|
Edebiyat Notları, Temmuz - AğustosKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 16 Ekim 2018 08:56:36 5 Temmuz 1950 – İstanbul Hemşeriler Cemiyeti kuruldu. İstanbul Hemşeriler Cemiyeti’nin kurucusu, gazeteci Burhan Felek, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerindeki köşelerinde, kentin sorunları ve hemşerilik terbiyesiyle ilgili yazılar yazmış. 1951’de İstanbul’un kurtuluşu törenlerine, üzerinde şehre ait özdeyişler yazılı, İstanbul’un silueti bulunan panolarla süslü bir otomobille katılmış Hemşeriler Cemiyeti. Otomobildeki iki genç kız, halka karanfillerle birlikte bildiri dağıtmışlar:
“Aziz hemşeri, İstanbul senindir, onu gözbebeğin gibi koru. Bir şehrin manzarası halkın medeni seviyesini gösterir. Düşmanlardan kurtardığımız İstanbul’u alakasızlıkla manen kaybetmeyelim.” Burhan Felek’in ‘hemşerilik’i, yurttaşlığı işaret ediyor. Bir ülkenin yurttaşı ya da bir kentin sakini olmanın getirdiği sorumluluklar, ayrıcalıklar. Hep birlikte yaşamanın adabı. Hemşeriliğin, o belirli yerde, hepimiz için biricik olan, bazen çok sevdiğimiz, bazen terk etmek için can attığımız o kentte/ kasabada/ köyde doğmuş, büyümüş olmakla ilgili bir anlamı da var elbette. Hem gerçekçi hem duygusal yanı olan... Bazen yalnızca orada yaşıyor olmakla bile edinilir ‘ait olma’ duygusu. Kimliğimizi oluşturan, bütünü tamamlayan parçalardan biri olur o yer. E postanın yeni yeni yaygınlaştığı yıllarda, sadece Japonya’da, sadece Hindistan’da, sadece Çin’de diye başlayan görseller dolaşırdı internette. İşte bu da sanırım sadece bizim ülkemizde: Durakta otobüs beklerken tanışılan kişiye sorulan soru: Nerelisin? Seksen bir ilin hangisinden olduğumuz nasıl da merak konusudur... ‘Memleketli’yle karşılaşma olasılığı neden böylesine çekici? 23 Temmuz 1964 – William Golding’in aynı adlı alegorik romanından uyarlanan Sineklerin Tanrısı filmi İngiltere’de vizyona girdi. William Golding ve karısı Ann, çocuklarına, ıssız adada geçen (o yıllarda ne de çok seviliyormuş bu konu) romanlar, hikayeler okurlarmış. Bir gün William karısına, “Niçin ben böyle bir roman yazmıyorum ki?” demiş, “Ben yazsam, ıssız adaya düşen çocukların gerçekte nasıl davranacaklarını anlatırım. Ne dersin, hiç de fena olmaz, değil mi?” Sineklerin Tanrısı’na, Ballantyne’ın meşhur romanı Mercan Adası’nın parodisi derken abartmış olmayız. Kahramanlarının ikisine, Mercan Adası’ndaki çocukların adlarını vermiş William Golding. Kitabın başlangıç bölümlerinde çocukların biri, Ralph, zorunlu olarak bu ıssız adada yaşıyor olsalar da, güzel vakit geçirebileceklerine inandırmaya çalışır diğer çocukları. “Hani kitaplardaki gibi…” der. Diğer çocuklar hep bir ağızdan heyecanla bağrışırlar: “Evet! Define Adası, Kırlangıçlar ve Amazonlar, Mercan Adası…”Golding’in kahramanları, Ballantyne’nın kahramanlarından farklı davranırlar. Mercan Adası’nın birbiri için tehlike taşımayan, yiyecekleri paylaşan, vahşi yerlilere karşı birleşen çocukları yerine, Sineklerin Tanrısı’nda güç peşinde koşan, kendini korumak için ötekilerle çatışan çocuklar vardır. İnsanın doğası, el ele vermekten çok birbirine karşı olmaya, desteklemekten çok tökezletmeye, sevmekten çok ezmeye, özgür bırakmaktan çok baskı kurmaya mı yatkın? 6 Ağustos 1893 – Türkçe edebiyatın ilk köy romanı Karabibik’in yazarı Nabizade Nazım öldü. Sanatta gerçekçilik akımının yayıldığı yıllarmış. Karabibik’i okuyucusunun isteklerini göz önüne alarak yazdığını söylemiş Nabizade Nazım. Bu kitabı köyde yaşamadan, İstanbul’dan, oturduğu yerden yazmış sanırım fakat, Türk edebiyatında psikoloji öğelerinin kullanıldığı ilk roman olarak bilinen Zehra’yı yazarken tulumbacıların yaşamlarını daha iyi aktarabilmek için, günlerini uzun süre tulumbacılar kahvesinde geçirmiş, tulumbacılık yapmış. Zehra romanının başlıca kişilerinden biri de İstanbul (eski İstanbul) kenti. “(…) İstanbul’u ilk defa görmeye gelen duygulu bir insanı düşününüz. Doğa güzelliklerine düşkün olması gereken bu ziyaretçi, Fenerler hizasından Boğaz içine girmeye başladığı zaman gözlerinin önünde öyle gönül açıcı bir görünümle karşılaşır ki (…) şaşkınlık dolu bakışlarına zarif zarif yalılarla süslenmiş olan etekleri çok güzel bir denizin şırıltılı dalgalarıyla ıslanmakta bulunan yılankavi yeşil tepeler tesadüf eder.”