|
Edebiyat Notları, Temmuz – AğustosKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 03 Ekim 2017 06:46:26 5 Temmuz - Bedri Rahmi Eyüboğlu: “İçerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum. Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter. İğribüğrü, kör, topal kabulüm.” Şiir hissedilmeli; acıtırsa acıtsın, duyursun kendini.
Okuyunca hayatı düşünelim. Yaşanmışı, yaşanmamış, yaşanamamışı. Sabah gördüğümüz, güle oynaya yoluna giden küçük komşu kızını, kızın yorgun bakışlı annesini. Hanımeli kokan yaz sokaklarında tembelce yürümenin güzelliğini. Yılların ne de çabuk geçtiğini. Anılardaki hüznü. Cankurtaranın çığlığını. Nekaheti, iyileşmeyi. Çimenin üzerinde hoplayarak yürüyen, birbirine bakarak incecik öten üç küçük serçeyi. Parktaki tahta kanepeye çökmüş, gözü uzaklardaki dalgın adamı. Çocuğunun anlattıklarını dinleyerek yürüyen babanın yüzündeki geniş gülüşü. Şiir bunları duyumsatamıyorsa neye yarar? İçimizde bir yere dokunsun şiir. Sarssın bizi. 14 Temmuz – Ayşe Sarısayın: “Okuduğum bir metinde, çok içerden hissettiğim, ancak o güne dek tanımlayamadığım bir duygu yakaladığımda çok sevinirim. “Yalnız değilim” duygusudur bu sevinci yaratan. Ayşe Sarısayın’ın sözünü ettiği duyguyu iyi tanıyorum. Bir roman, bir öykü, bir yazı bazen ansızın ışığı yakar, varlığını çoktandır bilsek de ne olduğunu tam olarak tanımlayamadığımız bir şeyi aydınlatır; bazen bir duygu, bazen yaşama dair bir bilgi. Tanımlayabilmek, ad koyabilmek rahatlatıyor. Deneyim, duygu, düşünce ortaklığı birleştiriyor, yalnız olmadığımızı duyuruyor. 15 Temmuz 1799 – Napolyon’un Mısır seferi sırasında, hiyeroglif yazısının çözümünü sağlayan, üç dilde yazılmış Rosetta taşı keşfedildi. Milattan önce 196 yılında yazılan taşın bulunması, Napolyon’un Mısır seferine giderken yanında götürdüğü, sayısı yüz altmışı geçen bilim insanı ve sanatçıyı çok heyecanlandırmış olmalı. Fransa’da bir Mısır rüzgârı esiyormuş o sıralar. Aydınlar, uygarlığın beşiği olarak gördükleri Mısır’a hâkim olmanın yararlarını konuşuyorlarmış. O yıllarda Mısır hâlâ Osmanlı İmparatorluğunun parçası ama yöneten Memlûk ileri gelenleri arasındaki anlaşmazlık yüzünden kargaşa içinde. Nil nehri kıyılarındaki Fransız tüccarlarıysa Mumlûkların çıkardığı güçlükten usanmış durumdalar. Napolyon böylece başlamış sefere. Mısır’da kaldıkları üç yılık süre içinde, Fransız bilim insanları Mısır kültürüne ait çok önemli çalışmalar yapmış, on dokuz ciltlik, büyük bir yapıt ortaya koymuşlar fakat Osmanlı ve İngiliz kuvvetleri bastırınca, buldukları taşın üzerindeki hiyeroglifin şifresini çözmeden geri çekilmişler Mısır’dan. O karmaşada Rosetta taşı İngilizlere geçmiş. Taş İngiltere’de, taşın üzerindeki yazıların kopyasıysa Fransa’da... İki taraf da yıllarca uğraştıktan sonra, İngiliz bilim adamı Thomas Young yazıların birini çözmüş. Kullanılan kuş ve hayvan şekillerinin baktığı yönün, soldan sağa ya da sağdan sola okunabilen hiyeroglif yazısında, yazının okunması gereken yön olduğunu keşfetmişse de yalnızca altı hiyeroglifin ses karşılığını bulabilmiş. Hiyerogliflerin şifresini tam olarak çözebilen kişi, Fransız dil bilimci Jean Francois Cham-pollion olmuş. 21 Temmuz – Murathan Mungan: “İnsanların aslında ucu açık şeylere tahammülleri yok. Sonu kötü de bitse daha önceden bildikleri bir bütünlükleri var. Bu yüzden maceraya, arayışlara, meraklara kapalılar.” Her yazının bir girişi olmalı, gelişmeli ve sonuca bağlanmalı diye öğrendik okulda. Bu, artık yorulmuş bir yöntem mi? Edebiyat ve yaşam, aynı hevesin peşinden koşarken göz ucuyla birbirini kollayan iki dost/rakip gibi. Çok benziyor ikisi birbirine. Hayat belirsizliklerle doluyken, bir metnin kesin sonuca ulaşmaması okuyucuyu neden rahatsız ediyor o zaman? Tam da o nedenle