|
Edebiyat Takviminden Notlar; Mart- NisanKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 18 Mayıs 2017 23:47:46 2 Mart – Murathan Mungan: “Sadece kendine benzeyen kahramanların yer aldığı öyküleri okuyan ya da kendi hikâyesine benzeyen, kendi hayal ettiği hikâyelere benzeyen maceraların yer aldığı kitapları okuyan okurlar değil, başkalarının hayatlarına da merakları olan ve bunu bir insanlık hali, insanlık durumu olarak okuyabilen okur iyi okurdur.”
İyi okur, ‘boş zamanlarını değerlendirmek’ için okumayan okurdur her şeyden önce. Boş zaman değerlendirmekten çok farklı, çok daha fazlasını içeren bir amacı vardır onun. Okumak, yaşamın bir parçası, olmazsa olmazıdır iyi okur için. Bir araç olarak değil, okumanın kendisi için yapılan okuma eyleminden vaz geçmesi mümkün olmayan iyi okur, hayal ettiği hikâyeleri ya da kendi hayatına benzeyen hayatları anlatan kitaplarla yetinemez. Çok farklı dünyaları anlatan kitapları da aynı büyük istekle okuyacaktır. 4 Mart – Pınar Kür: “Bir okunuşta okunacak kitap diye reklamlar çıkıyor. Yani adam bunu zaten baştan kabul etmiş. Oysa bir oturuşta okunacak bir kitabın iyi olmasına imkân yok.” Bir oturuşta okunabilen kitaplar, okuyucuyu zorlamayan, düşündürmeyen kitaplardır değil mi? Leb demeden leblebinin anlaşıldığı, şimdi benim kullandığım bu klişeye benzeyen, herkesin dağarcığına çoktan yerleşmiş bağlantılarla dolu olabilen kitaplar. Bir oturuşta okunan kitaplar okuruna güvenmeyen kitaplardır bana kalırsa. Yaşadığım semtin kütüphanesi, kitapları üç haftalık bir süre için ödünç veriyor, gerekirse bir üç hafta daha uzatmak mümkün. Bir de hızlı okunanlar bölümü var kütüphanenin. Oradakileri ödünç alma süresi bir hafta. Çoğu, çok satanlar listesine giren kitaplar bunlar. Cathy Kelly, Jodi Picoult, Nicholas Sparks gibi yazarlar. Alice Munro’nun, Julian Barnes’ın ya da Tim Winton’ın bu bölüme alındığını hiç görmedim. Çok satan kitapların çabucak okunduğu, dolayısıyla edebiyat anlamında iyi olmadığı sonucunu çıkarabiliriz miyiz buradan? Bu sorunun yanıtı basit değil. Don Quixote 500 milyon, Antoine de Saint Exupery’nin Küçük Prens’i 142 milyon, Salinger’ın Gönülçelen’i 65 milyon adet satılmış bugüne dek. İyi edebiyat nedir? Bana göre temel olan şu: Kahramanlarının yalnızca ne yaptığını, nasıl yaptığını anlatan değil, neden öyle yaptığını da hissettirebilen edebiyat, iyi edebiyattır. Okuyucuyu yüzeysele değil, derinde olana, karmaşık olana tanık edebilen, kişilerin iç dünyalarına götürebilen; hayatın, insan olmanın gerçeklerini yansıtabilen edebiyattır. Böyle bir kitap bir oturuşta okunamaz. Yalın fakat özenli diliyle, içten ve yapmacıksız anlatımıyla kolay okunan kitaplar var ki, onlar bir oturuşta okunuyor gibi görünse de yeniden, yeniden dönülen kitaplar. Cümleler değildir onlarda karmaşık olan, içeriktir. Kolay okunsa da kolay yazılmamışlardır. Demek ki, iyi edebiyatın ne olduğunu sorgularken, bir oturuşta okunuyor olmasının yanında bir oturuşta yazılıp yazılmadığını da dikkate almak gerek. Sıradan cümlelerle örülü, basmakalıp karakterlerin yer aldığı derinliksiz romanlar çabucak okunabileceği gibi, çabucak yazılabilir de. Kimi edebiyat atölyelerinin, heyecanın nasıl dorukta tutulacağını öğrettiği formül romanların iyi edebiyat olması beklenemez. 