|
Edebiyat Notları, Mayıs - HaziranKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 03 Ekim 2018 21:37:55 10 Mayıs 1938 – Pazarlığı kaldıran, her malın üzerinde fiyat etiketi bulunmasını öngören tasarı TBMM’ye sunuldu. Satın almak istediği el havlusunun fiyatını (sıradan bir havluya uygun, makul bir rakam yazılı etikette) düşürmeye çalışan biriyle çarşıdayım. Satıcının istediği rakamı ödeyecek durumda olmadığından değil fiyatı aşağıya çekme çabası.
“Ödeyiver şunu bitsin.” “Olmaz!” Arkadaşım, mutlaka havlunun üzerinde yazan rakamdan daha azını ödeyecek, başaramazsa onuru zedelenecek. Orta Doğu, Uzak Doğu, Hindistan, Avrupa, Afrika. Tarih boyunca bütün toplumlarda var olmuş pazarlık. Şimdilerde, Batı ülkelerinde yalnızca en ucuz ve en pahalı şeylerde kabul görüyor nedense. Bit pazarlarında ve ev, araba alışverişinde. Satılık her nesnenin üzerine itiraz edilmesi yasak bir fiyat etiketi yapıştıran Batı alışveriş düzeni mi daha rahatsız edici, Doğu ülkelerinin pazarlık payını hesaba katarak fiyat söyleyen satıcısıyla, ucuzu daha da ucuza almaya çalışan alıcısı mı, bilmiyorum. Belki de iyi yapılmış bir pazarlık hem alıcıya hem satıcıya kendini iyi hissettirdiği için tarih boyunca var olmuş. 12 Mayıs – “Bu insanlar Guguk Kuşu filmini de, Napolyon’un yaşam öyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa elimden ne gelir?” Çocukluğun Soğuk Geceleri, Tezer Özlü Tezer Özlü’nün romanının kahramanı, ablasıyla birlikte Guguk Kuşu’nu seyrediyor. Sinemadan çıktıklarında aralarında kısa bir konuşma geçiyor. İşte yukarıdaki yorumu, bu konuşmadan sonra yapıyor Tezer Özlü/ kahramanı. Çektiği acıları anlayamayan ablasını ve onun gibi olan tüm insanları kastederek söylüyor. Tezer Özlü farklı acılar yaşamış biri. Aynı yollardan geçmiş olmayanların onu anlaması güç belki, fakat yine de, insanların başkalarının yaşadıklarına duyarsızlıklarını ne de güzel vurguluyor bu sözleri. Tezer Özlü kitapları bana romanla, yaşantı/anı kitapları arasındaki ayrımı düşündürüyor. Kurmaca içermeyen bir metnin roman/ öykü ya da anı mı olduğu, yazarın yazdıklarını nasıl adlandırdığıyla mı belirlenmeli? Yoksa edebiyatta böyle sınıflamalar yavaş yavaş kalkacak mı? 17 Mayıs – Günbegün: Seni bir Çarşamba günü/ Terk edeceğim/ Sonra başımı alıp/ Perşembeye doğru gideceğim. Ümit Yaşar Oğuzcan, Aşkımızın Son Çarşambası Bayan Nihayet’i ve edebiyatımızdaki bir başka Çarşamba’yı anımsıyorum. Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım / Ben artık adam olmam bu derde düşeli / ………. Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa, / Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki / İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem, / Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi: / Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu/ Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri. (Biliyorum Sana Giden, Cemal Süreyya) 24 Mayıs 2014 – Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye kazandı. Kış Uykusu o yıl Sydney Film Festivali’ndeydi. Üç buçuk saate yakın süren filmi nefesimi tutarak izledim. Film bittiğinde Sydney Film Festivalinde gelenek olduğu, her filmin bitiminde yapıldığı gibi, salondaki izleyicilerden alkış koptu. İzlediğimiz gösteri başarıyla sahneye konulmuş bir oyundu sanki, ayağa kalkıp alkışladı kimi seyirciler. Sydney Morning Herald’ın sinema yazarlarından Paul Byrnes, yazısında şöyle diyordu: “Destansı Türk filmi Kış Uykusu, Shakespeare’i hatırlatıyor. Güçlü, canlı diyaloglar… Kullandığı yöntemler hiç modern olmasa da, Nuri Bilge Ceylan modern sinemanın en büyük yazarlarından biri. Filmin tekniği klasik ve artık revaçta olmayan bir yavaşlıkta. Ceylan’ın ritim algısı belki de ulusal kimliğiyle ilgili bir durum. (…) Türkiye toplumu hakkında, çoğu eleştirel, söyleyecek çok şeyi var Nuri Bilge Ceylan’ın ama filminde verdiği mesaj, bununla sınırlı değil.” 