|
Edebiyat Notları, Eylül - EkimKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 20 Kasım 2017 00:53:45 2 Eylül – Nazlı Eray: “Sartre ya da Shakespeare de ilk defa Türkiye’de kendi öz yetenekleriyle çıksalar, arkalarında iyi bir yayınevi, iyi bir reklam kampanyası, medya olmasa söner giderler. Bundan eminim. Ha bu arada Kafka da güme giderdi!”
Nazlı Eray bu ülkenin insanına edebiyat konusunda güvenmiyor, halkın okumadığını, okuyanların bile iyi edebiyatı ayırt edemediğini mi düşünüyor? Ya da toplumun dört bir yanında olduğu gibi edebiyatta da kayırmacılık nedeniyle, birçok yeteneğin keşfedilmeden kaldığından mı söz ediyor? İkisi de olabilir bana kalırsa. Haksız diyebilir miyiz? 4 Eylül 2002 – Turizm polislerinin yazlık pantolon yerine terletmeyen keten kumaş şort giyebilecekleri duyuruldu. Erkek giysilerinde şort böylesine yayılmadan, tüm dünyada moda olmadan önceki yıllardı. 80’lerin sonu, 90’ların başı... Lâcivert keten şortlarını, kısa kollu, açık renk poplin gömleklerini giymiş erkekler görürdük Sydney sokaklarında. Orta yaş denilen çizgiyi çoktan aşmış, emekliliğe yaklaşmıştı çoğu. İşe giderken giyilen ağırbaşlı bir pantolonun kısasına benzerdi lâcivert şortları. Dize kadar gelen beyaz çorapları, üstten bağcıklı deri ayakkabıları dikkatimizi çekerdi. Şortun altına giyilecek şey miydi bu ciddi ayakkabılar, bu diz boyu çoraplar... Alışmamış gözlerimize tuhaf görünürdü. Oysa bunda şaşılacak bir şey yoktu, alevli yaz günlerinde işe gidiyor, işten geliyorlardı onlar. Belki postanede belki otobüs işletmesinde çalışıyorlardı. Bir fabrikanın üretim planlamasını yapıyor da olabilirlerdi. Kim bilir, belki de sağlık hizmetlerinde görevliydiler. Bu ülkeye gelince karşılaştığımız, ilginç bulduğumuz değişik bir erkek ‘türü’ne ait gibiydiler. O uzun, upuzun Avustralya yazları... Kırk derece sıcağın habercisi sabahlar... Hâlâ aynı güneş hüküm sürmüyor mu? Neredeler onlar şimdi? Uzun çoraplarını kemikli diz kapaklarına dek çekmiş o erkekler nerede? Soyları tükenmiş gibi yitip gittiler yaz sokaklarından... Avustralya kültürünün henüz tozlanmamış sayfalarında artık onlar. 5 Eylül – Gün üzülmesi: Güneş batarken dağ tepelerinde kalan son ışıklar. Anlamına ne denli yakışan, ne de güzel bir deyiş bu. 5 Eylül 1997 - Rahibe Teresa öldü. Katolik hayırseverlerin rahibe anası Teresa’yı herkes iyilik meleği olarak görmüyor. Nobel Barış Ödülünü ve başka birtakım ödülleri kazanmış da olsa, Rahibe Teresa’nın yoksulun dostu olmadığını, onun zenginin yanında olduğunu düşünen çok kişi var. Milyonlarca dolarlık yardımlara karşın, birçok ülkede açtığı kliniklerdeki, yetimhanelerdeki, okullardaki, fakir evlerindeki koşulların berbat olduğundan söz ediliyor. ‘Acı çekmek’ Tanrı’nın insanlara bir lütfudur, çileyi alçak gönüllülükle kabullenmeliyiz, diyor Rahibe Teresa. Ama yok edilebilecek, azaltılabilecek türden acılar da var, yazgı olmaması gereken bu acıları hep güçsüzler, hep yoksullar, hep azınlıklar çekiyor. “Bir sosyal hizmet görevlisi değilim ben.” demiş Teresa, “Bunu bir amaç için yapıyorum, İsa için, Kilise için yapıyorum.” İnsana (ya da herhangi bir canlıya) duyulan sevgiyle değil de, başka düşünceyle yapılan iyiliğin, her an kötülüğe dönüşmesi mümkün bence. 7 Eylül – Işık Ergüden: “Köle ideolojisi içinde yüzenler ancak efendi olabilir ve efendi olmak da köle olmak kadar iğrenç.” ‘Efendi’nin var olabilmek için ‘köle’yi gereksindiği gerçeği, ‘efendi’liğin zavallılığını hemen gözler önüne seriyor değil mi? Efendi ve köle birbirinden farklı değiller aslında. