|
Edebiyat Takviminden Notlar; Ocak – ŞubatKategori: Günün içinden notlar | 2 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 15 Mart 2017 09:39:16 1 Ocak 1960 – Amerika’da tüm sigara paketlerinin üzerinde “Dikkat! Sigara içmek sağlığınıza zarar verebilir!” uyarısının bulunması zorunluluğu getirildi. “Ah!” dedi Jim geçenlerde, “Doktorların sigara reklâmı yaptığı günleri anımsıyorum.” Karısı söylendi. “Nostaljiyle anımsayacak başka şey bulamadın mı?”
“Ne varmış bunda?” diye yanıtladı Jim. Elini şöyle bir salladı. “Gençlik... Ne yıllardı ama...” Jim’in derin çizgiler düşmüş yüzüne baktım. “Merak ettim bu reklâmları.” “Kütüphane arşivinde vardır, eski gazetelerde, dergilerde.” Başını koltuğa yasladı. “Yaa işte böyle, bir zamanlar doktorlar sigara reklâmı yapardı, biz de rahat rahat tüttürürdük.” Kütüphaneye gerek yok, küçük bir Google araştırmasıyla karşımda. İnanamıyorum! Bir doktorun otoriteyle ve sevecenlikle sigara önerdiği ne çok reklâm varmış meğer. 1946’dan kalma bir Camel reklâmında beyaz önlüklü doktor sigarası parmaklarının arasında gülümsüyor:“Camel, doktorların tercih ettiği marka.” Bir başka reklâmda, ciddi bakışlı diş doktoru uyarıyor: “Diş hekiminiz olarak size Viceroy’u tavsiye ediyorum.“ “20,679 doktor Luckies’in boğazı çok daha az tahriş ettiğini düşünüyor.” Gülümseyen bu doktorun elindeyse Lucky Strike sigarası var. “Boğazınızı hırpalanmaktan ve sizi öksürükten korumak için fırınlanmış özel tütün kullanılıyor.“ Boğazı biraz tahriş ediyorsa da, önemli değil, Lucky Strike var ya... Tam 20,679 doktor söylüyor... İnanmamak mümkün mü? Sonra 1949’a ait bir televizyon reklâmı çıkıyor karşıma. Videodaki Amerikan aksanlı ses, “Bir doktoru gün boyunca izleyelim derseniz, ona yetişmekte güçlük çekebilirsiniz. Öylesine yoğundur günlük programı.” diyor. “Bu yoğun temponun içinde, çoğu zaman yalnızca bir sigaralık mola verebilen doktorlarımız, iyi cins, hafif bir sigaranın keyfini iyi bidikleri için, seçtikleri marka konusunda çok duyarlılar. Ülkenin her yanında, tıbbın her dalındaki doktorlara soruyoruz: “Doktor bey, hangi markayı tercih ediyorsunuz?”Araştırmalar gösteriyor ki, alınan yanıt hemen hemen her zaman Camel.” Sağlığına önem verdiği, dişini korumaya özen gösterdiği için Camel’leri, Lucky Strike’ları yakan 1950’lerin, 1960’ların insanını düşünüyorum. Belki de bizim onlardan çok farkımız yok. Gün gelecek, toz şeker poşetlerinin üzerinde “Sağlığa zararlıdır” yazacak. Çok yakın o zamanlar; çikolatalara, keklere, pastalara, şekerci dükkânlarındaki cicili bicili renkli şekerlere kuşkuyla bakılacak günler köşede göründü bile. O zamanlar geldiğinde, “Boşveeer... Yiyen de ölüyor, yemeyen de” deyip, baklavalardan, kaymaklı ekmek kadayıflarından, şöbiyetlerden hâlâ vaz geçmeyenlere, şimdi sigara içenlere bakıldığı gibi tepeden, burun kıvırarak bakılacak. Muhallebicinin önünden başımızı çevirerek geçeceğimiz, eğer uzaklaşmayı başaramayıp içeri girersek de, kazandibine, fırın sütlaca, profitrole suçlulukla yaklaşacağımız