|
Yoksul sokağın dükkânları - Çin güncesiKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 13 Nisan 2019 14:34:19 Kanal boyundaki dükkânların arasından yürüyüp, yolun sonuna geldim. Sağa doğru kıvrılan bir başka sokak var burada. Soldaki eski köprüyse karşı kıyıya götürüyor. Köprüyü aşma serüvenini erteleyip, sağdaki sokağa saptım. Ne yana gitsem heyecan veren bir görüntü. İşte bunun için saatlerce yürümekten yorulmuyorum. Her şeyi fotoğraflamak istiyorum. Oysa fotoğrafını çekeceğimizi biliyor olunca, baktığımız şeyleri doğru dürüst görmüyoruz.
Gözlerimi ayrıntıları yakalamakla görevlendiriyorum ilkin; ayrıntıları yakalamak ve belleğime yollamakla... Ardından fotoğraf makinesi. Peki, bu sıcakta tezgâhın üzerine atıverdiği beş, on parça eti satmaya çalışan adamın fotoğrafını neden çekmek istiyorum? Kasap dükkânına benzemiyor burası. Buzdolabını bırakın, buz parçası bile yok görünürde. En azından biraz buz olmalı etlerin altında, değil mi? Hayır, yok! Bu sıcağa dayanacak buz nerde görülmüş, o da ayrı! Gözlerimi dükkânın içinde gezdirdim: tartı, kararmış birkaç kap kacak. O kadar. Bahçesinde yetiştirdiği üç dört kilo domatesi, salatalığı bir köşeye serdiği örtüye dökmüş satmaya çalışan birinin sergisini andırıyor burası. Sebze yerine et! Dükkânın içini, bu birkaç parça eti çürütmeden ya da çürütse de satmak isteyen adamı merak etmekte yüz kızartıcı bir şeyler var mı? Yoksunluğu, bizim için olmazsa olmazların yokluğunu kayıt altına almak istemekte utanılacak bir şeyler var mı? Bilmiyorum. Merak etmekte, bilmek istemekte değil ama görüntüyü yakalamakta var gibi geliyor bana bir an; yine de daha fazlasını görme isteğini içimden atamıyorum. Kişisel olana, mahrem olana bir saldırı mı bu? Hayır, değil aslında. O bir şey saklamıyor ki… Şimdi yürüdüğüm, yoksulluk kokan bu sokak, biraz önce geçtiğim eli yüzü düzgün, orta halli sokaktan nasıl bu denli farklı olabilir? Yan yana iki sokağı böylesine değişik yapan nedir, yanıtı bulmak zor. Biraz ilerde bir başka dükkânın vitrininde, kapların içinde türlü türlü sakatat, tavuk ayakları alıcılarını bekliyor. Fotoğraf makinemi vitrine yönelttiğimde, içerdeki kızla göz göze geldim. Gülümseyip, işaret ettim: Çekebilir miyim? Utandı, eliyle ağzını kapattı. İçten bir gülümseyişle başını salladı sonra. Tezgâha yaslanıp bütün gün müşteri beklerken gelecek için ne düşler kuruyor bu güzel yüzlü kız, bilmek isterdim. Çöp şişlerde kurutulmuş böcekler, yılanlar... Manavın tezgâhı, karpuz, üzüm, muz ve şeftalilerle rengârenk. İşlenmiş bir bahçe gibi. Bu bildik görüntünün hemen yanında küçük bir lokantanın önüne, sokağa kurulmuş ocağıyla bir aşçı. Kazanlarda kaynayan, kızaran yiyeceklerden havaya karışan yabancı koku itici. Türkiye’de bir kentte, kuru fasulye pilav satan el arabasından, köfteciden, kokoreççiden yükselen kokular bir yabancıda aynı duyguları uyandırıyor mudur, merak ediyorum. Az ötedeki dükkanda taze böcekler... Taze sözcüğünde abartma yok, çünkü biraz sonra kızarmak üzere çöplere dizilmiş böceklerin bazısı kımıl kımıl. Belli ki, kımıldadıklarını göstermek, tazeliklerini kanıtlamak üzere sergilenmişler. Yanlarında kızartılıp kurutulmuş minik yılanlar dizili. Az sonra karşıma çıkan adamla kadının ellerindeki, kafası ve kollarıyla bütün olarak kızartılmış ahtapotlar buna benzer başka aşevleriyle de karşılaşacağımın habercisi. Kuaför kız önündeki leğene