|
Edebiyat Takviminden Notlar; Mayıs – Haziran *Kategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 10 Ağustos 2017 17:24:15 (Resimli Türkçe Edebiyat Takviminin ** çağrıştırdığı yazılar) 1 Mayıs - Adalet Ağaoğlu: “Memuriyetten ayrıldığımdan ve kendimi yalnız yazılarıma verdiğimden bu yana yazar arkadaşlarımdan bir bölüğü bile bana durmadan “Şimdi ne iş yapıyorsun?” diye soruyorlar.”
Bu sözler, Buket Uzuner’in, pasaportundaki meslek hanesinde “yazar” sözcüğünü görmüş olmayı ne denli önemsediğini hatırlattı bana. Şehir Romantiğinin Günlüğü adlı kitabında anlatıyordu; pasaport alırken mimar, biyolog, doktor ya da herhangi bir meslek kabuldü de, yazarlık meslekten sayılmıyordu. Türkiye’de yazar olmak erkekte işsizlik, kadında ise ev kadınlığına eşit diyordu Buket Uzuner. 1940’larda Sait Faik’in meslek hanesine işsiz, 1970’lerde Sevgi Soysal’ınkine ev kadını yazılmış. Mahkemede yargılanırken mesleğini soran yargıca Sevgi Soysal, yayıncı, filolog, arkeolog gibi mesleklerini söylemek yerine, yazar yanıtını verince, o sırada yayımlanmış birkaç kitabı olmasına karşın “Yaz!” demiş Yargıç, “Mesleği: ev kadını.” Yazmak “işten” sayılmadığı gibi, tuhaf da bir eylem olarak görülüyor sanırım. Alışılmadık, neredeyse tekin olmayan bir eylem. Yazar, toplumun başka bir kesimine ait, uzaklarda biri olmalı sanki. Yakınında, hemen yanı başında birinin, hele ekmeğini başka bir meslekten kazanan birinin yazıyor oluşu, kimileri için anlaşılması güç. Yıllar önce yazdığımı söylediğimde sıkılgan bir gülümsemeyle, “Yazıyor musun? Gerçekten mi? Ne yazıyorsun?” diye sorulduğunu anımsıyorum. 15 Mayıs - Nurullah Ataç: “Ben bir şey söyleyeyim size. Okumak, gerçekten okuma tiryakisi olmak, bir ası beklemeden, bir kazanç aramadan, sadece geçmişin yahut bugünün kişileri ile söyleşmeyi sevdiğimiz için, eğlenmek için okumaktır.” Neden okuruz sorusu çok soruldu, yazarlar, okuyucular yanıtladı. Kültür ve sanat festivallerinde havaya fırlatıldı, edebiyat dergilerinde yakalandı. Ne çok gerekçe sıralanabilir. Nurullah Ataç’ınki, “geçmişin yahut bugünün kişileriyle söyleşmeyi sevdiğimiz için” en güzellerinden biri. Yalnızca okuyarak yapılabilecek bir eylemden söz ediyor burada. Başka yolu yok… Ne sinemayla ne televizyonla ne de tiyatroyla mümkün bu söyleşi. Çünkü okumak etkin bir eylem. Okuyucu katılan, katkıda bulunan; seyircisiyse izleyen. 18 Mayıs 1048 - İranlı şair ve filozof Ömer Hayyam doğdu. Bütün bilimlerin bilgini Nişaburlu Ömer Hayyam… Gök bilimci, fizikçi, matematikçi, hekim, filozof, şair... Selçuklu’nun baş âlimi, Melik Şah’ın danışmanı… Tüm dünyanın okuduğu yüzlerce rubai yazmış Ömer Hayyam. (Kesin sayısı ve hangilerinin gerçekten ona ait olduğu tam bilinmiyor.) İşte Ömer Hayyam’ın kim olduğunun ipuçlarını veren birkaç dörtlük: (Evreni anlayabilme çabasıyla sorgulayan düşünür) 22 Mayıs 2016 - Cannes Film Festivali’nde İngiliz yönetmen Ken Loach sosyal sistem eleştirisi olan filmi I, Daniel Blake ile ikinci kez Altın Palmiye ödülünü aldı. I, Daniel Blake’i izlerken Kafka’nın romanlarının akla gelmemesi mümkün değil. Aynı boşuna yürüyüş… Aynı sonuç alınamayan çaba… Benzerliği vurgulamak istercesine, Daniel Blake ile sosyal güvenlik görevlisi arasındaki Kafkamsı bir konuşma sahnesiyle açılıyor film. 60’lı yaşlarında bir marangoz Daniel Blake. Kalp krizi geçirdikten sonra doktoru bu koşullar altında çalışamazsın dediği için, işsizlik yardımı almak üzere Sosyal Güvenlik Kurumu’na başvuruyor. Bir de genç kadın var filmde; Daniel Blake’in dostça yardımcı olmaya çalıştığı iki çocuklu, yalnız bir anne. Sosyal Güvenlik ağına takılan, çıkamayan, bu ağın insan olarak değil, başvuru formundaki ad olarak gördüğü kişiler… Filmi