gün gelince ne yapacağız? Dört beş yıl önceydi, Boğaz vapurunda bir Alman karı kocayla tanışmıştım. Üçüncü gelişleriydi Türkiye’ye. “Pudingleriniz,” demişti iri yarı, konuşkan adam, “ah o pudingleriniz yok mu!” 9 Ocak 1953: “İzmir’de bir genç, beş liralıkların üzerinde resmi olan kadına aşık oldu.” Konuyu biraz araştırdığımda, 1952 yılında dolaşıma giren beş liralık kağıt paranın dava konusu olduğunu öğreniyorum. Kağıt paranın arka yüzünde, “Fındık toplayan köylü kızları” adlı bir resim var. Üç kız fındık dolu sepetleriyle fotoğraf makinesine gülümsüyorlar. İzmirli genç, bu kızlardan birine mi aşık oldu bilmiyorum ama, kızlardan biri, resminin elden ele dolaştığını, böylelikle kişisel hakkına tecavüz edildiğini ileri sürerek dava açmış, beş liralığın dolaşımdan kaldırılmasını istemiş. Davanın nasıl sonuçlandığıyla ilgili bilgi yoksa da, kağıt paranın on bir yıl kadar dolaşımda kalmış olması olumsuz sonuçlandığını gösteriyor gibi. Bu arada öğrendiğim bir bilgi de, resmin aslı olan fotoğrafta üç değil, dört genç kızın olduğu fakat kızlardan birinin resimden çıkarıldığı. Parayı dolaşımdan çekmek yerine, kızı resimden çıkarmayı mı yeğlediler acaba? İzmirli delikanlı, 1953’te bir gün karşılaşmış beş liralığın üstündeki genç kızla. Belki güneşin göz kırparcasına bulutların ardına girip çıktığı bir sabah, belki kuru soğuk, gri bir akşam üstü... Resme nasıl aşık olunur? Bir yerde okumuştum, aşık olmanın aşık olunan kişiyle pek ilgisi yok diyordu, aşık olan kişiyle ilgili bir durum bu aslında. Biraz da mekân ve zamanla. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı adlı, baş rolünde Müşfik Kenter’in oynadığı filmini anımsayanlar vardır, boyamak için gittiği evin duvarında asılı kadın resmine aşık olan bir boyacıyı anlatıyordu. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında da romanın baş kişisi tablodaki bir kadına tutulur. Şöyle anlatıyor Sabahattin Ali, o ilk çarpılış anını: “Orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı? Bunu izah edemeyeceğimi biliyordum. (....) Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. (....) Adeta ellerim titreyerek kataloğu karıştırdım. Bu tablo hakkında orada tafsilat bulacağımı umuyordum.” Çevremde, uzak yakın tanıdıklar arasında resimdeki bir kadına ya da erkeğe aşık olan kimse yok, fakat birilerinin bir yerlerde bu duyguyu yaşadığına eminim. Çünkü edebiyat yaşama öykünür. Yoksa yanılıyor muyum, yaşam mı edebiyata öykünüyor? Bir resme sevdalanan kimse tanımadım ama gerçekte yaşanan öyle şeyler duyuyorum, görüyorum ki, bir öyküde, romanda anlatılıyor olsaydı, yazarın düş gücü ne denli genişmiş, neler de hayal etmiş denilebilirdi. 