|
Edebiyat Notları, Ocak- ŞubatKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 31 Mayıs 2018 08:15:44 3 Ocak – Ahmet Ümit: “Ben, insanın yalnız olduğuna inanıyorum. Biyolojik, fizyolojik ve psikolojik yapısı bu yalnızlığı koşulluyor. Ama insan aynı zamanda toplumsal da. Belki işin hüzün veren tarafı da bu. Irmakların, dereciklerin içinde susuzluk çekmek.”
İnsan ruhu, toplumsal ilişkilerin boşalttığı, yalnızlığın yeniden doldurduğu bir pil gibi. Uyumlu ya da uyumsuz olması fark etmiyor, her ilişkinin yorucu olma gizilgücü var, çünkü çaba gerektiriyor. Ruhu dinlendiren şeyse, yalnızlık, dinginlik. Fakat burada bir eksik, hatta yanlış var gibi: Bilim, önce kendimizi hesaba alarak ilişki kurmamızı öğütlüyor. Bu doğal, diyebilirsiniz, binlerce yıldır insanın tüm çabası zaten kendisi için değil miydi? Hem evet hem hayır. Gelmiş geçmiş tüm düşünürleri uğraştıran konulara daha fazla dalmadan yalnızca şunu söylemek istiyorum: İlişkilerin doğal sonucu değil de tek başına başlama nedeniyse, sanırım ‘mutluluk’ içi boş bir sözcük olarak kalmaya aday. 3 Ocak 1992 – Singapur’da çiklet çiğneme yasağı yürürlüğe girdi. Ayrıca ülkeye giriş yapan yabancılara üzerlerinde bulunan çikletleri bildirme zorunluluğu getirildi. Bir toplulukta yasaklar nereye dek gidebilir? Çiklet gibi masum bir maddenin yasaklanması olağan mıdır? Singapur’da vandallar otobüs koltuklarına, apartmanlardaki posta kutularına, anahtar deliklerine, asansör düğmelerine yapıştırıyorlarmış çikleti; temizliği belediyelere büyük vakit ve para kaybına neden olduğu için yasaklanmış. Çiklet değil de yapıştırılması olmalıydı yasaklanan, öyle değil mi? Peki çikletçiler başa geçip, çiğnemek istemeyenlere de çiğneme zorunluluğu getirirlerse ne olur? 6 Ocak 2016 – Erzincan Valisi Süleyman Kahraman okulların tatil edildiğini sosyal medyadan duyurdu. Bir öğrenci kendisine “Bıyıklarına düşen kar tanesi olayım canım valim,” diye mesaj gönderdi. Arkadaşım sormuş: “Neden?” “Çünkü dokuz ayda öğrendiğimizi unutmak için yalnızca üç ayımız var.” Avustralya’da öğrencilerin işi daha güç. Noel’le birleşen yaz tatili bir buçuk ayda bitiyor, Şubat demek yeni okul yılı demek. Üstelik ne kar ne de bıyıklı valiler var çocukları sevindirecek.6 Ocak – Buket Uzuner: “Yazı, sinema kadar şanslı bir sanat değil. Yazarın tek aracı var, o da dil.” Bir şeyin görülebilir olması, iletilmesinde, anlaşılmasında çok etkili fakat bir romandan ya da öyküden uyarlanmış bir filmi izlemek çoğu zaman düş kırıklığına yol açıyor. Sinemayı, izlediğimiz film bir edebiyat yapıtının uyarlaması olduğunda bile, edebiyattan ayrı değerlendirmeli bence. Sinema, edebiyatın zengin sözcükleriyle konuşmuyor ama kendi diliyle çok güzel şeyler söylüyor.8 Ocak – Feyza Hepçilingirler: “Biz de herkes gibi bir tek kez yaşama hakkına sahibiz; ama bu tek yaşamda üç darbe, sayısız muhtıra, soluk aldırmayan sıkıyönetimler, dahası soruşturmalar, kovuşturmalar, cezaevleri, ölüm oruçları, idamlar gördük. Ne için? Tümünün ana nedeni, siyaset.” Bizden önceki kuşaklar da dünya savaşlarını görmüşler. Darbe de istemeyiz savaş da elbette; salt kendi yaşamımızda görmemeyi değil, hiç olmamasını dileriz. Peki, gelecek kuşakların göreceği kim bilir neleri kaçırıyor olduğumuzu hiç düşündünüz mü? Bize bilgisayar rastladı, internet rastladı örneğin. Televizyon, telefon, cep telefonu, yaşamı kolaylaştıran kimi aletler rastladı. Gelecek yüzyıllarda, şu anda belki varlığını hayal bile edemediğimiz kim bilir neler günlük yaşamın parçası olacak. Coğrafya yazgıdır demişler ya, yaşadığımız dönem de öyle. Bu gezegenin üstündeki ilk insanlardan biri olmak düşmedi payımıza. 