|
Üç resimde felsefe - ÇİN GÜNCESİKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 23 Nisan 2019 03:24:59 Büyük bir sergi salonu. Çağdaş, belki adını yeni yeni duyuran genç sanatçılara ait büyüklü küçüklü resimler. Salon karanlık; duvarlardaki resimlerse neredeyse bir sorgu odası aydınlığıyla ışığa boğulmuş. Rahat görebilmek için tavandaki spot lambalarını arkamda bırakacak kadar ilerliyorum. Çoğu, Çin fırça yöntemiyle yapılmış klasik Çin resimlerinden örnekler.
“Size göstermek istediğim birkaç tablo var. Sang Yang adında bir başka sanatçının çalışmaları.” diyor genç ressam. “İlginizi çekeceğini düşünüyorum. Resimlerinde Çin felsefesini anlatır Sang Yang... Onunkiler bunlardan farklı, modern bir çalışma.” Yan yana asılmış üç resme yaklaşıyoruz. Uçurumun kenarına oturmuş, oltasını sarkıtmış bekleyen bir adam var ilkinde. Balık tutmanın olanaksız göründüğü bir kaya üstü, bir dağ başı burası. Kendi içine gömülmenin, dış dünyadan uzaklaşmanın resmi. “Kaçmak, yalnız kalıp düşünmek isteriz bazen, hepimizin gereksinimi vardır buna.” diyor ressam, “Resimde bulabileceğimiz bir başka anlam da, asıl olanın sonuç değil, süreç oluşu. Balık oltaya takıldığında, hele hele yukarı çekilip kovadaki suya bırakıldığında her şey bitecek.” Bize, hepimize iyi gelen, balık değil aslında, beklemek. Beklemeyi yaşamak. Biliyoruz bunu, öyleyse neden bilmezliğe geliyoruz? İkinci resimde, üç kişi kafa kafaya vermiş, birbirlerini dinler gibi eğilmiş. Açıklıyor ressam: “Bu resmin adı, Bilgiyi Paylaşan Üç Adam. Herkes bazen öğretmen, bazen de öğrencidir. Herkesin hem öğreteceği hem de öbürlerinden öğreneceği bir şey mutlaka vardır.” Üçüncü resimde anlatılan, ünlü bir Çin halk hikayesiymiş. Çaydanlığın içinde gülümseyerek oturan biri… Hikâye şöyle: Çayı çok seven bu adam, çaydanlıkta yaşamaya karar veriyor, giriyor içine, oturuyor. Ondan sonra ömür boyu mutlu yaşıyor. “Mutlu olmak için, sevdiğimiz şeylerle doldurmalıyız yaşamımızı, onlara odaklanmalıyız diyor bize bu resim. Düşünürsek, önemli bir anlam daha var derininde. Çayı çok sevince küçücük bir çaydanlığın içinde bile mutlu olunur.” Söylediğine inanmazmış gibi gülüyor genç ressam. “Bu resimlerden biri evinizin duvarında olsun istemez misiniz? Yolda bozulur diye endişe etmeyin. Silindir kutuda bükülmeden gider Sydney’e dek.” Kedi pisliği kahvesi Şanghay’dayız. Akşamüstü apartmanlar arasında yürüyorum. Balkonlara gidiyor gözlerim... Bir kadın asılı çamaşırlar arasında oturmuş, yelpazesini sallayarak cep telefonuyla konuşuyor. Başka bir balkonda genç bir kadın çamaşırları yokluyor, kurumuş mu… Bir adam balkon demirlerine yaslanmış, sigarası elinde. Çocukluğumun kentindeki yaz akşam üstlerini, balkonları, balkonlardan gelen, alçalan yükselen insan seslerini, çay kaşığının bardaktaki tıkırtısını anımsıyorum... Belki de bu Şanghay sokağının bir Türkiye sokağı olması için yalnızca köşede simitçi eksik. Bir süre daha yürüdüğümde geldiğim sokakta, çamaşırlar balkonların dışına taşmış. Oraya buraya gerilmiş iplere, elektrik direklerine, tellere, her yere çamaşır asılmış... Açık renk bir blüz, desenli kumaştan etek... Sabahlık, kırmızı bir tişört, külot... Yorgan, iki yastık: havalandırılmak üzere çıkartılmış olmalı... Bir eşofman altı, yanında sütyen.... Kimsenin saklısı yok kimseden buralarda. Dünyanın en değişik kahvesini satan kahveye giriyorum sonra. Çin’in her yanına yayılmış Kafelaku kahvelerinden biri burası. Kafelaku’nun ne olduğunu öğrendiğimde, insanların nasıl olup da böyle tuhaf şeyler bulduklarına şaşırmıştım. Raftaki