|
|
AhilikKategori: Özel Dosyalar | 0 Yorum | 05 Aralık 2016 00:48:42 Batıni doktrinin, Anadolu’daki bir diğer kurumlaşması da Ahilik örgütü vasıtasıyla meydana gelmiştir. Daha önce görüldüğü gibi eski Mısır loncalarının devamı niteliğindeki İsmaili Fütüvve örgütü, Türkler arasında Orta Asya’da yaygınlaşmış ve “Ahilik” adını almıştı. Örgütün yaygınlaşması ile birlikte, fütüvve ilke ve esaslarını kapsayan Fütüvvetnâmeler yazılarak, sistemin tüm Müslüman dünyasında aynılaştırılması çabaları başladı.
Sözünde durma, doğruluk, güven verme, eli açıklık, alçak gönüllülük, bağışlayıcılık, hoşgörü gibi fütüvve kurallarına uymanın yanı sıra, fütüvve sahibi ve olgun kişi olma yeteneklerini artıran kuralları kapsayan ilk Fütüvvetnâme’nin, 1145 yılında İran’da doğan Abdullah es Suhraverdi tarafından kaleme alındığı görünmektedir. Bu ilk Fütüvvetnâme’de, fütüvve sisteminin kökeninin tasavvuf inancı olduğu açıkça belirtilmektedir. Şimdiye dek ele geçen ve Çobanoğlu tarafından yazılmış olan en eski Türkçe Fütüvvetnâme’de, Ahi zaviyelerinde uygulanan kurallar ortaya konmuştur. Bu Fütüvvetnâme’ye göre; Ahilere, tarih, önemli kişilerin, bilginlerin yaşam öyküleri, tasavvuf, Türkçe, Arapça, Farsça ve edebiyat öğretilirdi. Bir kişi Fütüvveye katılmadan önce, sanat, ticaret ya da bir meslek sahibi olmak zorundaydı. Bu uğraşılardan hiç birinde çalışmayan kişi, Ahi olamazdı. Bu karar daha sonra değiştirildi. Çobanoğlu Fütüvvetnâmesi’nde, manaların, kendilerinden başkalarına gizli olduğu ve bu manalarda, “başkalarını bırakıp bize yönel” denildiği görülmektedir. Çobanoğlu Fütüvvetnâmesi’nde, yola girme (fütüvveye katılma), şed kuşanma töreninde, şakirt ağzından, nakibin okuduğu icazet tercümanlarının, hemen hemen Bektaşi nefeslerine benzediği dikkati çekmektedir. Bektaşilerde tercüman, dua demektir. Türkçe tercümanlarda, Ahilik yoluna katılanların, diğer Ahi Âşıkları’na hizmetkâr olacağı ifade edilir ve Şed (kuşak), müridin beline bağlanırken üç düğüm vurulur. Fütüvvetnâmelerde, Alevi-Bektaşi öğretileri ile Ahiliğin benzerliği açıkça kendisini göstermektedir. Bu Fütüvvetnâme’ye göre de fütüvvenin temelini tasavvuf oluşturmaktadır. Anadolu’ya Yesevi dervişleri ve İsmaili Daileri ile birlikte gelen Ahiler, meslek örgütü mensubu olmaları nedeniyle, kırsal alanlardan ziyade şehirlere yerleştiler. Ahilik, bir meslek örgütü olmanın yanı sıra giriş-davranış töreleri ve sırları olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, Horasan erenlerinden olan Ahi Evren Veli sağlamıştır. Bu, onun lâkabıdır. Asıl adı Nasıruddin Mahmud bin Ahmed’dir (1171-1262). Moğolların, 1220’li yıllarda Türk Harzemşahlar ülkesini yakıp yıktıkları sırada, oralardan Anadolu’ya gelmiştir. Ahi Evren, Anadolu’ya geldikten sonra Konya’ya gitmiş ve orada Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin can dostu Şems Tebrizi’ye biat ederek tasavvuf dersi almış ve bir derviş olmuştur. Konya uleması ile arasında geçimsizlik çıkması sonucu, Ahi Evren ulemaya ve sultana gücenerek Kayseri’ye gitmiş, debbağlıkla geçinmeye başlamıştır. Ancak ardında, Selçuklu başkenti Konya’da çok güçlü bir örgüt bırakmıştır. Şems Tebrizi’nin öldürülmesinden sonra, Mevlânâ’nın en yakın dostu konumuna, Ahi Evren’in sağ kolu olan Sadrettin geçmiş ve bu dostluk neticesinde Mevlevilik ve Ahilik gibi iki Batıni ekol, Anadolu’ya damgasını vurmuştur. Ahi Evren, yüzyıllardır savaşçılık alanında ve dini ahlâki bilgiler vermekte büyük ve önemli görevler yerine getirmiş