|
Birbirimizi anlamak - ÇİN GÜNCESİKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 16 Nisan 2019 23:39:28 Sabah saatleri… Mağazalar, büfeler, kafeler açılıyor, sokak satıcıları tezgâhlarını kuruyor. Bir genç kız dükkânının önünü süpürüyor, bir kadın sert bir yüzle yanındaki çocuğu azarlıyor. Uzun uzun yürüdüm yine. Bir dükkânın girişindeki camekânlı buzdolabından su aldım. Starbucks’daki hatayı yapmadım bu kez, suyun soğuk olduğundan eminim. Ödemek için kasadaki kıza yaklaştım. “How much?”
Kızın Çince yanıtı rakam olmalı, ne sorduğum belli. Anlamadığımı görünce yeniden söyledi, yine Çince. Sonra tereddütlü bir “four” duyar gibi oldum. Parmaklarımla sordum, four? Dört? “Yes yes, four” dedi neşeyle, bu kez güvenle. Kahkahayla güldü, anlaşma biçimimizin çok hoşuna gittiği belliydi. Neşesi bana da geçti, gülerek çıktım, soğuk suyu yudumladım. Biraz ileride köşede genç bir kız şeftali satıyordu. Yanından geçerken atılıp Çince birkaç sözcük söyledi bana. Suyu satın aldığım dükkândaki kız gibi o da, anlamayacağımı biliyor ya da en azından tahmin ediyor yine de Çince konuşuyordu. Kimi zaman ana dilimizde konuşurken, karşımızdaki kişinin anlamadığını bir gerçek olarak bilsek de, duyularımızla kavrayamadığımızı düşündüm. Bizi biz yapan en önemli öğelerden olan ana dilimizi, bir başkasının, dünya üzerinde birlikte yaşadığımız, benzer duygularla gülüp ağladığımız bir yeryüzü yoldaşımızın anlamıyor oluşunda yanlış bir şey var sanki. Şeftalici kız da, onun ağzında su gibi akan sözcüklerin yolunun, bana geldiğinde kesileceğine inanamıyor gibiydi. Henüz annesinin eteğine yapışık bir çocuk olduğu yıllarda öğrenmişti bu dili, nasıl olur da ben anlamazdım… Omzunda terazi gibi dengelediği ikili şeftali sepetini gösterdi, dilin yetmediği yerde gözlerimizin anlaşmasını umarak yüzüme baktı. Gülümsedik birbirimize. Çin’de şeftali mevsimi şimdi. Wuxi’nin şeftalileri iri, pembe, sulu. Otelde, şeftaliyi yıkamak üzereyken aklıma geldi, musluk suyu içilmiyor, hatta diş fırçalamak bile çekinceli. Alışkın olmadığımız bakterileri kapma olasılığı nedeniyle, otel görevlileri tarafından her gün iki şişe su bırakılıyor odamıza. Şişe suyuyla yıkadım şeftaliyi. Camın önüne oturdum. Ilık, yumuşak bir akşam çöküyordu kentin üstüne… Jidi Majia’nın sesine kulak verdim: (Dünyaya Hoşgeldin Notu, Jidi Majia’nın Gök ve Yer Arasında adlı kitabından, Çeviri: Ataol Behramoğlu) Pekin’de bir Türkçe öğrencisi Sydney’deydim, yola çıkmamıza bir hafta vardı, Nihat Abi (Nihat Ziyalan) aradı. Pekin Yabancı Diller Üniversitesi Türkçe bölümü öğrencisi Çinli bir genç kız, bitirme tezi olarak Nihat Ziyalan’ın bir romanını Türkçeye çeviriyor. İşte heyecan verici bir haber! Koca ülke Çin, kendi zengin kültürüne öylesine gömülmüş ki, belki Batı’nın birkaç kültürünün dışında, başka ülkelerin edebiyatıyla ilgilenmiyor, diye düşünüyordum. Üniversiteli genç kızın adı Ceren’miş. Annesi ya da babası Türk mü acaba? Nihat Abi “Sanmıyorum,” diyor. “galiba Türkçe öğretmeni vermiş bu adı ona.” E posta yollayarak Pekin’de olacağım tarih aralığını