarında altına rastlandığında, bir anda binlerce kişi koşmuş bölgeye. Çok kısa zamanda bir oteli; süt ve ekmekten, una, kap kacağa, çiviye, menteşeye, sabuna değin her şeyi satan bir dükkânı olmuş. Bir süre sonra eklenen ilkokulu, kilisesiyle derme çatma, küçücük bir kasabaymış. O yıl kasabaya gelen bir gezgin gazeteci şöyle yazıyor: “Her türde, her biçimde yüzlerce çadırla, ağaç kabuğundan kulübelerden oluşan bir kasaba… Aklınıza gelebilecek her şeyi satan bir dükkân… En uygun altın fiyatını nerde bulabileceğinizi bildiren afişler… Nalbant…Ayakkabı tamircisi… Bütün bu karmaşa içinde bir sirk bile göze çarpıyor.” Sofala’nın parıltılı dönemi kısacık olsa da, 1948’de altın tamamen tükenene dek, 600 civarında kişi yaşamış burada. Postanesiyle, birkaç okuluyla, bankasıyla, polisiyle, duruşma salonuyla, üç beş dükkânıyla tam bir kasabaymış. *** Öğle saati yaklaştı, sıcaklık geçen her dakikayla artıyor gibi. Sokağın başında eski kitaplar satan küçük bir kitapçı var. Kasabanın hayatla hâlâ ilişkisi olan tek dükkânı burası, içerde, bilgisayarın önünde oturan, renkli keten elbiseli, güler yüzlü genç kız da gerçekten yaşayan tek kişisi sanki. Kapının önündeki küçük sehpaya dizdiği sararmış kitaplarla ilgilendiğimi görünce, “İçerdekilere de bakın isterseniz,” diyor, “1 dolar, 2 dolar ve 5 dolarlıklar var.” Sıkışık raflar arasında dolaşıyor, almak istediğim birkaç kitap buluyorum. Çıkarken “Aman,” diyor, “kahverengi yılanlara dikkat. Gördünüz mü oradakini?” Eliyle biraz ileride, yolun kenarında yatan küçük ölü yılanı gösteriyor. “Az önce babamla fark ettik. Kim öldürdü bilmiyorum.” “Kasabanın içine bile geliyorlar demek?” “Normalde gelmezler. Arkadaki dere yatağının oralarda çok vardır. Yine de ne olur ne olmaz, bastığınız yere dikkat edin.” “Belki de birileri dere yatağının orada öldürdü,” diye ekliyor, “Sonra da eğlence olsun diye arabayla getirip buraya atmış olabilirler. Bilmiyorum. Ama beni iyi korkuttu.” Gülüyor. “Babam kente gitti. Anneme telefon ettim, dükkânı kapatıp, geliyorum dedim ama hâlâ burdayım.” Yine gülüyor saçını kaldırıp ensesini havalandırarak. “Bu sıcakta hiçbir şey yapası gelmiyor insanın.” Her yerde, kentlerdeki, kasabalardaki tüm alışveriş merkezlerinde, mağazalarda, iş yerlerinde, evlerde, trenlerde, otobüslerde klimaların çalıştırıldığı türden bir gün bugün. Bilmediğim, bana ait olmayan bir geçmişin içine sürüklendiğim, kasaba bile denemeyecek bu küçücük kasabadaki klimasız, salaş kitabevinin varlığıyla mutlu oluyorum. Yaklaşıp yılana bakıyoruz. 40, 45 santim uzunluğunda, incecik. Pek de korkutucu görünmüyor ama Avustralya’nın yerlisi kahverengi yılanlar için dünyanın en zehirli ikinci yılanı diyorlar. Bir, bir buçuk metre boyunda olanları varmış. Henüz uygarlığın gelmediği yıllarda kasabaya akın eden altın arayıcıları ne çok yılanla karşılaşmışlardır kim bilir. *** Avustralya’nın küçük kasabalarının boş, neredeyse terkedilmiş sokaklarında büyüleyici bir şeyler var. Adımlarımın çıkardığı sesi dinleyerek yürüdüğüm bu resim sokakta da, tutkuyla yaşanmış hayatların varlığını derinden hissediyorum. Geçmiş coşkular, yaşanmış bitmiş öfkeler, hırslar, aşklar, çoktan son bulmuş çalkantılar… Her şeyin bir sonu olduğunu duyumsamanın bunaltısı ve hazzı. (*) Bushman: Avustralya’nın kırsal kesiminde yaşayanlar, Avustralya köylüsü.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|