bulunan fütüvve teşkilatından ve Fütüvvetnâmelerden yararlanarak, Ahi teşkilatını kurmuştur. Ahi Evren, yaşadığı dönemde, ahlâkla sanatın ahenkli birleşimi olan Ahiliği öylesine itibarlı duruma getirmiştir ki, bu kurum yüzyıllar süresince Anadolu’da bütün esnaf ve sanatkâra yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiş, Yeniçeriliğin kuruluşunda, Hacı Bektaş töreleriyle birlikte önemli rol oynamış; devlet adamları bu kuruluşa girmeyi şeref saymışlardır. Ahi Evren’in fütüvveye getirdiği en büyük yenilik, operatif Masonların, aralarına kabul edilmiş Masonları almaları gibi bir sistemi Ahilik kurumunda uygulamış olmasıdır. Diğer fütüvve teşkilatlarında bir mesleğe üyelik zorunluluğu varken, Ahi olmak için bir meslek ya da sanat sahibi olma zorunluluğu kaldırılmıştır. Bu karar ile Ahi zaviyelerine, işçi ve çıraklardan başka öğretmenler, müderrisler, kadılar, hatipler, vaizler, emirler, yani bölgenin saygın ve ulu kişileri de devam edebildi ve kuruluşun etkinliği arttı. Ahiliğe kabul şartı, iyi ahlaklılık, yardım severlik ve cömertlik olduğundan, teşkilata girenler, temiz ahlâklı ve iyilik sever kişilerdi. Ahiler arasından, üst düzey yöneticiler, tabipler, valiler, komutanlar, müderrisler ve kadılar yetişmiştir. Ahi Evren’in şeyhliği altında, Ahilik teşkilâtı kısa sürede tüm Selçuklu şehirlerine yayılmış ve Babailer İsyanı sırasında, Batınilere elden gelen tüm yardımı yapmıştı. Ahiler, daha sonraki dönemlerde de kendilerine en yakın kişiler olarak Alevileri, Bektaşileri ve Mevlevileri gördüler. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Ahiler oldukça önemli bir rol oynadı. Bazı kaynaklar, devletin kurucusu olan Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’nin ve 3. Sultan Birinci Murat’ın, Ahi teşkilâtı üyesi olduklarını belirtmektedir. Ancak, Osmanlı Devleti genişlemeye ve imparatorluğa dönüşmeye başlayınca, sultanlar kendilerinden önceki Türk yöneticilerinin yolunu seçmiş ve kitleleri yönetmekte yöneticilere çok daha fazla imkân sağlayan Sünni tarikatlara girmişlerdir. Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların kesin eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak aşama bakımından, küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır Ahiliğe girecek olanlarda belli nitelikler aranır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından önerilmesi zorunludur. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde iyi tanınmayanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin; insan öldürenler, hayvan öldürenler (kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamaz. Kasapların, insan öldürenler ile aynı kategoriye konulması Batıni inançtan kaynaklanmaktadır. Ahi örgütünün Anadolu’da yerleştirilip yaygınlaştırılmasıyla şu sonuçlar elde edildi: 1. Göçebelikten yerleşikliğe geçiş, yani Türk şehirleşmeciliği çok hızlandı.Ahilik Anadolu’da ahlâkla sanatın ve insanlar arası yardımlaşmanın birleştiği sentezi, köylere dek yaygınlaştırmıştır. Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı “Yaran Odaları”dır. İran ve Arap bölgelerinde Ahiler gibi bir sınıfa, örgüte rastlamıyoruz. Oralarda, Yaran Odaları’na benzeyen yardımlaşma kurumlan da yoktur. Şehirlerdeki Ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her tür gereksinimlerini vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar; aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdi. Salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik gibi nedenlerle harap olmuş, yoksul düşmüş köylerin halkı, Ahilerin kurduğu “Yaran Odaları” sayesinde rahat bir nefes alabiliyordu. Bu vakıflar aracılığıyla, köy halkının, “imece” denen, topluca yapılan yardımları, daha çabuk ve daha etkin olarak ihtiyacı olana ulaştırılabiliyordu. Örgüte giriş, diğer Batıni tarikatlar gibi, özel bir tören ile olur. Törende adaya kuşak bağlanır ve tüm insanlara karşı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluk ve yiğitlikten ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık, sonsuz itaat ve ketumiyet istenir. Dinsizler, örgüte kesin giremez; ancak, sofuların da Ahiler arasında yeri yoktur. Ahilikte de bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat, dostluk, hoşgörü, yasaklara uyma gibi vasıfların verildiği aşamalardan geçilir. Bu vasıflara sahip olmanm dışında, Ahiliğin önde gelen altı ilkesi şunlardır: 1. Elini açık tut,Ahilikte, üç aşamalı ve 9 dereceli bir inisiasyon sistemi uygulanır. Birinci aşama olan Şeriat Kapısı’nda, müride mesleki bilgiler, Kuran bilgisi, okuma yazma, Türkçe, matematik ile örgütün anayasası niteliğinde olan Fütüvvetnâme öğretilir, ikinci aşama olan Tarikat Kapısı’nda, mesleki bilgi en üst düzeye ulaştırılır; tasavvuf bilgisi, müzik, Arapça ve Farsça üzerine eğitim yapılır. Bu aşamada mürit ayrıca, askeri eğitim de alır. Şeyh mertebesine erişilen üçüncü aşama, Marifet Kapısı’dır. Bu aşamada müritten Tanrı’ya inanması, benliğini öldürmesi, ululara hizmet etmesi ve cehalet karşısında susması istenir. Ahilik anayasasına göre, ancak bunların tamamlanmasından sonra Hakikate ulaşılması, insanın Kemale ermesi mümkün olur. Takipçisi olduğu Fütüvve gibi, Ahilik de 9 dereceli bir sisteme dayanır. Her kapı, üç dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır: 1. Yiğit.Yiğitlik ve Yamaklık, teşkilata kabul öncesindeki hazırlık aşamalarıdır. Ahilik örgütüne gerçek kabul, Çıraklık aşaması ile başlar. Operatif dereceler, Çırak, Kalfa ve Usta dereceleridir. Bundan sonraki dereceler ise Lonca teşkilâtlarının idari dereceleri niteliğindedir. Bu basamakların, birinden ötekine geçiş süresi, fütüvvetnâmelere göre bin gün, yaklaşık üç yıla yakın sürerdi, ama yamaklıktan çıraklığa, iki yılda geçilebilirdi. Çıraklıkla kalfalık, kalfalıkla ustalık arası süre, kişinin sanatında ve mesleğinde ilerleme düzeyine göre, üç yılı da aşabiliyordu. Ahilik teşkilâtına giriş ve derece yükseltme törenleri şöyledir: Yiğit: İyi ailelerin, temiz ahlaklı, 10 yaşından küçük erkek çocukları belirlenerek, bunlara Yiğit lakabı verilir.Üstatlık törenleri ilkbaharda yapılır. Üstatlığa lâyık görülen kalfaya, en az otuz gün önce, yükseltilmesinin uygun bulunduğu bildirilir ve dükkân bulmaya izin verilir. Kalfa bir dükkân bulduğunu kendi ustası aracılığı ile kahyaya bildirir ve tören günü kararlaştırılır. Törene, dahili ve harici bütün üstatlar, öteki bütün esnafın kahyaları, memleketin müftüsü ile kadısı da çağrılır. Kahya köşkünde, esnaf kahyaları ve üstatları iki sıralı bir çember teşkil ederler. Ön sırada kahya ve onların arkasında üstatlar otururlar. Çemberin ortasına yerleştirilen yuvarlak bir sedir üzerinde de kahyaların en yaşlısı ile müftü ve kadılar otururlar. Üstat olacak kalfa, sağında kahyası, solunda ustası olduğu halde meclise girer, oradakileri selamlar. Müftünün işareti üzerine, imam bir dua (aşir) okuyarak toplantıyı açar. Müftü, ticaret, sanat ve çalışma hakkında bazı ayetler, kadı da bu mealde birkaç hadis okuyup, anlamlarını