13 Mart: Bekir Yıldız: “Edebiyatımızda “doğalcı” diyebileceğimiz bir çizgi vardır. Bu çizgi Türkiye gerçeklerini konu edinmekte, ama bu gerçekleri sadece aktarmakla yetinmektedir. Böyle bir hikâyecilik yaratıcılıktan çok gözlemciliğe dayanır.” Bekir Yıldız ne diyor burada? Yanlış diye söz ettiği şey, edebiyatın yapması gereken şey değil mi? Gerçekleri, kişileri, insanlık hallerini, farklı yaşamları, iç dünyaları gözlemleyip aktarır edebiyat, yapılacak olan zaten budur. Elbette bunu yaratıcıkla yapacak. Gözlemler yaratıcılık olmadan, olduğu gibi aktarılıyorsa bunun adı edebiyat değil, gazeteciliktir. Bekir Yıldız’ın kendisi de toplumsal gerçekleri aktarmamış mı yazdıklarında? Edebiyatın, iyi edebiyatın yapmaya çalıştığı her zaman için bu değil midir? Bir başka takvim yaprağındaki şu sözler Bekir Yıldız’a yanıt havasında: 21 Nisan – Hasan Öztoprak: “Eskiden şiire verilen toplumu değiştirme görevini şimdi de romana vermek isteyenler çıkacaktır yakında. Böyle bir şey yok. Romanın toplum hayatı üzerindeki rolü gibi yaklaşımları bu yüzden doğru bulmuyorum. Toplum hayatı üzerinde bir rolü var mı? Doğrusu bilmiyorum da. Biz yazarlar olanı resmetmekten, bazen de geleceği hissettirmekten başka bir şey yapamayız; bir durum saptaması. Ama bu bile iddialı oldu.” 16 Mart – Ahmet Cemal: “Tüketim Toplumu modelinin en büyük panzehiri, değerlerin kalıcılığının, tüketilmezliğinin doğası gereği savunucusu olan sanat.” Amacın kâr yapmak olduğu bugünün sanat dünyasında sanat yapıtlarının tüketim toplumuna hizmet etmediğini savunabileceğimizi sanmıyorum. Elbette sanat yapıtlarının kalıcılığı var. İyi bir roman, iyi bir resim, müzik kullanılıp tüketilen bir madde değil; yine de galeriler, ressamlar, yazarlar, yayınevleri, müzisyenler, sanat eleştirmenleri her şeyden önce para kazanma sevdasına düşmüşse ve el ele vermiş özellikle bunun için çabalıyorsa, sanatı tüketim toplumundan ayrı düşünemeyiz. 22 Mart - Nihat Ziyalan: “Ama, bana kalırsa şairin baldırı çıplaktır. Çünkü devamlı muhalif bir ideolojinin içindedir, muhalif bir dili vardır ve bu yüzden iktidardan durmadan tokat yer.” Alıntıyı okuyunca, Nihat Ziyalan’ı telefonla aradım. Bu sözlerle ne demek istediğini en iyi kendisi açıklayabilirdi elbette. “Nihat Abi, böyle böyle demişsin, edebiyat takviminde yazıyor.” “Ee, öyle” dedi, “Şair iktidardan devamlı tokat yer. İktidar ona olanaklarını sunmaz. Üstelik yolunu tıkar. İktidardan bir şey uman yazarın (televizyona dizi yazmak, kılıfına uydurarak başka programlar yapmak gibi...) muhalifliği sulanır. Dönüp geriye bakılırsa muhalif yazarların çoğu meteliksiz ölmüştür. Mal mülk olanakları da tıkanıktır.” Bir an durakladı, devam etti: “Muhalif yazar baldırı çıplak kalmayı, söylediklerinden ödün vermemeyi göze alır. Aslında muhalif yazar kendinden vazgeçendir. Uğruna kavga verdiği kesim çoğunca ona "Yapmasaydın. Bunu senden istedik mi?" der ama muhalif yazarın zihinlere müdahale etme isteği karşılıksızdır.” 