izlerken boğuluyorsunuz, yeter artık, diyorsunuz, yeter, görün marangoz Daniel’ın yaşadıklarını, fark edin iki çocuklu bu genç kadının çaresizliğini. Ken Loach, yoksulluk, evsizlik, çalışanların hakları gibi konuları gerçekçi biçimde ele alan, sosyal düzeni eleştiren bir yönetmen. Bozuk olanın düzeltilebilmesi için önce duyurulması, bilinmesi gerekir ve Ken Loach’ın filmlerinin bu konuda etkili olduğuna eminim. Fakat açık yanlarına rağmen, İngiltere’de bir sosyal yardım sistemi var. Yerinden oynayan çivilerin çakılması mümkün. Ya olmayan onlarca ülke? Yoksulu, varlıklı olanın insafına kalmış bir toplumun film yönetmeni, eleştiriye nereden başlayacağına karar vermekte bile zorlanır. 26 Mayıs 1647 – Alse Young adındaki bir kadın Amerikan Kolonileri’nde cadılık suçlamasıyla idam edilen ilk insan oldu. Alse Young hakkında, cadılık nedeniyle idam edildiğinden başka pek bir şey bilinmiyor. Araştırmaların ortaya çıkardığı bir gerçek, kız çocuk annesi olduğu, oğlu olmadığı. Kocasının adı kasaba kayıtlarında yok. Güçlü olan, her zaman her yerde kendine yarayacak kuralları koyuyor, sonra da bu kuralları dilediği gibi uyguluyor. O yıllarda cadılıkla yargılanıp asılan bir kadının mal varlığının bir kısmına yöneticiler el koyuyor, bir bölümünü de ihbar eden kişi alabiliyormuş. Kimsesi olmayan bu yalnız kadının kolay hedef olarak görüldüğü belli. Ne Alse Young ne de başka biri cadılıkla suçlansın elbette, fakat yarı cadılık eylemleri bugün de sürüp gidiyor… Bu konularla uğraşan bir bloğa girdim. “Dejavü Kafe’deki falcı Canan’a gittim.” diyor yazanlardan biri, “Direkt isim verdi, şok oldum.” Falcı öneriniz var mı sorusunu yanıtlayan bir başkası: “Yaprak Kafe’de Selmin var, çok feci bakıyor, arkadaşımın annesiyle babasının boşanacaklarını bildi.” Aylar öncesinden randevu alınarak gidilen falcılar… Telefonla ya da online fal da olabilir... Ara bulmak, ara bozmak, kısmet açmak, erkek çocuk sahibi olmak, dedikoduları önlemek, hastalıkları uzak tutmak, kötü komşudan kurtulmak gibi akla gelebilecek her dilek uğruna yaptırılan büyüler… Olumsuz enerjiyi yok etmeye yarayan tütsüler… Evlerde oraya buraya konulan, çantalarda taşınan, kolye olarak kullanılan şifalı taşlar, kristaller… Geçmişte cadılara, büyücülere atfedilen kimi davranışların günümüzde neden kabul görür olduğunu, farklı görüşlere karşı artık daha açık fikirli olmamızla açıklayabilir miyiz? Bana kalırsa, umutla bekleyecek bir şey bulabilme arzusu, yaşamımıza bir ölçüde hâkim olma telâşı bütün bunlar. İnsanlığın yeryüzünde geçirdiği zaman arttıkça akılcılığa doğru ilerliyor olmalıydık; tam tersine akılcılıktan uzaklaşıyor olmamız dünyanın gitgide yaşanması daha güç bir yer olduğunu mu gösteriyor? 27 Mayıs 1994 - ABD’de 20 yıldır sürgünde bulunan Sovyet yazar Aleksandr Soljenitsin ülkesine döndü. Yazarlar sürgüne gönderiliyor da ne oluyor? Kime ne yararı oluyor? 28 Mayıs - Basit bir kareli defter de yeterdi / Samatya istasyonunu anlatmak için / akşamı beklerken / beklerken parçalanmış umutları Takvimdeki bu birkaç dize, 2017 PEN Türkiye Şiir Ödülü’nü alan Egemen Berköz’ün en güzel şiirlerinden biri Basit Bir Yalnızlık da Yeterdi’den... Biraz önce yağmur yağmış o istasyon / hüzün dağıtırken / uzaktan bakanlara bile / kıyı yolundan geçenlere / ve yolculara ki hüznün kendisidir / biraz şairdir akşama doğru / anlayışla bakar istasyon şefi / hafif gülümseyerek Yaşamın, yolcuların, hüznün kollarında şaire dönüşen istasyon şefinin düşüncesini seviyorum. 