anlatırlar. Toplantıya başkanlık eden kahya, kalkıp asasına dayanır, yeni üstadı önüne çağırıp karşısına alır. Peygamberlerin hangisinin, hangi sanatın piri olduğunu söyleyip, esnafın silsilesini pirine kadar çıkardıktan sonra, ticarette sadakat ve doğruluk, esnafa, müşteriye saygı duymak, malına hile karıştırmamak, malındaki ayıp ve noksanı, satıştan önce alıcıya bildirmek, özetle, kimsenin zararına çalışmamak gereğini anlatır. Padişaha itaati, bilginlere saygıyı, halka şefkat ve merhamet duymayı, küçükleri sevmeyi, kimseye eziyet etmemeyi, kalfa ve çıraklarına çocukları gibi bakmayı öğütleyerek sözlerini bitirir. Bundan sonra üstadı söze başlayarak, yeni bir üstat yetiştirmek amacıyla içtenlikle çalıştığını ve Tanrı’nın yardımı ile bunu başardığını, yeni üstadın her halinden memnun olduğunu bildirir. Yeni üstattan, üstat olabilecek özellikleri kazandığma Tanrı için tanıklık eder ve helallik ister. Ancak bugün toplantıda konuşabilme yetkisini alan yeni üstat, üstadmda, kendisinin bir hakkı olmadığını bildirince, üstadı, eski kalfasının arkasını sıvazlayarak şöyle der: “Taşı tut altın olsun, Tanrı seni iki cihanda aziz etsin. Tuttuğun işte hayır gör. Geçenler, erenler, pirler daima yardımcın olsun. Tanrı rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin. Bilginlerin dediklerini, kahyaların öğütlerini, benim sözlerimi tutmazsan, ana-baba, hoca, usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkını alırsan, hulasa, Tanrı’nın yasaklarından sakınmazsan, yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun.”Daha sonra, kalfanın belindeki kalfalık peştamalını (şed) çıkarıp, kendi eliyle üstatlık peştamalını kuşatır. Bundan sonra dua edilir. Yeni üstat, birer birer oradaki büyüklerin ellerini öper, dualarını alır. Bundan sonra, müftü ve kadılar, kollarına ikişer üstat geçtiği ve önlerinde bir kahya, yanlarında dört üstat, arkalarında on kalfa ve beş çırak bulunduğu ve en önde esnafın sancağı taşındığı halde, bir alay teşkil ederek şehirde tur atar. Tören bittikten sonra, sırası ile kalfalar, çıraklar ve yamaklar yeni üstadın elini öper. Atölyede, sanat eğitimi; Ahi zaviyelerinde, kültür ve genel bilgi alarak çifte bir eğitim gören Türk esnafı ve sanatkârı, hem aralarında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de Collegia üyesi yerli Bizans sanatkârlarıyla yarışabilecek bir sanat ve meslek yeteneğine kavuşmuş oluyorlardı. Ahilik, Anadolu Türk’üne, alın teri ile geçinme, kendine güvenli yaşama yeteneği kazandır mış, bu ruhu onlara aşılamıştır. Ahiler, aralarında kurdukları güçlü ve etkili bir oto kontrol ile de standart, sağlam ve ucuz mal satarak, her dinden ve milletten kişilere, güvenli ortamda ürünlerini satarak işlerini yürütmüşlerdir. Ahilerin ahlâk dışı saydığı; Ahi’yi, Ahilik’ten çıkaran şeyler şunlardı: İçki İçenAhiler, yalnızca ekonomik bir örgütlenmeyi değil, ortaçağ Avrupa’sının Şövalye Tarikatları gibi, dini-askeri bir örgütlenmeyi de gerçekleştirmişlerdi. Örgüte kabul edilen müride, bir profesyonel asker kadar değilse bile kendisini savunmayı bilecek kadar silah kullanma sanatı öğretiliyordu. Bu gelenek, Mısır’da ilk kurulan Fatımi fütüvve örgütünden bu yana devam etmekteydi. Selçuklular döneminde, sultanların düzenli orduları dışında, ülkedeki en güçlü silahlı örgüt, genç kalfa ve ustalardan oluşan Ahi müfrezeleriydi. Moğol istilaları sırasında, sultan kuvvetlerinin yenilip kaçtığı anda, pek çok kenti Ahi müfrezeleri savunmuştu. Ahilere silah kullanma, ata