“(…) Şişli’yi geçtiler. Kağıthane Caddesinden doğru giderek yolun dirsek noktasında durdular. İki gün önce İstanbul göğünü kaplamış olan dolgun bulutlar, Kağıthane Vadisi’ni bir güzel sulamış, çayırlar bu bengisuyla renklenmişti. Sağda Maslak tepeleri ve Büyükdere caddesinin sıra sıra ağaçları sanki vadinin bu tazeliğini seyretmeye koşuyormuş sanılıyordu.” “(…) Hele bir Cumartesi gecesiydi ki, bir saz takımı coşturucu ezgileriyle on, on beş sandal ve kayık halkını başına toplamış, hüseyni faslı yapıyordu. Pazarbaşı’nda Tatyos’un takımı çalmaktaydı.” Pazarbaşı’nda bir yaz gecesi… Nasıldı eski İstanbul? Sandallarla mehtaba çıkmaktan ibaret değildi elbette. Her şeyiyle nasıldı? Tarihi, kitaplarda yazıldığı kadarıyla biliyor olmak rahatsız edici. Kemanî Tatyos Efendi’nin Kürdilihicazkâr Saz Semai’sini dinlemekten başka çarem yoktu o anda. Kanunun sesi yükselirken, buğulu camdaki yağmur damlaları gibiydi Tatyos’un notaları. 7 Ağustos 1941 – Geleneksel Hint şiirinin son temsilcilerinden Rabindranath Tagore öldü. Annem Tagore’u çok severmiş gençliğinde. Babamla tanıştıklarında, o sıralarda okuyup çok sevdiği Gitanjali’den bir tane de ona hediye etmiş. “Zihnin korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu; bilginin özgür olduğu; dünyanın iç duvarlarla kısım kısım ayrılmadığı; sözcüklerin hakikatin derinliğinden doğduğu; sonu gelmez çabanın kollarını yetkinliğe doğru uzattığı; aklın berrak akışının, ölü alışkanlıkların yavan çölüne doğru yolunu şaşırmadığı; ve zihnin senin tarafından, sürekli genişleyen düşünce ve eyleme sevk edildiği bir diyarda - işte öyle bir özgürlük cennetine, ey Tanrım, uyandır benim ülkemi…” Gitanjali, Bölüm XXXV“Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak. / Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?” der bir başka şiirinde RabindranathTagore. 10 Ağustos 1959 – İstanbul Mecidiyeköy’de, sahibinin elinden kaçan bir ayı, mahalle halkını elindeki sopayla kovaladı, öldürülen ayının derisi merasimle yüzüldü. Dünyanın gitgide daha kötü, insanların daha acımasız olduğundan söz ediliyor, eskiye özlem duyuluyor ama işte bir zamanlar çok daha barbar olduğumuzun göstergesi. Şimdilerde ayılar sokaklarda oynatılmıyor, törenle derileri yüzülmüyor. Sirklerdeki gösterilerde hayvanların, özellikle vahşi hayvanların kullanılmasının insanca bir davranış olmadığı konuşuluyor bugünlerde, yasaklanması çağrısı yapılıyor. Artık İstanbul sokaklarında kediler saltanatı hüküm sürüyor; mahallenin iri yarı iki köpeği kitapçı dükkanının girişine, lokantanın önündeki taşlığa, kafedeki masanın altına dilediği gibi uzanıyor. 13 Ağustos 1950 – Tiyatro sanatçısı ve kantocu Kınar Hanım öldü. Ece Ayhan’dan: Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla/ şimdi dipsiz kuyulara su olan Kınar Hanım'dan/ düz saçlarıyla ne yapsın Şehzadebaşı tiyatrolarında şapkalarını tüketemezmiş hiç/ (…) Ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri olurmuş hep/ gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyulara Kınar Hanım'ın denizlerinden. 28 Ağustos 1965 – Beatles grubunun Kaliforniya’daki Balboa Stadı’nda verdiği konserden sonra grup üyelerinin üzerinde dolaştığı çimler hatıra olarak beraberlerinde götürülmek üzere genç kızlar tarafından söküldü. On altı yaşındaydı, odasına Beatles posterleri asıyor, “Love Me Do”yu, “Baby It’s You”yu her gün defalarca dinliyordu. Tüm yaşamı Beatles olan arkadaşları vardı. Saçının kesiminden giydiği botlara kadar Beatles’e öykünen... Çayını Beatles kupasında içen... Boynunda Beatles kolyesi taşıyan... İkide bir “She Loves You Yeah Yeah Yeah” diye mırıldanan Belinda şimdi kim bilir neredeydi? “Beatles’ın Avustralya turunu yaptığı o hafta, en çok da konser sırasında olmak üzere epeyce ağladım.” dedi. Gülümsedi, sonra bilgisayarındaki rakamlara döndü. Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Temmuz, Ağustos sayısında yayımlanmıştır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|