|
Edebiyat Takviminden (*) Notlar; Kasım – AralıkKategori: Günün içinden notlar | 2 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 31 Ocak 2017 09:54:51 1 Kasım 1977 – Martin Scorsese’nin yönetmenliğini yaptığı Taksi Şoförü’nün Türkiye’de ilk gösterimi yapıldı. Amerikan Film Endüstrisi tarafından elli ikinci en önemli film seçilen ve ülkenin Ulusal Film Arşivi’nde saklanan bu ünlü filmi geçen hafta bir kez daha izledim.
Yasaların ve polisin kimi durumda işe yaramadığını fark edip, iyiliği, doğru olanı sağlamayı kendine görev edinen, yalnız ve bunalımlı taksi şofürü Travis... Robert De Niro’nun bir zamanlarki genç ve ince yüzünü unutmuşum. Yeni filmlerinden hangisini izledim en son? Joy’da, Joy’un babası Rudy Mangano’ydu. Zevksiz komedi Çılgın İhtiyar’daysa Dick Kelly. Yıllar insanı değiştiriyor değiştirmesine de, özün dışa vuruşu hep aynı. Robert De Niro’nun kaşları yine aynı biçimde kımıldıyor, gülüşü, konuşmasındaki vurgulama aynı. Travis’in aynada yansıyan görüntüsüyle yaptığı konuşmanın yer aldığı sahne, filmin en ünlü sahnesi... Konuşmanın bir parçası, “Bana mı söylüyorsun?” sorusu (You talkin’ to me?), filmin gösterildiği yıllarda dillere dolanmış, bir ‘pop kültür söyleyişi’ haline gelmişti. “Bana mı söylüyorsun? Bana mı dedin? Bana mı dedin? Kiminle konuşuyorsun? Başka kiminle konuşabilirsin ki, burda sadece ben varım. Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun?” Yüzden fazla filmde oynamış Robert De Niro, hepsinin de harika olduğunu söyleyemem. Muhteşem olanlar, harika olmayanları unutturmaya yetiyor. * 3 Kasım 1957 - Dünya yörüngesine gönderilen Sovyet uzay köpeği Layka orada öldü.Sovyetler Birliği 4 Ekim 1957’de dünyanın ilk yapay uydusu Sputnik 1’i, bundan bir yıl sonra da, içine Layka adlı köpeğin bindirildiği Sputnik 2’yi fırlattı. Birinci uydu yörüngede üç ay döndükten sonra atmosfere girdi, yanarak dünya yüzeyine düştü. Sputnik 2 geri dönmedi. Layka’yla birlikte uzayın sonsuzluğuna karıştı. Haruki Murakami’nin Sputnik Sevgilim adlı romanında Sumire, aşık olduğu Myu’dan ‘Sputnik Sevgilim’ diye söz eder. Romandan tadımlık bir alıntı: “Sumire o günden sonra Myu’yu Sputnik Sevgilim olarak anmaya başladı. Bu sözün tınısını sevmişti. Ona köpek Laika’yı çağrıştırıyordu. Uzayın karanlığında sessizce dönen yapay bir uydu. Küçük penceresinden bakan köpeğin parlak, kara gözbebekleri. Uzayın sonsuz ıssızlığında acaba neye bakıyordu o köpek?“ * 11 Kasım 2003 - Mısır Hükümeti, Mısırlı olmayanların göbek dansı yapmasını yasakladı. Mısır Hükümeti yerli oryantalleri korumak için bu kararı aldığını, yabancı dansçılara artık çalışma izni verilmeyeceğini açıklamış. (Bu olay 2003’te- şimdi durum kim bilir nasıl) Kahire’de çalışan Caroline adlı Amerikalı dansçı, Mısır toplumunun Müslüman kadınların açık kıyafetle dansına gitgide daha az hoşgörü gösterdiğini, yerli dansçı sayısının azaldığını söyleyerek, bu karara karşı çıkmış. Yerli dansçılar gecede 250-300 dolar alıyor, yabancıların kazancıysa, bazen 1600 doları buluyormuş o günlerde. Tam da