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale romanında, Köle, Hoca’yla ilk kez karşılaştığında şaşırır ve ürker, çünkü Hoca ona ikiz kardeşi olabilecek kadar benzemektedir. Roman ilerledikçe Köle ve Hoca yer değiştirir fakat bunun gerçekleşmesi için, Hoca’nın önce Köle’de, kendisini görebilmesi gerekmektedir. Toplumu gözlemleyince, birinin kölesi olanın ötekinin efendisi olduğu (en azından öyle olmaya çabaladığı) ve bu halin zincirleme sürüp gittiği kolayca görülüyor. Oysa asıl özgürlük ne köle ne de efendi olmak. “Köle/ efendi olma bilincini yok etmeden yalnızca insan olmanın bilincine ulaşılamaz.” demiş Hegel. 8 Eylül - Attila İlhan: “En iddialı romancılarımız bile eserlerini bir çeşit “tefrika tekniği” üzerine kurmuyorlar mı? Yerli filmle yerli roman arasındaki mesafenin her gün biraz daha azaldığı bir gerçek değil mi?” Attila İlhan bu gözlemi sanırım 1950’lerin sonlarında yapmış. Ya şimdi? Pek çok yazar ve yayınevi maddi kaygıyla yola çıkarken tefrika özellikleri taşıyan romanların sayısı 1950’leri sönük bırakacak sayıda. Tefrika özelliği derken aslında özelliklerinin yalnızca birinden, her bölümün sonunda bir sonraki bölüme devam etmeyi sağlamak üzere, hareketin/ heyecanın/ beklentinin/ merakın dorukta tutulmaya çalışılmasından söz ediyorum. Fakat tefrika romanın mutlaka popüler (ticari) roman olması gerekmiyor. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında, bugün klasik olarak kabul ettiğimiz kimi romanlar da gazete ya da dergilerde tefrika edilmiş. İşte bazıları: Goriot Baba (Honore de Balzac), Madam Bovary (Gustave Flaubert), Anna Karenina, Yeraltından Notlar, Savaş ve Barış (Leo Tolstoy), Suç ve Ceza (Fyodor Dostoevsky), Ulysses (James Joyce), Kaybolan Masumiyet (Thomas Hardy), Karanlıkta Kahkaha (Vladimir Nabokov), Geceler Tatlıdır (Scott Fitzgerald), Aşk-ı Memnu, Mai ve Siyah, Ferdi ve Şürekası (Halit Ziya Uşaklıgil), Şık (Hüseyin Rahmi Gürpınar), Çingene Kızı (Halide Edip Adıvar), Eylül (Mehmed Rauf). 12 Eylül – Zehirini almak: Avutucu sözlerle birinin acılarını dindirmek. Annem hep söyler, “Yalnızlık zordur; insan insanın zehrini alır” der. Çok doğru fakat bazen de insan insanı zehirlemiyor mu? 16 Eylül – Anadolu’da kertenkeleye verilen adlar: Gayakertici, yılanyastığı, marmarık, mancalak, süngülsarı, güneşyılanı… Yoluna kertenkele çıkan herkes ona başka ad vermiş sanki, ne güzel. İnsan zihni birbirinden farklı çalışıyor, ilk kez karşılaştığımız bir canlının ya da nesnenin hepimiz değişik bir yönünü fark edip, ona göre adlandırabiliriz. Örneğin yılanyastığı adı beni gülümsetti, onu hepsinden çok sevdim. 23 Eylül - Ahmet Yıldız: “Bunca reklam vs. aşağılık işlere karşın yine de bir türlü artırılamayan satışlar. Yani yazar ve şairi halk çoktan terk etmişti.” Ucundan kıyısından katılmakla birlikte, bu suçlamanın fazla ağır olduğunu düşünüyorum. Hem halkın yazar ve şairi çoktan terk ettiği görüşünde, hem de “aşağılık işler” yargısında biraz haksızlık yok mu? 29 Eylül - Oktay Rıfat -Tecelli: Nedir bu benim çilem/ Hesap bilmem/ Muhasebede memurum/ En sevdiğim yemek imam bayıldı/ Dokunur/ Bir kız tanırım çilli/ Ben onu severim/ O beni sevmez “Tecelli şiirinin ben kişisinin tüm derdi son dizeyi söylemektir.” diyordu bir yazıda, “Çilli kız onu seviyor olsaydı, hesap bilmeden muhasebede çalışmak ve imambayıldının dokunması büyük olasılıkla önemli bir sorun gibi görünmeyecekti.” Bundan emin değilim. Çilli kız sevseydi, bakın işte asıl o zaman, ağız tadıyla bir imambayıldı yiyemediğine yanacaktı şiirin kahramanı. Hele hele hesap bilmeden muhasebecilik… Çilli kız evde onu bekliyor olunca, yakınmayı bırakıp hesap öğrenmeye koşması gerekecekti kahramanımızın. 