binme, ok, kılıç, kalkan kullanma gibi askerlik bilgisi, bunları iyi bilen kişilerce verilirdi. Bu dersleri verecek kişide şu deneyimler aranırdı: 1. Ahi görmek, 2. Şeyh görmek, 3. Bir adayı eğitip, yetiştirmiş olmak. Ahi ve şeyh gözetiminde bu eğitimi almayanlar, bu alanda öğretmen olamazlardı. Bu da Ahilerin her alanda eğitime ve deneyime ne ölçüde değer verdiklerini göstermektedir. Tüm şeyhlerin lideri konumundaki Şeyh ül Meşayıh’ın bir diğer adı da Ahi Baba idi. Zaviyenin ve yapılan toplantıların da başkanı olan Ahi Baba seçimle başa gelirdi. Onun buyruklarına, uyarılarına kesinlikle uyulurdu. Bu başkanlar, sultanın ya da emirin bulunmadığı yerlerde, oranın bütün yönetim işlerini de üzerlerine alırlar; bu yüzden de buyrukları ve yasakları, davranışları, ata binişlerindeki protokol kuralları, hükümdarlarınkine benzerdi. Kendilerini paralı askerler vasıtasıyla koruyan beyler, emirler bile Ahilerden çekinirlerdi. Moğolların kesin zaferinden sonra, valilerin ve beylerin kentlerden kaçmaları üzerine onların görevlerini de Ahiler yürütmüşlerdi. Bu dönemde, Selçukluların güçlü veziri Pervane dahi Ahilerin gücü karşısında boyun eğmiştir. Ahiler hakkında ilk defa, görgüye dayanan ve toplu bilgi veren kişi, ünlü Berberi gezgin İbn-i Batuta’dır. İbn-i Batuta, Osmanlı Sultanı Orhan zamanında (1326-1359) Anadolu’nun birçok şehir, kasaba ve köylerini gezmiş, Ahilere konuk olmuştur. Batuta, izlenimlerini şöyle anlatır: “Bilad-ı Rum adıyla anılan bu ülke, dünyanın en güzel yeridir. Tanrı, başka yerlere ayrı ayrı verdiği güzelliklerin hepsini birden bu ülkeye vermiş. Ahalisinin yüzleri çok güzel, giysileri temiz, yemekleri nefistir. Bereket Şam’da, şefkat Rum’da (Anadolu’da) dendiği doğrudur. Yani gerçek şefkat, Anadolu halkı olan Türkmenler arasındadır. Bu bölgede hangi eve ya da zaviyeye insek, erkek ve kadın komşularımız halimizi hatırımızı sorarlardı. Burada k.ıdınlar örtünmezler, erkeklerden kaçmazlar. Ayrılışılımzda, sanki kendi halkımızdan, akrabalarımızdan birileriymiş gibi candan uğurlarlar, kadınlar ağlarlar. Ahiler, Anadolu’da oturan Türkmen kavminin her şehrinde, kasaba ve köyünde mevcutturlar. Yabancılara yardım etmek, onları konuklayıp yedirip içirmek, bütün ihtiyaçlarını görmek, zorbaların hakkından gelmek, zalim ve edepsiz tabakasını ortadan kaldırmak hususunda, bunların bir benzeri daha yoktur. Ahilik; kişiye, mesleğinde ve ahlâki davranışında yüksek fazilet ve saygınlık verdiğinden, 1230’lu yıllardan, meslek ve sanatın her türlü kontrolünün bu kuruluştan alınıp, meslek ve sanat tutmanın serbest bırakıldığı 1860’lı yıllara dek, 630 seneden çok bir süre, Anadolu Türk’ünün sanat, ticaret ve meslek kuruluşlarını ayakta tutabilmiştir. Ahi Evren’in düzenlemiş olduğu kurallara göre, mesleklerin ve sanatların bölüştürülmesinden malların işlenişine, satılışına dek, her tür işlem inceden inceye ayarlanmıştır. Bu kurallar, hem meslek erbabı arasındaki rekabeti, hem de, üretici-tüketici sürtüşmesini, kavgayı ortadan kaldırmıştır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, Anadolu Türklerine sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında, aşağı yukarı 630 yıl yön verip, ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak kendi kural ve kurullarıyla, Üçüncü Sultan Ahmet dönemine dek sürdü. Adı geçen bu Osmanlı sultanı döneminde, 1727 yılında “gedik” denen bir düzen uygulanmaya başlandı. Ahiler birliği mensuplarına, tezgâh başında sanat, zaviyelerde edep öğretmenin