sanırım. Bilinmezin getirdiği kaygıyla yaşarken, edebiyatta olsun dizginleri yakalayıp rahatlamak istiyor olmalıyız. Her şey anlaşılır bir bütünün parçası değil. Hayatta el yordamıyla ilerlerken, nedeni, sonucu belirsiz ne çok şey yaşıyoruz. Yaşadıklarımızdaki çapraşıklığı, bağlantısızlığı, sonuçsuzluğu ya da birden fazla sonuç oluşunu anlatan kitapları okumak, ucu belli olaylar dizisine indirgenmiş metinleri okumaktan çok daha doyurucu aslında. Bir şey var ki, puslu ve çözümlenemez de olsa, yaşadığımız her şey bizim için anlamlı. Edebiyat da hayat gibi değil mi? Anlamlı olmayan bir sayıklama hemen kendini belli etmiyor mu edebiyatta? 21 Temmuz - Halikarnas Balıkçısı: “Bernard Shaw’u severim. Onun İnsan Üstün İnsan’ını bir kayıkta çevirdim. O zamanlar Millî Eğitim Bakanlığı’nca basıldı. Adımı bile yanlış yazmışlar. Ben şöyle bir eda takındı demişim, oda takımı gibi bir şey olmuş.” Millî Eğitim Bakanlığı’nın okullara ücretsiz olarak dağıttığı kitapların, hatalarla dolu olduğunu okumuştum bir yerde. Örneğin âlet sözcüğü “a” ve “let” değil, “al” ve “et” şeklinde hecelere ayrılmış. Gazete yazılarındaki, makalelerdeki imlâ hatalarıysa, okunup geçilen, kimsenin aldırmadığı şeyler oldu artık. Bazen bir hata özgünlük gibi algılanıyor. Harry Potter dizisinin ilk kitabı Felsefe Taşı’nın birinci baskısında, minik bir yanlış içeren beş yüz kitabın piyasa değerinin 26 bin pound’a (100,00 TL’den fazla) yükseldiğini duymuştum. Hata şuydu: Harry Potter’ın Hogwartz’a giderken yanına alması gereken eşya listesinde “1 âsa” yazılırken âsa sözcüğü (wand) arka arkaya iki kez basılmış. Yayınevi, haberin yanıltıcı olduğunu açıkladı daha sonra; elbette ki birinci baskı olduğunu teyit etmekten başka bir önemi yoktu hatanın. 25 Temmuz – Adalet Ağaoğlu: “Benim kaybolan roman dosyası, uzun arayışlar sonucu, rahmetli Oğuz Atay’da çıktı. Bu dosyanın hangi nedenle kendisinde olduğunu sordum. “Okuyup, fikrimi söylemem için bana verildi.” dedi.” Konuşmanın sonrasını bilmek güzel olurdu. Adalet Ağaoğlu’nun, Oğuz Atay’a yanıtı neydi? “Peki fikriniz ne?” diye mi sordu? “Neden siz, neden başka bir yazar değil?” diye mi sordu? Yoksa “Size ne benim romanımdan…” mı dedi? Bu roman Adalet Ağaoğlu’nun hangi romanı, onu da öğrenmek isterdim. 25 Temmuz - Selim İleri: “Sanatçı yaşamının bohem olabileceğine inanmıyorum. Bir gece geç yatsam, çalışmam üç dört gün aksıyor.” Bırakın çalışmanın aksamasını, bohem yaşantı sanatçının sanat yaşamını bitirebiliyor. Bohem hayatın en hızlısını yaşamış, sonra da alkol bağımlısı olmuş, ruhsal bozukluklara sürüklenmiş bir Scott Fitzgerald var dünya edebiyatında. Bir başka ünlü yazar, Ernest Hemingway bohem yaşantıyı araç olarak kullanmış, onun tek derdi yazmakmış. Paris’teki yıllarında yaşadıklarını, neredeyse tümüyle, onları yazabilmek uğruna yaşadığını okumuştum bir yazıda. 4 Ağustos – Yücel Balku: “Edebiyat bir tesellidir belki de. Yahut anlamak derdinden yorgun düşenler için teselli ikramiyesi.” Büyük ikramiye, anlamak gibi bir derdi olmayana mı düşüyor acaba? Teselli ikramiyesini de, büyük ikramiyeyi de, anlamak derdinden yorgun düşen edebiyat okuyucusu alıyor bana kalırsa. 4 Ağustos 1927 – Turgut Uyar doğdu. Bir kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde/ Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça/ Bir kalır yabancı yataklarda o oteller/ Meydanlar, heykeller, sizin olmadığınız her yer/ Bir kalır uzun duvarlar ve onların dipleri/ Bir kalır yılgın adamların hep “Evet” dedikleri ...... diye yazmış ‘Çok Üşümek’de. 16 Ağustos – Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı’ndan: “Sonra özel dersanelerin yetiştirdiği yarış atlarını izlersin, aman ne hızlı koşuyorlar diye üzülürsün. Dünya bir yarıştır oğlum diyerek acele felsefeye başlarsın. Yarışa bir tur, iki tur, çok tur geriden başlayan yalınayak bir koşucunun telaşını yaşarsın. Antremansız bacaklarının yorgunluğunu duyarsın. Gerçi filmlerde, sonunda böyle koşucular kazanır yarışı, ama sen gene de bütün istikbalini filmlere bağlama.” Filmlerde, hele hele Hollywood filmlerinde öğrettiler bize değil mi? İnanırsak hayatın tüm yarışlarını kazanabileceğimizi… Aslında ne filmler ne de filmciler inanıyorlar yalınayak koşucunun kazanacağına ya; biz inanmaya hazırız. 