29 Mayıs 1987 - Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği kuruldu. Şirin Tekeli, Gülnur Savran gibi birkaç yazarın Yazko edebiyat dergisinde 1981’de yazılar yazmasıyla, bir süre sonra Kadın Sorunları Sempozyumu düzenlemesiyle başlayan darbe sonrası kadın hareketi, dayağa karşı yürüyüş gibi kitlesel eylemlerle, dünya edebiyatındaki feminist kitapların Türkçeye çevrilip yayımlanmasıyla, 1987’de de Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği’nin kurulmasıyla sürdü. 12 Eylül Darbesi öncesi, kadın erkek eşitsizliği, politik kavganın içinde erimişti. O yılların ortamının sağ sol çatışması arasında cinsiyetlerdeki eşitsizliğe pek de aldıran yoktu. Darbe sonrası kadın hareketi, sol hareketi de eleştirerek ortaya çıkınca, darbenin desteklediği Eylülist bir hareket olarak görüldü kimileri tarafından. Aradan geçen yıllara, kurulan bir değil, birçok kadın derneğine, bu derneklerin internet sitelerindeki, faaliyetler başlığı altında sıralanmış maddelere (uygulamada neler yapıldığını bilmek zor) karşın kadın erkek eşitliği hâlâ sözde. Dünyanın hemen her yeri için geçerli olan “burjuva kadınlar özgür ama burjuva erkekler daha özgür” cümlesi nasıl da doğru. Ben bu cümleyi biraz değiştirip, eğitimli kadınlar özgür, eğitimli erkekler daha özgür, diyeceğim. 30 Mayıs 1984 – Ramazan başlıyor: Özal, “Ramazan bitene kadar her türlü içkiye paydos diyerek bir kadeh cin tonik içti.” Diğer aylarda her türlü alkollü içkiyi gönül rahatlığıyla içip de Ramazan’da paydos demek… Türk halkının dini kendi isteğine göre çekiştiriverme yeteneği! Sokaktaki halk mı Başbakan Özal’a, Özal mı sokaktaki halka örnek oluşturuyor bilmem. 4 Haziran - Cengiz Aytmatov: “Romeo ile Jüliet evlenip yaşamlarını sürdürselerdi, nasıl kavga ettiklerini, nasıl alışveriş ettiklerini, ne yiyip ne içtiklerini bilmek, düşünmek ister miydiniz? Hayır hayır, bunlar, bu küçük ayrıntılar edebiyata girmez bence.” Cengiz Aytmatov yanılıyor. Küçük ayrıntılar dediği şeyler, büyük aşklar, büyük felaketler, savaşlar, kahramanlıklar kadar önemli, onlar kadar yazılası ve okunası. Bazen en “sıradan” günde gülümsüyor, “her zamanki gibi” bir günde yürek sızısına boyun eğiyoruz. Bir sabah kahvesi şenliğe, bir alışveriş ânı özleme dönüşebiliyor. Yaşıyor olmanın destanı sıradan, küçük ayrıntılarla yazılır bence. 13 Haziran - Kürşat Başar: “Bir romanın aşk romanı ya da yurtdışındaki adıyla “romance” kategorisine konması ona ne fazladan bir değer katar ne de değerini azaltır. Önemli olan bir romanın dili, üslûbu, temayı bize nasıl anlattığı, kısacası iyi bir roman olup olmadığı…” Birkaç gün önce yolumun üzerindeki bir sahafa girmiştim. Tezgâhın ardında koltuğuna gömülmüş okuyan genç kız ben girince başını kaldırıp gülümsedi. Kitaplara bakarken, Avustralyalı bir yazarın eski bir romanı geldi aklıma. Baskısı tükenmişti, bulamıyordum. Belki de bu tozlu dükkânda vardı. Sordum, “Evet, sanırım var.” deyip yerinden kalktı genç kız, gözlerini raflarda dolaştırarak aramaya koyuldu. “Nereye gitti bu?” diyerek söylendiğini duydum. “Olduğundan eminim, görmüştüm.” Sonra bir an durakladı. “Belki de annem sınıflayıp, rafa yerleştirdi. Sınıflamayı ben yaptıysam “aşk” annem yaptıysa “tarihi romanlar” bölümüne girmiş olabilir. Bu konuda fikrimiz her zaman aynı değildir.” Güldü. “Şimdi anlarız.” Bilgisayarın başına geçip, romanın adını yazdı, enter’a bastı. 23 Haziran 1935 - Büyükada’da çiçek savaşı düzenlendi. Genç kızlarla dolu, çiçeklerle süslenmiş on altı arabanın geçit yaptığını, sonra çiçeklerin havada uçuştuğunu yazıyor gazete haberi. Siyah beyaz fotoğraftaki genç kadın 1935 yılından gülümsüyor: “Aaa, ben dostlarımın beni çiçekle bile taşlamasına dayanamam doğrusu…” (*) Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Mayıs, Haziran sayısında yayımlanmıştır. (**) İletişim Yayınları Resimli Edebiyat Takvimi
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|