29 Mayıs – Annedili, Emine Sevgi Özdamar Emine Sevgi Özdamar’ı ilk kez Haliçli Köprü’de okuduğumda, taze, değişik anlatımına hayran kalmıştım. Daha sonra okuduğum Annedili adlı anlatısı şöyle başlıyor: “Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner. Döndürülmüş dilimle bu Berlin şehrinde oturuyordum.” “Dil derken kastettiğim konuşulan dil değil, annemin ağzındaki dildi; bedenin sıcak bir parçası, konuştuğum dilin, duygularımın, çocukluğumun, gençliğimin sevgi kaynağı.” diyordu Emine Özdamar, Annedili’nden söz ettiği bir yazıda. Aslında hepimizin bir anadili, bir de annedili var, değil mi? Birbirimizin anadilini değilse de, annedilini biraz olsun keşfetmekten başka yol olmasa gerek, yaklaşabilmek, paylaşabilmek için. 13 Haziran 1865 – Şair William Butler Yeats doğdu. Butler Yeats ailesi sanatçı bir aile. William Butler şair, kardeşi Jack ve babası John ressam. İrlandalı ünlü yazar Colm Toibin, memleketlisi olduğu Yeats’leri anlatıyordu bir dergide. John Butler Yeats başladığı hiçbir işi bitirememesiyle ünlüymüş. İki oğlu, şair ve ressam iki kardeş ise üretkenlikleri, başladıkları her işi sonuna dek götürmeleriyle. Baba Butler Yeats, 68 yaşında yerleştiği New York’dan oğlu William’a yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyor: “Oğlunun etkisi altında kalacak kadar uzun yaşayan çok az babadan biriyim. Bu etkiyi yok etmek, hiç olmazsa azaltmak için taşındım New York’a.” Ölene değin dönmemiş baba Butler Yeats New York’dan. William Butler Yeats Londra’da yaşarken, İrlanda’ya ve çocukluğuna özlem duyduğu bir gün en çok bilinen şiirlerinden biri olan Innisfree’de Göldeki Adacık’ı yazmış. İşte birkaç dize: Kalkıp gideceğim şimdi, İnnisfree’ye gideceğim, / Balçıktan ve sazdan bir kulübe yapacağım orada; … / Ve tek başıma yaşayacağım o arı uğultulu kayrada. / Biraz huzur bulacağım orada, çünkü huzur damlalarla gelir ağır ağır... / Orada gece yarısı hep hafif bir ışık, öğlen mor bir parıltıdır, / Akşamsa keten kuşunun kanatlarıyla dolar…. / İşitiyorum göl suyunun alçak seslerle sahile vurduğunu; … /Derin yürek çekirdeğinde işitiyorum onu. 21 Haziran 2005 – Uluslararası hukuka sahip çıkmak için kurulan Irak Dünya Mahkemesi’nin son oturumu İstanbul’da başladı. Vicdan jürisi adına açılışı yapan Hintli yazar Arundhati Roy, sessizlerin sesi olan mahkemenin tek başına direnişi ifade ettiğini söyledi. 2004 yılında Sydney Barış Ödülü’nü almıştı Küçük Şeylerin Tanrısı’nın yazarı. Ödül töreninde yaptığı konuşmada, arkadaşlarının, nasıl oluyor da, senin gibi direnişçi birine barış ödülü veriyorlar, senin vücudunda barışçıl tek bir kemik bile bulunmadığını bilmiyorlar mı dediğini anlatmıştı şaka yollu. “Adalet olmadan barış olmaz. Oysa bugün artık “adalet”in yalnızca varlığı değil, kavramı bile saldırıya uğramış durumda. Biz farkında bile olmadan, o muhteşem adalet kavramı, insan hakları kavramıyla yer değiştirdi.” diyordu Arundhati Roy. 28 Mayıs 1938 – İlk defa Türkiye’de çocuk haklarını korumak ve varlığını tanıtmak üzere bir çocuk gazetesi çıkmaya başladı. Çocuk dergilerinde çoğunlukla büyükler yazar, çocuklarsa okuyucudur ama Avustralya’da 2016 yılında yayına başlayan bir çocuk gazetesine katkıda bulunanlar (editör, haberci, köşe yazarı) arasında birçok çocuk var. Gazetenin son günlerdeki araştırma konusuysa tatillerle ilgili: Okulların tatili daha uzun olmalı mı? Evet diyenler şu anda %69 ile önde gidiyor. (*) Resimli Edebiyat Takvimi, İletişim Yayınları Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Mayıs, Haziran 2018 sayısında yayımlanmıştır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|