|
|
Kırk Katır mı, Kırk Satır mı?Kategori: Türkiye | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 28 Mart 2008 13:22:32 Türkiye İran olur mu, yoksa Malezya mı olur tartışmaları AKP'nin kapatılma istemiyle yoğunlaştı. İran'ı biliyoruz; ta 1951'de başbakan Musaddık'ın petrolü kamulaştırma kararı üzerine başa getirilen ABD kuklası Şah başa geçip saltanat sürmesi, ailesi ve yalakalarını zengin etmesinin ardından artan tepkiler Komünist Partisi ile mollalar ittifakına yol açmış,
1979’da Şah devrilmiş, ardından mollalar başta komünistler olmak üzere şeriata karşı olan herkesi temizlemeye başlamıştı. Şeriat rejimi hakkında ne düşünürsek düşünelim, bugün İran anti-emperyalist bir çizgi sürdürmekte, ABD’ye kafa tutabilmektedir. Türkiye’deki durumun buna benzer yanı yoktur. Kendinden önceki Menderes, Demirel, Çiller ve Özal gibi Recep Tayyip Erdoğan da ABD’den icazetlidir. AKP’nin esin kaynağı Fethullah Gülen ABD’de yaşamaktadır. Anti-emperyalist bir çizgi tutturmadıkça Türkiye’nin şeriatçı olup olmaması ABD açısından ufak bir ayrıntıdır. Önemli olan, değişen dünya dengeleri içinde Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun olan yerini bulmasıdır. Malezya laik bir devlet değildir, nüfusunun yalnızca yarısının Müslüman olmasına karşın, resmî dini İslâmdır; ama anayasası inanç özgürlüğünü garanti altına alır. 1970 ile 1990 arasında yılda ortalama yüzde 6 gelişen Malezya ekonomisi 2001 yılında kişi başına 3,330 dolarlık bir millî gelire ulaşmıştır. Aynı yıl Türkiye’de kişi başına millî gelir 2,530 dolardı. Aynı yıl İran’da bu rakam 1,680 dolardı. Malezya elektronik parça imalâtında bugün dünya liderleri arasındadır, ürettiği Proton arabaları tüm dünyaya satılmaktadır. İşte size iki Müslüman ülke: İran ve Malezya. Türkiye’nin gündeminde AKP’nin kapatılma istemi ve hemen ardından ortaya çıkan Ergenekon soruşturması var. “Ne molla cüppesi, ne asker çizmesi” dedikten sonra hemen şunu eklemek istiyorum: İnsanların şeriat düzeninde yaşamak isteme hakları vardır, aynen insanların askerî bir yönetim altında yaşamak isteme hakları olduğu gibi. Fikir özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün temeli budur. Ama biz halâ bu özgürlükleri içine sindirememiş bir kültürün insanları olarak kendimize aykırı gelen fikirleri cezalandırma yolunu tutuyoruz. Oysa gereken, Türkiye’nin âcilen gereksinmesi olan şey ne şeriat, ne de askerî dikta diyenlerin ortaya bir alternatif çıkarabilmeleridir. Yoksa yasaklarla, parti kapatmalarla, “sen şeriat istiyorsun” ya da “sen askerî darbe istiyorsun” diye insanları cezalandırmakla, sindirmekle birşey hallolmaz. Her iki taraf ta fikirden öte, zora başvuran eylemlerde bulunmuşsa bunun üzerine gidilmeli, insanların mevkii, sıfatı gözetilmeksizin adalet yerini bulmalıdır. Bugün Türkiye’de demokratım diyenlerin üstüne gitmedikleri birkaç konu var. Bunlardan birisi dokunulmazlık konusu. Yakınlarda burada NSW’de olan bir iki olaya göz atalım. Üst düzey yargıç Marcus Einfeld trafik cezalarından kurtulmak için yalan olarak arabasını bir başkasının kullandığını söylediği iddiasıyla