25 Mart - Esim: İlham. “Dörütmenlerimizin tüz dörütünden yüz çevirmelerini, ondan esim almamalarını öğütleyecek değilim tüz yırlarını ben de severim, içlerinde iyi olmayanları çoksa da birkaçı okuyanlara tükeli bir olgunluk duygusu verir.” Esim sözcüğünün anlamını belirtmek için, Nurullah Ataç’dan yapılmış bu alıntıda ‘esim’in ilham anlamı taşıdığını birçok kişi biliyordur; peki dörütmen, tüz, yır, tükeli ne olacak? İşte Nurullah Ataç’ın kullandığı, kimi günümüze gelen, kimi gelmeyen birkaç sözcük daha: Yin: vücut; uza: mazi; öden: mükafat; öykünmek: taklit etmek; küşüm: şüphe; kamulbuyrum: cumhuriyet; betikleşmek: mektuplaşmak; karabasan: kâbus; nen: şey; kavsaklamak: farkına varmak; usamal: mantıki; koşut: şart; angı: anı; güdek: dava; törüt: sanat. 26 Mart - Köprüaltı Çocukları: Deyime dönüşen, Nebil Fazıl Alsan’ın yazdığı ünlü çocuk romanı. Çocukken ağlayarak okuduğum roman Köprü Altı Çocukları, benzeri onlarca romanı yazmış olduğu için herhalde, hep Kemalettin Tuğcu’ya yakıştırılır. Köprü altlarında yaşayan, elli kuruşun hesabını yapan (mecaz değil, kitapta gerçekten yaptıkları aklımda kalmış - buna 25 kuruş gerekiyor, buna 10 kuruş, şuna 15 kuruş...), yoksul, kimsesiz çocukların hikâyelerinin yazarı Kemalettin Tuğcu… Beğenilse de eleştirilse de Türk edebiyatında önemli yeri var onun. Fakat Köprü Altı Çocukları’nı o yazmadı. Özür dileriz Nebil Fazıl Alsan. 28 Mart - Börtü böceğin kıpırdanışı. Takvim böyle söylüyorsa da, börtü böcek 28 Mart’ı beklemeden kıpırdanır bence. Babamın her yıl kışın en soğuk günlerinde bize büyük keyifle bildirdiği (hatırlattığı) gibi, birinci cemre 19, 20 Şubat sıralarında havaya, ikinci cemre 26, 27 Şubat gibi suya, üçüncü cemre de 5,6 Mart sularında toprağa düşer. “Neyin nesi bu cemre” derdik çocukken, “düştüğü ânı kaçırmasak da görsek!” Güzeldir cemrelerin düşüşü; yeni bahar hemen oralarda bir yerdedir, yakınlardadır. Börtü böcek de tembellik etmeyip en azından son cemreyle beraber kıpırdanır gibi geliyor bana. 30 Mart 1991 – Hürriyet Gazetesine özel hayatı hakkında açıklamalarda bulunan Süleyman Demirel, hiç aşk mektubu almadığını söyledi. Süleyman Demirel ile gazeteci arasında geçen konuşmadan, bu sorunun bir gazeteci kurnazlığı taşıdığı ve herhangi bir aşk mektubundan değil, kadın hayranlardan gelen aşk mektubundan söz edildiği anlaşılıyor. Gazeteci soruyor: “Kadınların ilgisi ‘Beyefendi’ ya da ‘Baba’ düzeyinde mi oldu hep?” “Tabii. Kadınlar, erkekler, çocuklar, gençler olur. Sevgi ve takdir beyanı, zaman zaman dostça, kardeşçe, evlatça, insanca olur.” Ardından o soru geliyor: “Hiç aşk mektubu aldınız mı?” “Hayır.” diye yanıtlıyor Demirel. “O çeşit şeyler benim elime ulaşmaz zaten.” Süleyman Bey’in, Nazmiye Hanım’ın yazdığı bir aşk mektubunu okumadan bu dünyadan göçüp gitmediğine eminim. 