herhangi bir Orta Doğu ülkesinden (Türkiye’den de) bekleneceği gibi... Nedir bu Orta Doğu ülkelerinin Batılı yabancılara olan ilgisi? Sidney’de bir Lübnan lokantası, La Beirut... Bir Cumartesi gecesi... Dolgun kalçalarıyla çember çizen dansöz, izleyenlerden kopup gelen alkışa, hoplayan göbeğini armağan ediyor. Bir Jamila, belki de bir Nejla olabilir o, fakat aslında bir Alice bu güzel kadın... Beline doğru uzanan sarı buklelerin altında kahve koyuluğunda saçı gizliyse de, açık renk teni, yüz hatları, dans etmediği zamanlardaki hareketleri onun bir Avustralya kızı olduğunu söylüyor. Masalardan birine yaklaşıyor, el çırparak eşlik eden kadınlardan birini yanına çekiyor Alice. Omuzları hemen o anda titremeye başlıyor kadının, sabırsızlıkla bekliyordu bu ânı. * 17 Kasım 1972 – Türkiye’nin ilk kadınlar partisi olan Türkiye Ulusal Kadınlar Partisi kuruldu. 1980 darbesi sonrasında kapatılan bu partinin amacı, meclisteki erkek egemenliğini azaltmak, kadın hakları için savaşmaktı. Neden kadınlar siyasete girip de yalnızca kadın sorunlarıyla uğraşsınlar? Başka bir alanı, örneğin edebiyatı düşünürsek, kadın olan bir yazar yalnızca kadın sorunlarını mı yazacaktır? (Bir yazar, kadın sorunlarını yazmayı seçse de, işin içine tüm insan ilişkileri girecektir, bu da ayrı bir konu elbette.) Erkekler Partisi diye bir siyasi parti yokken, kadınlar partisi niçin var? Kadınlar erkeklerle birlikte, çok amaçlı siyasi partilerde yer alsalar daha iyi olmaz mı? Siyaset ve sanat birbirinden çok farklı. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olabilmeleri, siyasette doğrudan buna yönelik çaba göstermeleriyle mümkün görünüyor. Var olan siyasi partiler içinde yer alarak, istenen sonuca ulaşmak kolay değil, bekleyecek vakit yok. Birinci amacı bu olan siyasi temsilcilere ihtiyaç var. Alfabe’ye ancak okumayı öğrendikten sonra gerek olmayacağı gibi, kadın siyasi partilerine de, ancak kadınları ilgilendiren sorunlar çözüldükten sonra gerek kalmayacak. İngiltere’de, Kadınlara Eşitlik Partisi (Women’s Equality Party), İsveç’te ve Norveç’te, Feminist Girişim (Feminist İnitiative), Hindistan’da, Birleşik Kadınlar Cephesi (United Women Front), Filipinler’de, Gabriela Kadınlar Partisi (Gabriela Women’s Party) - adını on sekizinci yüzyılda yaşamış ünlü bir kadın generalden almış - gibi kadın partileri çalışmalarını sürdürüyor. Ülke yöneticilerinin sık sık kadınları ezmeye yönelik söylemler verdiği Türkiye’de böyle bir parti gerekmiyor mu? * 26 Kasım 2008 - F. Scott Fitzgerald’ın kısa hikayesinden sinemaya uyarlanan Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi filminin gösterimi yapıldı. Bir kitabı okuduktan sonra filmini izlemek daha güzeldir ama bu kez tersi oldu. Yaşlandıkça gençleşen adamın öyküsünü, kütüphanede bulduğum eskimiş bir kitaptan, geçenlerde okudum. Babasıyla ilk karşılaşmasında, beşiğinin içinden “Benim babam sen misin?” diye seslenen ihtiyar bebeği, “Kimsin sen? Nerden çıktın?” sorusuyla yanıtlıyordu şaşkın baba. Henüz adı verilmemiş bebek, ışığı kaçmış solgun