|
Çin GüncesiKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 02 Nisan 2019 14:59:17 Bir kent çiziliyor akşamın ışığıyla... On sekizinci kattaki odanın tek parça camdan oluşan penceresinden baktım. Gün değişmiş. Yağmur yağdı yağacak ama gökyüzünde bir tanecik bulut yok. Nemli, puslu gri bir tuval, üzerine bulutların kondurulmasını bekliyor. Şimdi bulutlar orada olsaydı, elimi uzatıp dokunuverseydim diye geçiriyorum içimden. Bırakın böyle bir şeyin olanaksızlığını ya da bulutların kim bilir nerelere kaçmışlığını; gökyüzüyle aramdaki bu kocaman pencereler, açılmamak üzere mühürlenmiş bu dev camlar ne olacak?
İçi gösterişli eşyalarla dolu bir fanustayım. Olsun! Hava düzenleyici aygıt sessizce çalışıyor, sıcaklık yirmi iki dereceye ayarlanmış ve bir yerden ince ince temiz hava üfleniyor. Pencereler açılırmış açılmazmış umurumda değil. Hem söz konusu olan on sekizinci katsa, camın ardında olmayı yeğlerim. Sözüm ona aylardan yaz! Göğün rengine dair pek de diyecek sözü yok mevsimlerin bu kentte. İlk kez birkaç yıl önce gelmiştim Wuxi’ye. Yılbaşıydı, kente ilk kez gelenlere ocak ayında soğuğun ne demek olduğunu öğretme çabasıyla işe girişmişti kış. Eksilerdeki dereceyle kasılmış, puslu gök, küçük bir dokunuşla çıtır çıtır dökülüverse şaşırmayacaktım. Şimdiyse, gri bir bataklık gökyüzü. Doğduğum topraklarda, kül rengine teslim olmuş bu göğü çok gördüm. Wuxi kentinin üstündeki Çin göğü, çocukluğumun Türkiye’sinin göğüne benziyor. Orada artık böyle değil diyorum için için sevinerek, en azından yazları değil. Masmavi gökyüzü, ak bulutlar görüyorum Avustralya’dan Türkiye’ye her gidişimde. Aceleci yağmur içini döküp gidiverdi. Camın ardında, aşağıda akşam... Renkli ışıklar dökülüyor şehrin üstüne. Sokak lambalarının titrek ışığı, dikdörtgen, kimi zaman da baklava dilimi desenler yaparak çatıların sınırlarını çiziyor. Kanal boyunca lokantalar, barlar, kahveler, çay evleri yaklaşan geceye hazırlanıyor olmalılar. Arabalar birbirini itercesine ilerlemeye çalışırken, akşamüstü trafiğinin sesi on sekizinci katın kalın camlarının ardına ulaşamasa da, duyar gibiyim. Wuxi’de bir öğle sonrasında yeşil çayla, ay çekirdeği Kanal yolunun sonuna vardığımda tarihi taş köprüyle karşılaştım. Irmağın öte yanında bir mimarın maketiymiş gibi dizi dizi,küçük, beyaz, artık içinde kimsenin yaşamadığı belli olan evler... Kapıların önünde fenerler... Ağaçların, evlerin, köprünün görüntüsü, küf yeşili, durgun suya dökülmüş... Pusun ardında belli belirsiz sarı ışıklarıyla sabah güneşi... Bir düşü andırıyor her şey... Birden kendimi gerçek üstü bir dünyadaymış gibi hissettim. Karşı kıyıya ulaşsam, usulca girsem kapıların birinden... Başka bir boyut bekliyor belki de beni orada. Bir yandan da ürkütücü. Açık kapıların ardındaki boşluk, karanlık, derin bir kuyuyu andırıyor. Sanki yüzlerce yılın ardından çıkıp gelen ruhlar yaşıyor bu evlerde, yüzyılların arasında gidip gelme ayrıcalığını, lanet mi lütuf mu olduğunu bilmediğim bu ayrıcalığı edinmiş ruhlar. Vicky kanalın ne zaman yapıldığını söylediğinde şaşırdım. “Üç bin yıllık tarihi var.” dedi. “Pekin’den başlayıp, Çin’in büyük bir bölümünü geçerek, Sarı Irmak ve Yangtze Irmağını birleştiriyor.” İki gündür bana kenti gezdiriyor Vicky, arkadaşlığını seviyorum. Bir kentin sokaklarını, orada yaşayan biriyle dolaşmak güzel. Wuxi’de doğup büyümüş, üniversite sonrası bir süre Pekin’de yaşadıktan sonra, buraya