19 Ağustos 2001 – Edinburgh hayvanat bahçesinde bir penguene binbaşılık madalyası verildi. Sir Nils Olav, penguenler familyasının ikinci en büyük türü olan kral penguenlerden biri. Edebiyat takvimi 2001’de binbaşı olduğunu yazmış, o tarihten bu yana rütbesi çok daha yükselmiş Sir Olav’ın. 2005’de albay olmuş, 2008’de şövalye unvanını almış, 2016’da da tümgeneralliği. İri penguen Nils, Edinburgh hayvanat bahçesinde yaşıyor olsa da Norveç Kraliyet Muhafız Ordusu’nun maskotu. 2008’de şövalye unvanı verilirken muhafız alayının önünde öyle bir gururla yürümüş, öyle düzgün davranmış ki, görenler hayran kalmış... Her zamanki gibi de çok akıllı usluymuş. İnanmazsanız, fotoğraflarda kayıtlı! 21 Ağustos – Cemal Süreyya: “Ben hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orası” Bazen bir şiirin bir, iki dizesi takılır kalır insanın diline, yüreğine, Göçebe şiirinde olduğu gibi. Sonra şöyle diyor Cemal Süreyya: “Bir de yine sevgili çocuk/ Biliyorsun kişi tutkularıyla/ Yalnızlığını adlandırıyor o kadar” 27 Ağustos – Ahmet Ümit: “Terk edilmiş antik kentleri gezerken derin bir burukluk kaplar içimi. O burukluğun nedeni insansızlıktır. Yıkılmış duvarların, sahnesinde otlar büyümüş tiyatroların anlattığı şey budur.” Antik kentlerin yıkık duvarları arasında yürürken, her şeyin günün birinde son bulduğunu bir kez daha fark ediyorum. Bazen terkedilmiş bir köye ya da şanlı günlerini çoktan ardında bırakmış, boş, küçük bir kasabaya yolum düştüğünde de hissediyorum aynı şeyi. Her şeyin geçici olduğu duygusu sarıyor içimi, buruklukla beraber. 28 Ağustos – Erendiz Atasü: “Bir sanat yapıtı, başkalarıyla kıyaslanmak yerine, kendi duyarlığı içinde algılanmalı, diye düşünüyorum. Yarışmalara katılmak mecburiyetinde kalmamayı yeğlerdim.” “Sanat yapıtının kendi duyarlığı içinde algılanması” sözleri ne güzel anlatıyor olması gerekeni. Belirlenmiş çizgiler, kesin yöntemler, altı çizilmiş özellikler, tek doğru, en güzel olabilir mi sanatta? Bir sanat yapıtının nasıl olması gerektiğinin kesin bir ölçüsü var mıdır? Sanat nedir sorusunu yanıtlamaya çalışırken önce estetikten söz ederiz. Çekici olmasından. Hoşnutluk duygusu verebilmesinden. Yeni, taze, farklı olmalı… Cesur olmalı… Göze çarpmalı… Yüreğe dokunmalı… Düşündürmeli… Bu ölçütlerdeki karmaşıklık ve değişkenlik, yapıtlardan yalnızca birini seçmeyi hemen hemen olanaksız kılmıyor mu? Sanat eseri kendi duyarlığı içinde algılanmayıp, ille de ötekilerle kıyaslanacaksa, birinciyi seçmek yerine düzeyin belirleneceği bir yarışma hayal ediyorum ben. 30 Ağustos – Muzaffer İzgü: “Eğer bir toplum değişmiyorsa, biliniz ki orada okunmuyordur. Edebiyat denen şeyden o halkın haberi yoktur.” Edebiyatın her şeyden önce, içinden çıktığı toplumu yansıttığını düşünüyorum. Toplumun edebiyat üzerindeki etkisi, edebiyatın toplum üzerindeki etkisinden fazla olsa da, birey ve toplum için okumanın önemini yadsımak olanaksız. Kitapların düşünceleri değiştirme gücü var. Bildiklerimizin dışında yeni olasılıklar ortaya çıkarıyor edebiyat. Okumazsak nasıl fark ederiz onları? Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Temmuz Ağustos sayısında yayımlanmıştır. (**) 2016, 2017 Resimli Edebiyat Takvimi, İletişim Yayınları
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|