eğilmiş, bir şeyler yıkıyor. Başını kaldırıp bana baktı, gülümsedi. Alışkanlık, Çin’de de olsam, canım kahve çekiyor. Çaylar ülkesinde kahve de var elbette. İşte Starbucks. Bir kahve ile su ısmarlayıp masalardan birine oturdum. Girip çıkanları izlerken yanında bir bardak sıcak suyla kahvem geldi. Sıcak derken, oda sıcaklığından söz etmiyorum, kaynama derecesini yeni ardında bırakmış bardağımdaki su! Nasıl da unuttum soğuk demeyi? Sidney’deki Hong Kong’lu arkadaşımın her zaman sıcak su içtiğini biliyorum ama Starbucks’da su ısmarladığımda bile sıcak geleceğini düşünmemiştim. Kahvemi yudumlarken az önce gördüklerimi, aşçıyı, kuaför kızı düşündüm. Sonra, Çin’e ilk gelişimde çektiğim resimler arasından çok sevdiğim bir tanesini anımsadım. Açık hava terzisi. Telefonumdaki fotoğrafı buldum. Pedallı dikiş makinesini kaldırıma yerleştirmiş terzi kadın, tekerlekli iskemlesiyle onu görmeye gelmiş arkadaşı, bereleri, kabanlarıyla oturmuş, sohbet ediyorlar. “Bu soğuklar hiç iyi gelmiyor.” diyor terzi, “Kat kat giyiniyorum, şu halime bak. Biraz ısınsın artık hava canım.” Öteki yanıtlıyor. “Daha dur yahu, ocaktayız. Kaç ay var daha bahara.” “Bayramda geliyor mu çocuklar?” diye soruyor sonra. “Benim kız gelemiyecekmiş, iki gün için nasıl geleyim, para mı var diyor. Neyse oğlan gelecek. Torunu görmeyeli oohho.” Çince bilmiyor olmam, onları anlamama engel mi sanıyorsunuz? Hiç değil. Tek başına, sessizce, yabanıl enginlikte... Taş köprünün basamaklarını tırmanırken, her basamakta değişiyor gördüklerim. En yüksek noktaya ulaştığımda, kanalın yeşil, kirli suyuna, üzerinde birikmiş yosunlara, evlerin sudaki yansımasına baktım uzun uzun. Wuxi’ye gelmeden önce, burada beni böylesine etkileyen bir görüntüyle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Sıradan, kalabalık bir Çin kentini, bir Çin halk masalına dönüştürüyor bu kanal. Jidi Majia’nın dizeleri geliyor aklıma. Tek başına, sessizce, yabanıl enginlikte/ Duruyorken bir iç deneyim yaşadım./ Güzdü, gece inmekteydi,/ Kutsal karlı dağ belli belirsizdi karşımda./ Ona bakmaktan uzun süre, çok eski bir iç dürtüsüyle/ Yaşamı kutsamak ve teşekkür duygusu uyandı içimde. (Karlı Dağ, Altın Alevler, Jidi Majuo’nun Gök ve Yer Arasında adlı kitabından, Çeviri: Ataol Behramoğlu) Aşağıda, kıyıya yakın basamaklarda, çocuğunun giysisini düzelten, saçını okşayan genç bir kadın... Elinde alışveriş torbalarıyla sekerek uzaklaşan bir ihtiyar... Yavaş yavaş inerek karşı mahalleye geçtim. Çarşı, dükkânlar öteki yanda kaldı, burada yalnızca yoksul görünüşlü, küçük evler var. Topuklu ayakkabılı, düzgün giyimli bir kadın çıkıverdi ansızın evlerin birinden. O da herkes gibi, kenti sarmış büyük alışveriş merkezlerinden giyiniyorsa da belli ki ucuz bölümlerinden, mevsim sonu satışlarından. Saçı kızılımsı kahverengiye boyalı bir genç kız, omzundaki çantayı savurarak köprüye doğru uzaklaştı. Bu kente ilk kez geldiğimde saçı boyalı bir kadınla karşılaştığımı anımsamıyorum. Birkaç yıl içinde çok şey değişmiş. Çinli kadınlar artık saçlarını boyuyor. Bal rengi, başak rengi, hafif kızıl, kestane rengi. Sarışını az, kumralı daha çok. Yıllar önce Sydney’de ilk kez, sarı saçlı Çinli bir genç kız gördüğümde, ne gereksiz, diye düşünmüştüm, niye kendini değiştirmeye çalışıyordu ki... Oysa neden olmasın? Herkes saçını boyarken o neden boyamasın?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|