Müslümanlara özgü olarak sürüp gelmesi 17. yüzyıla kadar sürmüş, fakat Osmanlı Devleti’nin, Gayri Müslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanat ve sanatkarlar çoğalıp, dalları arttıkça, bu Müslüman ve GayriMüslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, GayriMüslim tebaanın artmasıyla orantılı olarak, çeşitli dinlere mensup kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur. Bu, din ayırımı gözetilmeden kurulan, eski niteliğinden fazla bir şey kaybetmeyen yeni organizasyona, “gedik” denmiştir. Gedik sözcüğü Türkçedir. Tekel ve imtiyaz (ayrıcalık) anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi başkalarının işleyememesi koşuluyla, hükümetçe verilen beraün ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gedik, sahiplerince yapılacak işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satamaması şartıyla, hükümet tarafından verilen senedin içindeki hükümlerin kullanılması ve yürütülmesidir. Bu tarz esnaflık ve sanatkârlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar bir kişi, çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça, dükkân açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak ellerinde imtiyaz fermanları olan kişiler sanat ve ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp, eksiltilmemesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını artırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsarlar. Esnaftan biri sanatını bıraktığında, kendi elinde tuttuğu ustalık hakkını, esnaf içinden yetişmiş bir kalfaya verdiğinde, sanatına ait alet ve edevatı da satar ya da esnaftan birinin ölümü halinde, aletleri, varislere bir miktar para ödenerek yeni ustaya devredilirdi. Ruslarla yapılan Kırım Savaşı’nın ardından, Osmanlı Sultanı Birinci Abdülmecid’in 1856’da yayınladığı “Islahat Fermanı” ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün uyruklarının her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında, bütün gedik beratları sona ermiş oldu. Tanzimat’ın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayiinin gelişmesi gerektiğinden ve istendiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiştir. Lonca örgütünün dağılışı, Osmanlı Devleti’nce, bu sıralarda adeta onaylandı. Bozuk oldukları gerekçesiyle havai gedik mamullerinin satışı 1860’da yasaklandı. Devlet, sanatkârın durumunu düzeltmekle değil, Avrupa’yla uğraşmaktaydı. Bu düşünceyle çökmüş olan loncaları, gedikleri düzeltme yoluna hiç gidilmedi. 1861 yılında da tekelcilik usulü kaldırılarak yeni gedik tesis edilmemesi kanunu çıktı. Böylece, sanatkârın bu tarihi teşkilâtlanması sanatçı olmayanlara da açılmış ve yeni genişlemeler yapabilecek durumdan çıkarılmıştı. Esnaf çökmüştü. Ortada, artık işleyen tezgâh kalmamıştı. Nihayet 1912 yılında çıkartılan bir kanun ile Ahilik müessesesi tamamen kaldırıldı. İttihat ve Terakki Fırkası, Ahiliği yeniden ihya etmeye gayret etti. Bu çaba sonucunda, Esnaf Birlikleri ortaya çıktı. Her birliğin başında bir kahya bulunmaktaydı. Bu kahyalar, İttihat ve Terakki ile çok yakın siyasal ilişki içinde oldular. Ancak, bu birlikler ekonomik alanda değil siyasal alanda etkili oldular ve müessese olarak Ahiliğin diriltilmesine bir etki yapamadılar. Bu esnaf birlikleri Kurtuluş Savaşı sırasında da, şehir ve kasabalarda direnme teşkilâtları kurarak bağımsızlık için savaştılar. Kaynak : Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi – Cihangir Gener
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|