dönmüş. Kentini çok seviyor. Kanalın üç bin yıllık geçmişinden söz ederken sesi övünçle dolu. “Çin hükümdarı, Milattan önce yedi yüzlerde başlamış yapımına, sonra başka hükümdarlar ekler yapmış, yan kanallar açmış. Taşımacılık,alım satım, en çok da kentlere tahıl getirimini sağlamak için.” Bir çay evinde sohbet ediyoruz. Bakımlı küçük lokantaların arasına sıkışmış, sıradan görünümlü bir yapının ikinci katı. “Burayı turistler bilmez. Arkadaşlarımla gelip çay içtiğimiz bir yer.” Vicky’nin asıl adını bilmiyorum. Yabancılarla ilişkileri olan Çinlilerin, bir de İngilizce adları var. Bazen bu adlar çok ilginç, eğlenceli, hatta gülünç olabiliyor. Yeşil çay, yasemin çayı, siyah çay... Cam demliklerdeki üç değişik çayı bana tattırmak için ısmarladığı belli. “Çay evlerinde aileler, arkadaşlar bir araya gelir, sohbet eder.” diye açıklıyor. Demlenmesini beklemeden, kahve fincanı gibi minicik ama kulpsuz fincanlarımızı dolduruyor. İçindeki otlarla rengi hafiçe değişmiş sıcak suyu yudumluyoruz. Bizim tavşankanı çayımızın alışkın olduğumuz güzelim kokusuna benzemeyen, hoş bir çay kokusu... Çinli bir dostla çay içiyor olmanın tadını çıkarıyorum... Saat öğleden sonra üç buçuk sıraları. Merak ediyorum, burada da kadınlar evlerde toplanıp, çay içip pasta kek yerler mi? Gün yaparlar mı? “Yok,” diyor, “herkes dışarda bir araya gelir. Çay evlerinde çay içer, sohbet ederler. Niye evlerde toplansınlar ki? Böylece kimse kimseye yük olmadan beraber oluyorlar.” Bu açıklama beni kandırmıyor. Neden toplanmasınlar, dostlarımızı evde ağırlamak bize özgü bir şey mi? Vicky’nin Çin kültürüyle ilgili önemsediği şeyler var. Bunlardan söz etmeyi seviyor. “Bizim için beden ve ruh birbirinden ayrılmaz bir bütündür.” diyor. “Organların hepsinin hem bedensel hem ruhsal işlevi var. Gebe bir kadını ya da lohusayı yalnız bırakmayız; annesi, kayınvalidesi onun hep yanındadır. Evde fazla iş yapmasına izin verilmez. Batılı kadınları görüyorum, gebeyken spor salonuna gidiyorlar, spor yapıyorlar, ondan sonra bir de soğuk su içiyorlar. Soğuk su! Olacak şey değil. Kendine ve taşıdığın bebeğe yapılacak en kötü şey.” Bilmiyorum haklı mı Vicky ya da diğer Çinliler? Sıcak su onları öteki uluslardan daha sağlıklı yapıyor mu? Çin yemeklerinin hepsinin, düşünüldüğü denli sağlıklı olmadığını, yıllar önce Avustralya’da, kızarmış ya da bol yağla kavrularak pişmiş yemekleriyle tanıştığımda öğrenmiştim. Fincanlarımızı yeniden dolduruyorum. Ozanlara şiirler yazdıran çaydan bir yudum alıyorum... Tepecikten gün batarken bir bahar esintisiyle/ Tam çay zamanı/ Fırça mürekkep hazırken/ Oturup başladım çınar yaprağına şiir yazmaya/Çamaşır ipinde ötüyor yalı çapkını/ Ortada duruyor yusufçuk/ Bu ne zevk, bu ne keyif/ Anlıyorum, anlatamıyorum. (*) Şair: Du Fu, Çeviri: Liu Zhao “Çocukken çayımızı sevmezdim.” diyor Vicky,”Annem, babam içerlerdi, burun kıvırırdım. Yeşil çayın değerini anlamam için yirmi üç, yirmi dört yaşına gelmem gerektiğini düşünüyorum da... Şimdi de oğlum... Varsa yoksa meyve suyu. Kola. ” Peki meyve suyu, kola, gazoz bu ülkeye girmeden önce ne içiyordu çocuklar, gençler? Sormuyorum, çünkü Çin, o günleri unutmuşa benziyor. (*) Du Fu: Çin’in Tang hanedanı döneminden tanınmış bir şair. Şiirin başlığı yok. Çeviri: Liu Zhao, Pekin Yabancı Diller Üniversitesi Asya Afrika Fakültesi Türkçe Bölümü öğretim görevlisi
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|