gözleriyle, kendinden daha genç görünen babasına bakıyor, “Kim olduğumu kesin olarak söylemem mümkün değil, çünkü yalnızca birkaç saat önce doğdum ama soyadımın Button olduğu kesin.” diyordu. Scott Fitzgerald öykü yayımlandıktan kısa bir süre sonra, benzer bir konunun Samuel Butler’ın Note-Books adlı kitabında yer aldığını fark ettiğini söylemiş. Daha sonraki yıllarda başka yazarlar, J.G. Ballard, William Patrick Kinsella, Andrew Sheen Greer konusu ‘tersten yaşlanma’ olan yapıtlar yayımlamışlar. Sanatta ‘taklit’ onaylanmaması gereken, yüz kızartıcı bir şey mi? Hogarth Press’in “Hogarth Shakespeare” dizisi, bir yıl önce Jeanette Winterson’un Zamandaki Boşluk romanıyla başladı. Kış Masalı’nı yeniden yazmıştı Jeanette Winterson. Shakespeare yapıtlarını yeniden anlatan başka yazarlar, başka kitaplar geldi ardından. Margaret Atwood’un daha yakınlarda kitapçılarda yerini alan romanı Hag-Seed, Fırtına adlı oyunun tekrar yazımı. Jane Austen’in Gurur ve Önyargı’sını bambaşka biçimde yeniden yazan bir Seth Grahame-Smith var örneğin. Gurur, Önyargı ve Zombiler, komedi karışık bir korku romanı. Yaratıcılıkla işlendiğinde, sanatta ‘taklit’ ayıplanacak bir şey değil. Pişmiş olan ısıtılıp sunulmayacak, yenisi pişirilecekse. * 27 Kasım 1961 – İstanbul polisi bacağında “Moskova” yazılı kağıt bulunan kargayı nezarete attı. Mehmet kuşun her türünü eskiden beri severdi. Çalıştığı atölyenin önündeki yarı çimen, yarı toprak alana birkaç karga gidip geliyor, konuşur gibi sesler çıkartıyordu. Günler geçtikçe sadece biri kaldı kargaların, ötekiler yok olmuştu. Mehmet tanıyordu artık onu, hızla geliyor, kanatlarını çırpıştırırken tuhaf tuhaf ötüyordu. Herkes ne çirkin sesi var, dese de, Mehmet çirkin bulmuyordu, hiçbir kuşun sesi çirkin değildi ona göre. Bir gün yediği fındıktan uzattı kargaya, bu da nerden çıktı şimdi der gibi kuşkuyla baktı önce karga. Usulca yaklaştı, uzaklaştı, sonra yine yaklaştı. Bir yandan, Mehmet’e gözdağı verir gibi bakıyor, korkutmaya çalışan sesler çıkartıyordu. Bir fındık, ardından bir fındık daha... Her gün biraz daha yakına gelir oldu. Nedendir bilinmez, Mehmet’in aklına tuhaf bir fikir geldi. Bir gün koluna konduğunda, daha önceden hazırladığı, üzerinde Moskova yazılı kağıdı, karganın bacağına sardı. İpi de yanında hazırdı tabii, üç beş kez dolayıp bağladı, kargayı havaya saldı. Bakalım ne olacak, dedi kendi kendine. Ertesi gün karga gelmedi, sonraki gün de, daha sonraki de... Mehmet kargasının nerelerde olduğunu merak etti durdu... Kasım ayında bir Pazartesi bir karganın bacağındaki kağıt nedeniyle tutuklandığını gazetede okuyana dek. * 1 Aralık 1936 – Orhan Veli’nin ilk şiirleri Varlık dergisinde yayımlandı Varlık dergisinde dört şiiri yayımlanmış Orhan Veli’nin. Daha sonra öncülüğünü yapacağı Garip akımının şiirlerine hiç de benzemeyen şiirler bunlar. İçlerinden biri Oaristys, şöyle başlıyor: Ey hatırası içimde yemin kadar büyük, * 7 Aralık 1958 – İstanbul sokaklarında hulahup çevirmek yasaklandı. Hulahupun İstanbul’da neden yasaklandığını bilen