29 Eylül - Tomris Uyar: “Sizin için hiç uğraşmayan bir yayınevi varsa, ki bunu özellikle duyurmayan ve bu reklam dünyasının içinde sizin yayınlanan kitabınızın aşağı yukarı sevenleriniz tarafından bile duyulmadığı, bilinmediği bir ortamda ödül kazanıyorsanız o ödülün yararı var.” Tomris Uyar, ödül kazanmış olmak okuyucuya ulaşmayı kolaylaştırabilir, diyor fakat bunu öyle bir biçimde söylüyor ki, bir yandan da ödülleri güvenilir bulmadığını anlıyoruz. Bir başka yazarı Leyla Erbil’i anmak istiyorum bu noktada. Öykü kitabı Gecede’yi 1968 yılında kendi çabasıyla bastırarak Sait Faik Hikâye yarışmasına gönderir Leyla Erbil. Ödül o yıl, Orhan Kemal ve Faik Baysal arasında paylaştırılır. Bunun ona tam olarak neler düşündürdüğünü, nasıl bir düş kırıklığı yaşattığını bilmiyorum ama daha sonra 1969’da, arkadaşları Hayati Asılyazıcı, Selim İleri, Demir Özlü, Naci Çelik ve Fikret Ürgüp ile birlikte Sait Faik’in mezarının başında bir araya gelir ve bundan böyle ödüllere katılmama kararı alır. Bir daha da yarışmalara katılmaz. 6 Ekim 2015 – IŞİD saldırılarında yok olan UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki Suriye-Palmira antik kentine ait 1864 tarihli fotoğraflar Getty Araştırma Enstitüsü tarafından koruma altına alındı. Çölün ortasında bir vaha olan Palmira’ya Çöl gelini adı verilmiş geçmişte. Uygarlığa ait izlerin Cilalı Taş Devri’ne dek gittiği kent, Roma İmparatorluğu zamanında en ışıltılı günlerini yaşamış. Şimdiyse IŞİD yağmalıyor, eline geçirdiklerini Batı’ya gönderiyor, Avrupa’nın, özellikle Londra’nın antika pazarlarında parça parça satılıyor Irak’ın, Suriye’nin tarihi. Yapılabilecek tek şey antik kentin kalıntılarının fotoğraflarına sahip çıkmak mı? Üstelik Orta Doğu’da tarihi eser kaçakçılığı IŞİD’den önce de vardı, Türkiye’den de neler neler kaçırıldı Batı’ya. 10 Ekim – Tahsin Yücel: “Yazar, yapıtını biçimsel olarak yapılandırmak durumundadır, ama kesin anlamlar iletmek zorunda değildir. Roland Barthes’in dediği gibi, iyi yazın kesin yanıtlar getirmez, dünyayı açıklamaz, sorular sorar.” Okurdan katılım beklenen bir yazı anlayışından söz ediyor Tahsin Yücel. Yazarla okur arasında ilişki kurulmasını sağlayacak türden metinler yazmaktan. Okurun, her şeyi sahiplenip kendisine sunmayacak bir yazara, yazarın da bıraktığı boşlukları doldurma çabasından kaçmayacak bir okura gereksinimi olacak böyle bir anlayışta. Yazar anlatacağı şeyler olduğu için yazıyordur. Paylaşmak, dile getirmek, iletmek istediği, inandığı, içinde biriktirdiği bir şeyler. Okurun vardığı anlam, yazarın anlatmak istediğinden bambaşkaysa (ki, her okur okuduğunu kendine göre değerlendireceği için öyle olması beklenebilir), kendi yanıtlarını iletmeyen yazar, okurla arasında bağlantının sağlandığını hissedebilecek midir? Hissetmeyecekse bu önemli değil midir? İngiliz edebiyatçı Samuel Johnson, “Bir yazar kitaba yalnızca başlar, onu bitiren okurdur.” demiş. Bu da, yazarın kesin yanıtlar sunmasıyla ve okura düşüncesini dayatmasıyla değil ama kendi yanıtlarını samimiyetle aktarmasıyla sağlanır gibi geliyor bana. 18 Ekim 1996 – Kemalettin Tuğcu öldü. Üvey Baba romanından alıntı: “Mutfaktaydık. Babam, yaşlı avukat, Samiha içerdeydiler. Can sokağa çıkmış, kendisi gibi bakımsız çocuklarla oynuyordu. Üvey annem anlatmaya başladı: “Kızım, Halil senin öz baban değil.” “Değil mi? Nasıl olur?” “Seni niçin hırpalıyor, niçin sana eziyet ediyor anlamadın mı? Çünkü sen onun üvey kızısın.” Tipik bir Kemalettin Tuğcu romanı sahnesi bu. 70’li yıllarda büyüyen, okumaya düşkün, Kemalettin Tuğcu adını duymamış çocuk var mıdır acaba? 18 Ekim takvim yaprağında Yılmaz Odabaşı’nın Kül Aşklar kitabından da bir alıntı var: “Okul kapalıyken bile kitap okuyan, herhalde âlim olur diye düşünüyordum.” Benim çocukluğumda, yaz tatilleriydi sere serpe kitap okunan, soluksuz kitap okunan zaman. Okul açıkken, üstelik sınavlar köşede görünmüşken bile okunan romansa Kemalettin Tuğcu romanıydı. Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Eylül Ekim 2017 sayısında yayımlanmıştır. (*) İletişim Yayınları Resimli Edebiyat Takvimi
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|