17 Ocak – Füruzan var takvimin bu yaprağında. Parasız Yatılı’dan bir alıntı: “Nazire eski hanımına saygıda kusur etmiyordu. Aylık ev kiralarını topluyordu. Dayımı Düyunu Umumiye’den çıkarmışlardı. Üsküdar’da rejide bir muhasebe işi bulmuştu........” Füruzan, öykü okumaya başlayışımın yazarı, Parasız Yatılı’ysa belki de okuduğum ilk öykü kitabı. Unutabilir miyim annesi hastanede işe başladığında, geceleri evde yalnız başına uyuyan küçük kızı? Parasız yatılı sınavına giderlerken, yolda sürekli konuşan heyecanlı, biraz sinirli anneyi? “Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısı’ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N’olacak kırk yılda bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu’na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım?” Ama en çok da Taşralı’yı... Çünkü “Çözülmüş sarsak pazarlar öylesine altı çizilmiş oluyor.” diyerek, tam da benim hislerimi anlatıyordu Füruzan. Pazarları hep duyumsadığım, kendi sözcüklerimle içimden geçirdiğim duygu, Füruzan’ın öyküsünde, onun sözcükleriyle gün ışığına çıkıyordu. 18 Ocak 1931 – Cumhuriyet Gazetesinin düzenlediği Türkiye Güzellik Kraliçesi yarışmasını Naşide Saffet Hanım kazandı. Toplumdaki denge bazen gözle görülen, bazen de görülemeyen fakat kesintisiz bir devinim içinde. Bir zamanlar bir genç kızın güzellik kraliçesi yarışmasına katılabilmesi, onun çağdaş ve aydın bir kadın olduğunun işaretiydi. Düşünün, Cumhuriyet Gazetesi gibi bir gazete güzellik yarışması açıyor. Çok sonra 1970’lerde, 80’lerde hâlâ, güzellik kraliçesi yarışmaları çağdaşlıkla, eğitimli, kültürlü olmakla ilişkilendiriliyordu. Yarışan genç kızlara, sizi izleyenlere vermek istediğiniz mesaj nedir türünden sorular soruluyor, dünya barışı her şeyden önemli, gibi basmakalıp yanıtlar övgü topluyordu. Barış, eşitlik, sevgi, çevre duyarlılığı... Yürekleri ısıtıyordu bu ezberlenmiş yanıtlar, kızların yalnızca güzel değil, çağdaş, aydın ve kültürlü olduğunun da kanıtıydı. (!) Günümüzde bile, güzellikle birlikte yetenek ve zekâyı da ölçtüğünü söyleyerek bu yarışmaları savunanlar var. Oysa, bir kadın (ya da erkek) kendi çabasıyla ulaşmadığı bir durum için ödüllendirilebilir mi? Güzellik ve gençlik bir başarı mı? Kolay ve eğlenceli olanı, güzel olanı izlemeyi seviyor insanlar. Tüketim toplumuna da hizmet ettiği için güzellik kraliçesi yarışması hiçbir zaman son bulmayacak fakat artık yalnızca magazin basınının haberi. 20 Şubat 1909 – Fütürizm kelimesi ilk defa kullanıldı. İtalyan şair ve editör Filippo Tommaso Marinetti’nin Le Figaro gazetesinde yazdığı “Fütürizm Manifestosu” adlı makalesi, geçmişe, geleneksel olana karşı çıkıp, değişimi, özgünlüğü ve yeniliği kucaklayan sanat akımının ismini oluşturdu. Filippo Marinetti’nin Zang Tumb Tumb adında bir şiiri var. “Şiir yoktu bizim düş gücümüzden önce/ Sözcüklere özgürlük çok yaşa/ Fütürizm sonunda... sonunda... sonunda... sonunda...” diye başlıyor, sürüyor: Zang Tumb/ Tumb tumb/ Tuuuuum. Bir başka şiiri de şöyle çevrilmiş Türkçeye: Gürültüler arasından... dan... dan.../ gelir bir ses uzaktan/ makinenin gürültüsü/ pistonun gümbürtüsü/ piston... ton... ton...ton.../ piston... pis...ton... Çağın karmaşasını, gürültüsünü, makineye dayalı yaşamını yansıtmak, sanatsal bir gerçeklik olarak ifade etmek isteyen fütüristler anlamı boş veren, sese, söze, görsele dayalı şiirler yazmışlar. Türk