Öğle sonrasının durgun sokağından geçip içeri girdim. Serginin yer aldığı birinci katta çok sayıda siyah beyaz fotoğrafın bir araya getirilmesiyle oluşmuş kocaman bir afiş karşıladı beni. Yürüyen, konuşan, gülümseyen, somurtan, gözü bende, gözü başka yönde, duraklamış, duraklamamış, poz vermiş, poz vermemiş kadınlar, erkekler, çocuklar.
Biraz ilerideki devasa fotoğrafta iki kadın ve kıvırcık saçlı küçük bir kız çocuğu. Çocuk kadınlardan daha yaşlı olanının kucağında. Büyükanne olmalı… Pitt Street, 1940 yazıyor yanındaki açıklamada. Kadınların giysilerine, pabuçlarına, yanlarından hızla geçip gitmekte olan adama, arkadaki gri yapıya gidiyor gözlerim. Yapıyı tanıyorum, önünden pek çok kez geçtim. Ya yerdeki rögar kapağı? Buraya gelmeden önce Pitt Sokağında yürüdüm, bu hoş desenli rögar kapağı var mıydı? Seksen yıla yakın süre geçmiş fotoğrafın çekildiği günün üstünden, kim bilir neler değişti Pitt sokağında? Sydney’in herhangi bir sokağında? Rögar kapağı aynı kalır mı.
Sokak fotoğrafları sergisindeyim. Galerinin duvarlarında yaşamları Sydney kentinin yaşamına, geçmişleri Sydney kentinin geçmişine karışmış binlerce kişi… Kentin binlerce yüzü…
1930’ların başıyla 1950’lerin ilk yılları arası… Minyatür fotoğraf makineleri çıkmış, 35 milimetrelik kompakt film ruloları kullanıma girmiş. Sydney sokaklarını dolduran onlarca fotoğrafçı, yoldan geçenleri çoğu zaman habersiz yakalıyor, bazen de durdurup poz verdirerek fotoğraflarını çekiyorlar. Gülümseyen birini gördüler mi basıyorlar deklanşöre. Ya da konuşarak yürüyen iki üç arkadaşı, iyi giyimli birkaç kadını, gezmeye çıkarılmış çocukları... Müşteri gönüllü ya da gönülsüz, aldırmıyor fotoğrafçı, ellerine birer kâğıt tutuşturuyor. Üzeri damgalı, fotoğrafın alınacağı adres yazılı küçük bir kart (daha sonraları en çok bu küçük kartlar baş ağrısı oluyor fotoğrafçılara). Şehrin uygun köşelerine, pasaj içlerine satış büfeleri kurulmuş. Büfelerin önü fotoğrafını satın almaya, en azından nasıl çıktığını görmeye gelenlerle doluyor. Uzakta büyümekte olan bir yeğenin, bir torunun, uzakta yaşayan bir kuzenin, bir teyzenin, bir amcanın yüzünü görmenin tek yolu, mektuplarla beraber yollanan bu fotoğraflar çoğu zaman. Henüz çok az kişinin fotoğraf makinesine sahip olduğu yıllar.
Kim bilir ilk kez kim fark etti sokaktan geçenlerin fotoğrafını çekip, bundan para kazanabileceğini? Biraz gözlemci, biraz girişimci, biraz yaratıcı, biraz uyanık, biraz dışa dönük, biraz da cana yakın biri olsa gerek. Sonra sayıları gitgide artmış. Kimi kendi başına çalışıyormuş, kimi bu işte kâr görüp fotoğrafçı tutan şirketler adına. Birkaç da kadın fotoğrafçı varmış. Erkek fotoğrafçılar pek hoşnut değillermiş onların varlığından. Kadın oluşlarının üstünlük sağladığından, kentin en güzel yerlerini kolayca kaptıklarından, erkeklerin fotoğraf çektirmek için onları yeğlediğinden yakınıyorlarmış. Belki de gerçek payı vardı dediklerinde ama ne değişir, kadınlar niye geri çekilip meydanı ille de erkeklere bıraksınlar? 1930’ların erkek egemen sokaklarında fotoğrafçılık yapan bu yürekli kadınları takdir ediyorum.
Sokak fotoğrafçılığı bir süre sonra çılgınlık halini alınca, halk kendilerine askıntı olan fotoğrafçılara kızmaya, poz verenler yüzünden yollarda yürümenin zorlaştığından yakınmaya başlamış. Fotoğraf stüdyoları da müşterilerini kaybettikleri için söyleniyorlarmış. Gönülsüz müşterilerin yere attıkları kartlar sokakları kirletiyor, fotoğrafçılara para cezası kesiliyormuş. Sonunda belediyeden yasal izin alınması kuralı getirilmiş. Her isteyen dilediği her yerde fotoğraf çekemiyormuş artık. Bir gün içinde en fazla elli ayrı noktada fotoğraf çekilebilecek ve aynı anda aynı yerde yalnızca bir fotoğrafçı çalışabilecekmiş. İşlek bir sokağı, feribot iskelesine yakın bir noktayı, bankaların, şirketlerin, alışveriş yapılan mağazaların yer aldığı büyük caddede bir köşeyi kapan fotoğrafçı, makinesini sevinçle eline alıp işe koyuluyordu herhalde. Sokaklarda yaşamın akışını izlemek ve kaydetmek keyifli olsak gerek… Bu işi para kazanmak için yapan fotoğrafçının bile, sıradan olanda bir güzellik görmeye yatkın olduğunu, dünyaya heyecanla baktığını düşünüyorum.