kahve kutularına kayıyor gözlerim. Üzerindeki resimde bir kedicik, elindeki tepsinin içinde kahve çekirdekleri sunuyor. Kafelaku’nun sözcük anlamı tam olarak şu: kedi pisliği kahvesi. Güney ve Güney doğu Asya’da yaşayan, kediye benzeyen bir hayvan (Asian civet cats) kahve çekirdeklerini yutuyor, midede işlem gördükten sonra hayvanın dışkısıyla çıkan çekirdekler alınıp, temizleniyor. Daha az kafein içeren bu kahvenin bir fincanı kırk dolara satılıyor. İşte kafelaku’nun hikâyesi ... Tezgâhın arkasındaki delikanlıya yaklaşıp latte ısmarlıyorum. Bilmem bir gün, kafelaku’yu denemeyi düşünür müyüm? Sokaklarda dans Şanghay’da bir meydan. Kıvrak, akıcı bir ezgi. Bir çalgıcının çevresinde dans eden kadınlar, erkekler. Biraz ilerde yürüyen genç kadın ve erkeğe takılıyor gözlerim. Erkek, kadına dans edenleri işaret ediyor; hadi der gibi. Kadın gülüyor, yok olmaz, diyor başını sallayarak. Erkek, elinden tutup yavaşça çekiyor kadını. Kadın gülüyor, kızmış gibi hafifçe adamın göğsüne vuruyor. Belli ki hiç de kızgın değil. Elindeki alışveriş torbasını, değişik bir sazı çalmakta olan çalgıcının yanına bırakıyor. Dansa başlıyorlar. ) Şanghay parkları, meydanları, akşam olurken müzikle, dansla doluyor. İlk kez gördüğümde, gösteri yapan bir müzik/dans grubu sanmıştım. Öyle olmadığını anladım daha sonra. Belli ki, birkaç kişi çalgısını alıp geliyor, müziği, dansı başlatıyor, yoldan geçenler onlara katılıyor. Sıradan kadınlar, erkekler… Bazen de çalgıcı yok, cd çalardan ya da müzik aletinden dökülen bir Çin şarkısıyla dönen, savrulan, uzaklaşan, yeniden bir araya gelen dört beş çift… Kimi zamansa çok daha kalabalık bir grup. Yan yana sıralanmışlar, bir Çin halk türküsü eşliğinde, sert hareketleriyle spora benzeyen bir dansa bırakmışlar kendilerini. Her yaştan kişiler var aralarında, yalnızca gençler değil. Bazısı bir pantolon ve tişört geçirivermiş üstüne, kimseye aldırmaz bir rahatlıkla kıvırıyor bedenini. Kimi, pırıltılı saç tokasıyla, her dönüşünde uçuşan, dalgalanan kloş eteğiyle belli ki akşam için süslenmiş. Büyülenmiş gibi izliyorum onları, içim yaşama sevinciyle doluyor. Wuxi’de kadim kanaldı, kıyısındaki düş gibi evlerdi beni en çok şaşırtan, etkileyen; Şanghay’da ise sokak çalgıcısının oynak ezgisine kendilerini bırakmış dans eden sıradan kadınlar, erkekler… Yeni kentin koruyucu kuleleri gibi yükselen gökdelenlerin arasında, pembe, mavi, sarı, kırmızı ışıklar Şanghay göğünde desenler çizerken, seyretmeye doyamadan birçok kez izliyorum onları. Çin’i duyuyorum Orada, bir Çin halk ezgisine kulak verip, yaşamı kucaklarcasına dans edenleri izlerken, onlara ait, bana çok yabancı bir dünyanın varlığını bir kez daha ayırt ediyorum. Sokaklardaki insanlar, kanalın kirli yeşil suyu, önlerinde fenerleriyle küçük evler, yoksul dükkanlar... Pekin’deki Mao resimleri, Tiananmen Meydanı, Yasak Şehir, Donghuamen Gece Pazarı... Gökdelenler, dünyanın en pahalı markalarını satan alışveriş merkezleri, o mağazalarda alışveriş yapabilen şık giyimli, varsıl kadınlar, erkekler... Sıcak içilen sular, kızarmış böcek satıcıları... Vicky’nin övünçle bana tattırdığı özgün, yöresel Wuxi yemekleri, ondan pek çok kez işittiğim Çin hanedanı adları… Vicky’nin eğitimli bir kadın, bir insan olarak kendisi... Hepsi, bir bütünün parçası. Ait olduğum Türk kültürü gibi değil; yaşadıkça alıştığım, sevdiğim, tanıdık Avustralya kültürü gibi de değil; benim olmayan ama varlığını içimde duyumsadığım, etkilendiğim ulu bir kültür olarak kucaklıyor beni Çin.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|