bildiriyorum, yanıt gelmiyor Ceren’den. Adres üniversiteye ait olabilir, belki şu anda postaya ulaşma olanağı bulamıyordur, diye düşünüyorum. Gidince telefonla ararım. Ceren’i göreceğimden emin olmasam da, Nihat Abiye uğrayıp, yollamak istediği kitapları, Üstüme Fazla Gelme Ayçelen’i ve Çapkın Çiçekli’yi alıyorum; öykü kitabım Duvardaki O Resim’le beraber valizime yerleştiriyorum. * Birkaç gündür Wuxi’deyiz, Ceren’den yanıt gelmediği aklıma geliyor. Yarın Vicky’yi görünce, ondan rica edeceğim aramasını; Ceren Türkçe biliyorsa da, telefon numarası kime, nereye ait, emin değilim. Telefonu açacak olan kişi Türkçe ya da İngilizce biliyor olacak mı? Vicky’nin telefonda söylediklerinden, arada bir geçen adım dışında bir şey anlamıyorum. Az sonra uzatıyor telefonu. “Sen konuş istersen. Pekin’de değilmiş.” “Merhaba,” diyor Ceren, aksanlı ama düzgün bir Türkçeyle, “Pekin’de değilim şu anda, memleketimdeyim. Yakında işe başlayacağım, öncesinde kısa bir tatil yapıyorum.” Bir an bir yabancının böylesine rahat, böylesine anlaşılır Türkçe konuşması inanılmaz geliyor. Bu düşüncemi söylemiyorum ona. “Memleketin neresi?” Çin’in tüm kentlerini, kasabalarını tanıyormuşum gibi… Yanıtlıyor. Tabii ki, adını hiç duymadığım bir yer. “Uzak mı?” “Çok yakın. Bir iki güne Pekin’e dönerim.” Birkaç gün sonra otelimizin lobisinde gencecik, içten gülüşlü bir kız karşımda. Masalardan birine oturuyoruz. Otelde ev sahibi ben olsam da, garson kız bana değil, Ceren’e bakarak alıyor siparişimizi. Yasemin çayı ısmarlıyoruz. “Ben pek çay içmem aslında ama bugün içeyim. Çay Güney’de, Şanghay’da içilir en çok.” diyor Ceren. “Türkçe’yi iyi konuşuyorsun.” diyorum. Gülüyor. “Dört yıldan sonra…” Yukarı kalkan kaşlarıyla hiç de kolay değil der gibi. Bölümündeki Türkçe öğretmenlerinden biri önermiş Attım Kapağı Yurtdışına’yı tez olarak hazırlamasını. “Türkiye’den bizim fakülteye birçok kitap yolluyorlar ama çoğunun dili ağır, Osmanlıca. Ancak öğretmenlerimiz okuyup anlayabiliyor.” Türkçe’nin hangi yazarlarını bildiğini, neleri okuduğunu soruyorum. Tanınmış yazarlardan birkaçının adını söylüyor. “Şiir, öykü zor.” diyor. “Roman okuyorum.” “Çin yazarlarından kimleri seviyorsun?” Belki Ceren’den alacağım adlarla yeni yazarlar keşfedebilirim, Çin edebiyatını tanımıyorum, düşündüğümde yalnızca Nobel alan Mo Yan aklıma geliyor. Verdiği adın, çok satan serüven romanları yazan bir romancıya ait olduğunu sonradan, internette arayınca öğreniyorum. Üniversite bitmiş, yakında yabancı dillerde yayın yapan bir radyoda Türkçe çevirmeni olarak çalışmaya başlayacak Ceren. Son günlerde onu heyecanlandıran, günlerini dolduran düşünce yalnızca bu. Onun Türkçe edebiyatla umduğum denli iç içe olmadığını görmek beni biraz üzüyor. Sonra, yalnızca dört yıldır Türkçe okuduğunu düşünüyorum. Henüz yirmi iki yaşındaki bu çok genç, cana yakın kızın, bir süre sonra radyo haberlerini çevirmekle yetinmeyeceğini, edebiyatla daha çok ilgileneceğini, kitap çevirileri yapacağını umut ediyorum. Söylüyorum ona bu dileğimi.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|