Rosalind Ellis, 1956, Macquarie Street… Rosalind’in gülümsemesi biraz utangaç, biraz yaramaz; bebeğinin yüzünde ise sonsuza dek sürecek bir şaşkınlık… Bir yaz günü annesiyle gezmeye çıkmışlar. Başı şapkalı kolu çantalı Rosalind’in beyaz, ince, şık eldivenleri var. Annesi Rosalind’i giydirmiş, Rosalind de bebeğini.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek Avustralya ordusunda görev yapan Charles Jarkins, karısı Joan ve Charles’in kızkardeşi Alicia, bir araya gelebildikleri seyrek zamanlardan birinde, 1943’ün yağmurlu bir gününde kim bilir hangi fotoğrafçının yanından geçiyorlardı… New South Wales’in küçük bir kasabasında yaşayan Joan, küçük oğlunu o gün kayınvalidesine bırakmış, görümcesiyle birlikte trene atlayıp kocasını görmeye Sydney’e gelmiş.
Torun Belinda, çok sonraları bulmuş fotoğrafı.
“Dolaptaki kutulardan birini rastlantıyla açtığımda, anneannemin gencecik, umut dolu çekingen yüzünü ve üniforması içinde dimdik büyükbabamı görünce gözyaşlarımı tutamadım. Yıllar öncesinden bize gülümseyişleri muhteşem bir armağandı. Resmi çeken sokak fotoğrafçısına ne kadar teşekkür etsek azdır.”
Elsie Sulssmich elinde paketler, çantası ve küçük valiziyle umutla gülümsüyor. Sydney Limanı, 1936. Tüm eşyaları bu minik valizin içinde, yeni işine gitmek üzere feribotu bekliyor Elsie. Varlıklı bir ailenin yanında yatılı dadı olarak çalışacak.
Aaron Levine ve oğlu David. 1949, Elizabeth Street. Beş yaşındaki David yeni satın alınan ayakkabılarıyla çok mutlu görünüyor. Bu akşam yatağının başucundan ayırmayacak kutuyu.
Charles’ın, Joan’ın, Elsie’nin ya da fotoğraflardaki herhangi birinin kamerayla göz göze geldiği o an bize çok uzak. Yaşamadığımız, bilmediğimiz, bizim olmayan bir geçmişe ait. Onlar içinse tam o gün, sabah uyandığı, güneşi gördüğü, çayını yudumladığı o belli gün. Karısıyla buluştuğu Cumartesi. İşe başlayacağı Pazartesi. Yeni ayakkabılarını elinde tuttuğu Çarşamba. Bu pazar. Önümüzdeki salı. Haftaya cuma. Bir genç adam çalıştığı bankaya doğru yürüyor. Başka biri elindeki paketleri yerine yetiştirmek için acele ediyor. Genç bir kadın iki küçük kızını alıp alışverişe çıkmış. Yüzü asık adamın canı bir şeye sıkılmış. Genç kız otobüs durağına doğru yürüyor, saat kaçta eve varabileceğini hesaplıyor.
Fotoğrafçılığı seven bir rüzgâr, yıllar öncesinden bugüne sürüklemiş onları. Talihli bir rastlantı belki… Rüzgârın dokunmadığı kim bilir ne çok Charles var, Joan var.
Kocasının koluna girmiş genç kadınla göz göze geliyorum. Şakacı bir gülümseyişi var. 2019’da bir öğle sonrasında bir yabancının kendisine bakacağını, kim olduğunu, neler yaşadığını merak edeceğini aklından geçirmiş midir, diyorum kendi kendime, yanıtını bilerek.
***
Sergiyi hazırlayan foto-medya sanatçısı Anne Zahalka halka çağrı yaptığında Sydneyliler büyük ilgi göstermişler. Aile albümlerindeki yüzlerce fotoğraf ve stüdyoların arşivlerinde takılıp kalmış çok sayıda negatif gün ışığına çıkmış. Böyle bir sergi İstanbul’da yapılsa İstanbullular da aynı coşkuyla karşılamazlar mı? Raflara dizilmiş bekleyen eski albümlerde, kapağı tozlu ayakkabı kutularında kim bilir neler neler vardır.