1800’lerin İstanbul’unda ahşap bir evin kafesli cumbasının ardından sokağa bakmak çıkmadı torbadan. Kent içi ulaşımın hava taşıtlarıyla sağlandığı geleceğe ait bir çağda gözlerimizi açmadık dünyaya. Bizim karşımıza çıkan da bunlar işte… Darbeler, sıkı yönetimler, terör, kargaşa, işsizlik artışı, bilgisayar, internet, küreselleşme, okunası kitaplar, izlenesi filmler… Ama ah, siyasetin, güç kavgası olmayan bir başka türü olsaydı… 9 Ocak – Feyza Hepçilingirler: “Bir politikacıya ülkeyi nasıl yönetmesi gerektiğini söylemeye kalkın, başınıza gelmedik iş kalmaz; ama aynı politikacı, hiçbir şey bilmediği dil konusunda, bilmediğini sorup öğrenme gereksinimi bile duymadan, “babayla oğul birbirini anlamıyor” diye ahkâm kesmekte bir sakınca görmez; sözcük yasaklar, yasa çıkarır, kurum kapatır; üstelik bunu Atatürk’ün mirasına el koyarak yapar.” Politikacı yalnızca dili değil her şeyi yönetmeye kendinde hak gören; eline yetkiyi alır almaz en doğruyu kendisinin bildiğini sanan kişi midir? 9 Ocak – Ali Teoman: “Ben okura kolaylık sağlayan bir yazar değilim. Kolay yazmıyorum, okur da okurken biraz zorlanabilir.” Ali Teoman’ın, yaşamı, ölümü, varoluşu sorgulayan, kimin ağzından anlatıldığı belli olmayan bölümleriyle de zor bir metin sayılabilecek romanı Eşikte’yi yakın zamanda severek okudum. Okunması güç deneysel kitapların hepsini aynı sınıfa alamayız diye düşünüyorum. Roman/öykü/anlatının bir çatısı olmasa da temeli olması, yazarın zihnindeki bir kaynaktan döküldüğünün hissedilmesi önemli benim için. Belli bir hikâyeye sahip olmasından, giriş, gelişme, sonuç biçiminde ilerlemesinden söz etmiyorum. Yazarın bir sorunu, ortaya koymak istediği, yanıtını aradığı bir sorusu, ulaşmaya çalıştığı bir yer var mı? Metnin ardında gerçek ve samimi bir düşünce, bir duygu saklı mı? Acaba ne diyor diye düşünüp, hiç de bir şey demeyen satır aralarını çözümlemeye çalışmayı kim ister… 12 Ocak – Murat Yalçın: İlk kalem alıştırmalarımı günün en karanlık ve en sessiz saatlerinde, geceleri yaptım. Yazmayı mahrem bir iş olarak gördüm. Gün ışığında, ortalık yerde yazamazdım sanki.” 13 Ocak – Melih Cevdet Anday: “Çık benim şair tabiatım, çık orta yere/ Fakir güzelinden söyle/ Hasret ateşinden çal/ Çal, söyle benim derdimi sevdalı sesinle” Melih Cevdet Anday’ın Alaturka şiiri hepimizin bildiği o şarkıları söylüyor… Bir zamanlar Beraber ve Solo Şarkılar’da dinlediğimiz. Bazen de tokuşturulan rakı kadehlerinin çınlamasına, ta içten gelen ‘ah’ sesleri karışan şarkılar. Kederlenmenin, ağlamaklı olmanın toplum tarafından kabul görmüş biçimidir şarkılara eşlik etmek. Saklı acılar gün ışığına çıkar ama Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi kimseler anlamaz ‘ah’ın sahiciliğini. Hep bilinen şarkılar gibi olsun/ Hani, dil-i biçareden/ Sun da içsin yâr elinden………/ Gel, hazırından söyle bu akşam/ Üzme yetişir, üzme firakınla harabım./ Sonunda ah çekeriz derinden/ Kim anlayacak sahiden olduğunu/ Sen söyle yalnız/ Zülfündedir baht-ı siyâhım bestesini/ Dede’den.31 Ocak – Onay Sözer: “Sanat ya da edebiyat yapıtı, kendin oluşla aynı şey değildir; çünkü bizim hayali, yanlış benliğimizle özdeşleşmemizi de sağlayabilir. Onu yaşamdaki sorunlarımızın çözümleriyle karıştırmamalıyız. Ama yine de yapıt, içinde bulunduğumuz sorunlara bir küçük ışık tutuyor ve bizi biz “olma”ya çağırıyorsa bu, yalnız yazarın değil, okuyucunun da başarısı sayılmalı.” Yalnızca ‘biz’ olmak değil, ‘biz’in gerçekte kim olduğunu bilmek de zor. Belki de kişinin kendisinin bile hiçbir zaman tam olarak keşfedemeyeceği bir şey ‘ben’. Üstelik değişken. Duruma göre değişebildiği gibi, zaman içinde yaşadıklarımızla da değişiyor. Kitapların uzattığı ipi yakalamak yardımcı olabilir bulmakta. 