7 Nisan – İbrahim Yıldırım: “Öte yandan ben aşkın edebiyat tarafından kullanıla kullanıla tüketilen bir duygu olduğunu düşünüyorum. 21. yüzyılda aşk denen hissiyatın beyin tarafından salgılanan dopamin ve serotonin adlı hormonlarla ilgisi saptanmışken ve insanlar ruh hekimlerinin kapısında bu hastalığa çare ararlarken, aşka 19. yüzyıl duyarlılığı ile bakılması, bence edebi bir spekülasyondan başka bir şey değildir.” Dopamin, vasopressin, noradrenalin, serotonin… Aşkla ilgili öyle çok kimyasaldan söz ediliyor ki, gizi çözüldü gibi görünüyor. Âşık olunca dopamin yükseliyor ama ya öncesinde? Neden olunuyor? Niçin başkasına değil de o belli kişiye olunuyor? Bu soruların da yanıtı yakında bulunacak, fakat yürekleri çılgınca çarptıranın beyindeki kimyasallar oluşu neyi değiştirir ki… Aşk insan yaşamının en güçlü duygularından biri; edebiyata hep yansıyacak. Özdemir Asaf, “Bilemiyorum ne vardı saçlarında…/ Rüzgâr mı delice eserdi,/ Gözlerim mi öyle görürdü yoksa…/ Saçlarının her hali hoşuma giderdi.” dediğinde dopamin hiçbir zaman akla gelmeyecek. 13 Nisan – Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim/ Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak/ Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak/ Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu. Şükrü Erbaş böyle değerlendiriyorsa da, İnstagram’da paylaşıyoruz, Facebook’ta paylaşıyoruz, Twitter’da paylaşıyoruz… Daha ne yapalım (!) 27 Nisan 1994 – Güney Afrika’da siyah vatandaşların da oy verebildiği ilk demokratik seçimler yapıldı. Güney Afrika’nın siyah halkının 1994 kadar yakın bir zamana dek oy veremediği gerçeği ne denli tuhaf, inanılması güç geliyor değil mi? Hiç de uzak bir geçmişe ait değil 1994. Bir zamanlar Amerika’da beyazlarla siyahlar farklı okullarda eğitim görüyor, ayrı otobüslerde, trenlerin farklı bölümlerinde seyahat ediyor, kimi lokantalarda siyahların beyazlarla aynı çatı altında yemek yemesi engelleniyor, iş yerlerinde siyahların beyazlardan farklı tuvaletleri kullanması gerekiyordu. Bütün bunlar değişti, kimi ön yargılar devam ediyorsa da haklar yasalarla korunuyor. Bir zamanlar kadınlar eğitim alamıyordu, oy veremiyordu, çalışma hayatında yer alamıyordu. Eşitsizlik sürüyor fakat geçmiş yıllarla karşılaştırdığımızda çok şeyin farklı olduğunu görebiliyoruz. Dünya yavaş da olsa değişiyor. Geri gidilemez artık, ileriye gidilecek. Bugün kabul etmek istemediğimiz, korkuyla yapışıp kaldığımız kimi kurallar, düşünceler de değişecek; emin olarak ve sevinerek söylüyorum. (*) İletişim Yayınları Resimli Edebiyat Takvimi Bu yazı, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Mart Nisan 2017 (74.) sayısında yayımlanmıştır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|