mahkemeye verildi. Eski eyâlet bakanı Orkopoulos çocuk tacizinden mahkemeye verildi ve mahkûm oldu. Avustralya’da dokunulmazlık kapsamına giren yalnızca mecliste söylenen sözlerdir. Onun dışında siyasîler de herkes gibi yasalar önünde eşittirler. Siyasîlerin dürüstlüğüne inanılması, maddî çıkar için siyasete atılmadıklarının görülmesi demokrasinin saygınlığını sağlar, “birileri gelse de bunları sigaya çekse” istemini ortadan kaldırır. Dürüstlüğümüzü “yemin billâh ben dürüstüm” diyerek değil, dokunulmazlık kalkanını yok ederek kanıtlayalım diyen kaç siyasî var Türkiye’de? İkinci konu seçim kanunu. Yüzde 46.6 oy alan AKP mecliste yüzde 62 ile temsil ediliyor. Yüzde 10’luk baraj hem meclisin temsilî niteliği olmamasına, hem de “küçük partilere oy verirsem oyum güme gidecek” kaygısıyla kamplaşmaları, kutuplaşmaları körüklemesine yol açıyor. Bu anayasanın ve seçim kanununun faşist cuntanın mirası olduğu unutuluyor. Yüzde 10’luk barajı savunanlar içten içe “gün gelir, benim işime yarar” çıkarcılığını “istikrar” martavalıyla örtmeye çalışıyorlar. 1945’te savaştan yenik çıkmış, yoksul bir ülke olan ve o günden bugüne kırk kadar değişik hükûmetle yönetilen İtalya’nın bugün kişi başına millî geliri 19,390 dolardır. Bugün “istikrarsız” İtalya’nın ekonomisi İngiltere ekonomisinden daha büyüktür. Hükûmetler değişir ama devlet mekanizması sağlamsa, İtalya’daki gibi istikrar sağlanır, gelişme olur. Bir üçüncü konu da özelleştirme adı altında IMF’nin, Dünya Bankasının dayatmalarıyla herşeyin haraç mezat satılması. Nerede bunlara karşı çıkan güçlü bir ses? Bırakın buna muhalefeti, özelleştirmelerde biraz olsun sağduyulu davranmaya çalışan Abdüllâtif Şener nasıl harcandı? AKP’nin gündemde tuttuğu türbanla oluşan sis perdesi ile uğraşacağına “dokunulmazlık kurumu kaldırılsın, seçim kanunu değiştirilip 1965 seçimlerindeki milli bakiye sistemi geri getirilsin, ulusal kaynaklar satılmasın, gelir dağılımındaki adaletsizlikler giderilsin” diyecek bir güç nerede? Türkiye’de kimse türban takmasa Türkiye güllük gülistanlık mı olacak? Baykal CHP’sinden umudu kesen yurtseverlerin “asker gelse de işleri düzeltse” demesine neden şaşıyoruz? Bu, cılkı çıkmış, “sen yeme, ben yiyeyim” mücadelesine dönüşmüş anti-demokratik demokrasimizden umudu kesenlerin haykırışlarıdır. Türkiye 28 Şubatı da sayarsak son 48 yıl içinde 4 askerî darbe yaşadı. Yaşadı da ne oldu? Bir takım siyasîler yasaklandı da ne oldu, ne değişti? Ahmet Altan şöyle diyor: “AKP, ciddi hatalar yapan bir siyasi parti. Yaptığı hataların bedelini siyaset sahnesinde, yapılacak seçimlerde öder… Eğer gerçekten özgür ve demokrat bir toplumda yaşamak istiyorsanız ve AKP’nin bunu gerçekleştirebileceğine inanmıyorsanız, AKP’ye karşı siyasi muhalefetinizi bütün gücünüzle sürdürün ama ülkenin kaderini silâhla ve kanla değiştirmek isteyenlerden gözünüzü ayırmayın”. Laiklik adına askerî darbe olmasını arzulayanların Cezayir örneğini iyi incelemelerini öneririm. Önümüzdeki hafta sizlere Cezayir’i daha ayrıntılı olarak anlatmaya çalışacağım.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|