15 Şubat 1967 – Türkiye’de yedi milyon “boş gezen” insan olduğu açıklandı. İzmir kahvelerinde on kişiye bir sandalye düşüyor. İstanbul’da ise bir kişi çalışıp üç kişi yiyor. Tüm zamanların en iyi Amerikan durum komedilerinden biri olan Seinfeld dizisini izleyenler, George Costanza karakterini bilir. Devlet yardımıyla yaşamak için iş arıyor gibi görünmeye çalışırken hiçbir işte göstermediği kadar çok çaba gösterişini anımsıyorum onun. Kaytararak yaşamayı iş haline getirenler her yerde. Türkiye’nin boş gezenleri çalışıp kazanan aile üyelerinin, Batı ülkelerinin boş gezenleriyse çalışıp vergi ödeyen yabancıların omuzlarına yaslanıyorlar. 16 Şubat – Sis: Tevfik Fikret’in İstanbul’a lanetler yağdırdığı şiirinin adı. Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,/ beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,/ bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü,/ Ne denli kötümser Tevfik Fikret bu şiirinde. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,/ lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!/ Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,/ İçerinde temiz bir zerre asla bulamazsın./ Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; /……../ Milyonla barındırdığın insan kılıklarından/ Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? Yahya Kemal’in, Orhan Veli’nin, Bedri Rahmi’nin, şairlerin hepsinin farklı İstanbul’u var. Birkaç dize de İlhan Berk’den: İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın/ Havada kaçan bulutların hışırtısı/ Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor/ Yenicami, Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler/ Hiç kımıldamıyorlar/ Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor……./ İnsanlar sokak sokak çarşı çarşı ev ev/ İnsanlar sırt sırta omuz omuza verip durmuşlar/ Boyunları bükük/ Yorgun asabi kederli kindar 18 Şubat – Oya Baydar: “Kimi yazar, kahramanlarının kaderini elinde tutar, romanın kurgusu doğrultusunda kendi istediği gibi belirler. Benimkiler ise neredeyse beni teslim alıyorlar. Pek çok yazardan benzerini duyduğum bu sözler, kendini tatlı tatlı kandırmak gibi geliyor bana. Yazarı teslim alan kahramanı teslim alan yine aynı yazar olduğuna göre! 19 Şubat 1960 – 60 yıllık hayatında bir mülakatı dahi geçemediğini belirten Şarkışlalı bir vatandaş bu haksızlık tamir edilmediği takdirde insanlık sıfatlarından mahrum edilmesini İçişleri Bakanlığı’ndan bir dilekçe ile talep etti. Haksızlıkların kol gezdiği bu dünyada hiçbir mülakatı geçememiş olmak asıl ödül belki de. 21 Şubat – Sıcak Şair: Turgut Uyar’ın deyişiyle Cahit Külebi. Turgut Uyar Korkulu Ustalık adlı kitabında, Cahit Külebi için şöyle demiş: “Külebi sıcak şair; Türkiye’de az vardır böylesi, durup durup okunacak. Külebi bu az olanlardan.” İşte Külebi’nin sıcacık şiirlerinin birinden birkaç dize: Gel Seninle Resim Yapalım/ Bir yüz çizelim ince,/ Küçük nezleli bir burun/ Ve gözler zeytin iriliğinde./……./ Öyle bir yüz ki seher vakti/ Mutluluk estirsin güneş doğarken/……./ Türküler, masallar gibi,/ Hepsinin üstüne sonra/ Kocaman bir insan yüreği./ Öyle bir yürek ki sevgiyle/ Arkadaşlıkla, mutlulukla dolsun,/ İsterse ondan sonra/ Bütün şairler ölsün. Resimli Edebiyat Takvimi, İletişim Yayınları Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Ocak, Şubat 2018 sayısında yayımlanmıştır
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|