yok. Ankara’da yaşayan Amerikalı bir kızın hulahup çevirirken vefatını neden gösterenler var. Fakat yasak niçin İstanbul’da da, Ankara’da değil? Belki de asıl neden Japonya ve Endonezya’nınkiyle aynıdır. Japonya ve Endonezya, herhangi bir kişinin kamuya açık bir yerde kalçalarını sallamasının ahlâksızca ve yersizce bir davranış olduğunu gerekçe gösterek yasaklamış hulahupu. Hulahupun milâttan önce 500 yıllarından bu yana ortalıkta olduğu düşünülürse, insanlık ne tuhaf! * 8 Aralık – Pınar Kür: “’Sıkıntı biriktirmek’ diye bir tekniğim vardı. Yani sıkılıyorum, bunalıyorum ama bundan kurtulmak için hiçbir şey yapmıyorum. Tersine eve kapanıyorum. Sonunda o biriken sıkıntı bir patlamayla son buluyor.“ Nietzsche’nin dediği gibi: “Acı çekme, büyük acılar çekme disiplini- bilmiyor musunuz ki, insanlığın şimdiye dek yükselişini sağlayan tek şey, bu disiplindir. “ (**) Herkesin yalnızca ‘mutluluk biriktirmek’, hatta ‘mutlu görüntüsü biriktirmek’ peşinde olduğu bugünlerde her şey nasıl da sığ! * 22 Aralık – Selçuk Baran: “Nostalji de bir kaçış değil mi? Hem de kaçışların en güzeli.“ Evet, öyle. Nostaljiye karşı çıkanlar; rahat bırakın nostaljiyi... Geçmiş olana duyulan özlem hep vardı, hep var olacak. Sanatçı olmak gerekmez, nostalji herkesi besleyen bir şey. * 30 Aralık – Özdemir Asaf’ın ‘Karanlık Hep Kendine Gider’ şiirinden: Karanlık, açmaz kapısını,Sanki, şiir takvim yaprağından sesleniyor, ”İlk dörtlüğüm nerede? Tamamlayın... Eksiğim ben.” İşte, olmazsa olmaz o ilk dörtlük: Aydınlık, karanlığa gider, seslenir: * Saba Öymen, Ekim 2016 Sydney(Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Kasım-Aralık sayısında (Sayı 72) yayımlanmıştır.) (*) Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi 2016 - İletişim Yayınları (**) “The discipline of suffering, of great suffering - do you not know that it is this discipline alone that has produced all the elevations of humanity hitherto?” Beyond Good and Evil, Friedrich Nietzsche
YorumlarŞafak Kurnaz
{ 01 Şubat 2017 09:36:55 }
Bu seviyeli tarih yolculuğu için teşekkürler
Mustafa Kemal Doğan
{ 01 Şubat 2017 03:16:45 }
Bazen düşünürüm, "üzerine hiç yazılmamış bir konu, daha önce benzeri yapılmamış bir müzik var mı?" diye... Özellikle günümüzün dijital, sanal dünyasında o kadar zorki... Yeni bir kulp takıldı hatta bu kopyalara. "Nostalji" de geç... Üç yıl önce çok popüler olan bir Sezen parçasının nostaljisini yapmış hatun, içine biraz kendi beden parçalarını katmış, iki de cımtak cıstak; al sana nostalji... çok da iyi satıyor... Hollywood' un hali hepsinden beter... yap Godzilla'nın 125. nostaljisini, ekle dijital süslemeleri, al sana yeni bir best-seller... Dijital kameradan sonra, Dünya' daki fotoğrafçı sayısı, insan sayısını çoktan aştı...Çok nadir de olsa; değişik, kişisel bir bakış açısı ve yorumlamayla yeniden yazılan, yeniden yapılan, yeniden yorumlananlar oluyor. İşte onlar, öncekilerinin kopyası olmuyorlar. Yoksa, Hollywood gibi çekilmez oluveriyorlar...
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|