edebiyatında, Nazım Hikmet’in fütürizmden etkilendiği söylenir, Makinalaşmak İstiyorum adlı şiiri, fütürizmin etkisiyle yazılmış şiirlere örnek gösterilir. Makinalaşmak istiyorum Trrrum, Trrrum Trrrum Trak tiki tak Makinalaşmak İstiyorum beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri! trrrrum, trrrrum, trak tiki tak makinalaşmak istiyorum! mutlak buna bir çare bulacağım ve ben ancak bahtiyar olacağım karnıma bir türbin oturtup kuyruğuma çift uskuru taktığım gün! trrrrum trrrrum trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum! Bana öyle geliyor ki, edebiyatımızın ayrıksı yazarı Sevim Burak’ın Everest My Lord roman/ oyunu da fütürizmden izler taşıyor. Bu garip metni okumuş olanlar, sözcüğün ve görselliğin nasıl öne çıktığını bilir. Küçük bir alıntı: “Lordun koluna girer/ Lord çalışmasını bitirmiştir/ Bitmiş miydi/ Bitiyormuş/ Bitiyor mu/ Bitmeliydi/ Bitmemeliydi/ Bitmedi/ Bitmez/ Bitmeyecek/ Bittiyse/ Biterdi/ Biter/ Bitiyor/ Bitmiyor/ Bitmiyormuş/ Bitsin/ Bit/ Bitmişti....” Aynı sayfanın bir kenarında da kocaman bir Ş harfi ve “yüzüne bir şamar attım ki sorma” cümlesi vardır. Buna benzer örneklerle, sözcüklerle, desenlerle dolu bu kısacık anlatıyı okumak değişik bir deneyim. Memet Fuat’ın kitaptaki notundan öğrendiğime göre, Sevim Burak bu metni bir piyes tasarısı olarak başlamış fakat sonradan roman olarak nitelemekte direnmiş. Marinetti ile ilgili ilginç bir gerçekse, Mussolini yandaşı oluşu. İtalyan fütüristler faşizme sıcak bakmışlar. Faşizm destekçileriyle fütüristlerin birleştikleri nokta, şiddete olan hayranlıkları, köktencilikleri. Fütüristik bildiri şöyle diyor: “Güzellik yalnızca savaşımda söz konusudur. Saldırgan özelliklerden yoksun bir yapıt başyapıt olamaz. Biz saldırgan devrimi, ateşli uykusuzluğu, koşar adımı, ölüm taklasını, tokadı ve yumruğu övüyoruz.” Geleneksel olana duyulan bağlılık faşizmin en önemli düşüncelerinden biri olduğuna göre, geçmişe karşı çıkan fütürizmle ilişkisi bir yandan da şaşırtıcı. Eskiyi yıkmadıkça yeniyi yapmak olanaksızdır, diyor fütürizm, geleneksel değerleri yücelttiği gerekçesiyle müzelerle kütüphaneleri yıkmayı bile öneriyor. 23 Şubat – Yılmaz Odabaşı: “Düşünüyorum da, bazı hayatlar kısa öyküler gibi yaşanırlar; kurguları ve basitliğe düşmeyen yalınlıklarıyla, hızlarıyla çarpıcı ve dolaysız olurlar.“ Umarım edebiyattaki öykü mü, roman mı tartışmasının yanına, günlük yaşamda tartışmalar eklenmez: “Benim hayatım kısa öykü, seninki roman...” Hayat, içinde bir dolu kısa öykü olan bir roman aslında. Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Ocak - Şubat 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Yorumlarayşe güven
{ 16 Mart 2017 09:06:06 }
Bildiğimizi sandığımız konuları, cümlelerde, anlatımda görmek iyi geliyor insana...
deniz
{ 16 Mart 2017 06:44:43 }
"Çünkü edebiyat yaşama öykünür. Yoksa yanılıyor muyum, yaşam mı edebiyata öykünüyor? "
Diğer Sayfalar: 1. ben de bilmiyorum Sevgili Saba :)
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|