|
Edebiyata ve yaşama dair | Takvimden yola çıkan notlar, Mayıs - HaziranKategori: Günün içinden notlar | 0 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 21 Eylül 2016 05:39:49 2016 Edebiyat Takviminde (*) yer alan bilgilerin ve alıntıların çağrıştırdığı yazılar…1 Mayıs 1776 - Dünyada olup biten her şeyin arkasında olduğu iddia edilen topluluk İlluminati, Adam Weishaupt tarafından kuruldu. Stanley Kubrick’in Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı) adlı filmini izlemiş miydiniz?
Tom Cruise ile Nicole Kidman’ın baş rollerinde oynadığı film, Manhattan’da yaşayan varlıklı bir çiftin evliliklerindeki sorunları, iç çatışmalarını anlatırken, İllüminati benzeri gizli bir topluluk da giriyordu işin içine. İlluminati, Aydınlanma çağında, 1700’lerin ikinci yarısında, bağnazlığa, bilgiyi engellemeciliğe, bâtıllığa karşı çıkmak üzere kurulmuş bir topluluk ama zaman içinde farklı bir kimliğe bürünmüş. Bugün komplo teorisyenleri, tarihteki pek çok olayın ardında İllüminati’nin olduğunu iddia ediyor. Dünyanın en tanınmış ve etkili kişilerinin bu gizli topluluğun üyesi olduğunu, Waterloo savaşı, Fransız Devrimi, Kennedy suikastı gibi dünya için önemli bir çok olayın İlluminati’nin yönlendirmesiyle gerçekleştiğini düşünüyor. Stanley Kubrick’in, filmin gösterime girmesinden birkaç ay önce beklenmedik bir şekilde ölmesini bile, filmin İlluminati’ye gönderme yapmış olmasına, gizli topluluğu çok fazla ele vermiş olmasına bağlayanlar var. 3 Mayıs - Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi adlı kitabında şöyle yazmış: “Çocuklarımızın kurtuluşu için, türümüzde bir devrim yaratma zorunluluğuyla karşı karşıyayız.” Kitabı okumadım ama sözler ne denli doğru. Fakat bir şey var: herkes, hepimiz, ne yapılması gerektiğini konuşuyoruz da, yapmaya gelince duruyoruz. Herkes başkaları yapsın diye bekliyor. Hatta bazen, bazı konularda, yapılacaklar başkalarına değil, bir başkasına, tek bir kişiye devredilecek neredeyse. Biri çıksa da yapsa! (Bir Atatürk daha çıksa, ah Atatürk gibi biri daha çıksa diye beklemeler...) Beklemekten ve beklerken konuşmaktan yapmaya vakit kalmıyor. 12 Mayıs – Enis Batur söylemiş: “İyi bir okur haftada bir kitap okur, bu yılda elli kitap eder. Ortalama olarak okuma süresinin elli yıl olduğunu dikkate alırsak iki bin beş yüz kadar kitap okuyabiliriz. Bu durumda da bizi sarıp sarmalayacak, etkileyecek, besleyecek kitaplar okumanın faydalı olduğuna inanıyorum. Öfke duyduğumuz, asit salgıladığımız kitapların okunmasının vakit kaybı olduğu düşüncesindeyim.” 14 Mayıs 1998 – Emmy Ödüllü dizi Seinfeld’in son bölümü NBC televizyonunda yayınlandı. Dizi 9 yıldır yayınlanıyordu. “Hiçbir şey hakkında bir tv programı” Böyle tanımlanıyordu dizi. Amerikalı oyuncu ve yazar Jerry Seinfeld, dizide yine kendisini, Jerry Seinfeld’i oynuyordu ama kurmacaydı dizi. Seinfeld’in yanısıra, unutulmaz George Constanza, Cosmo Kramer, Elaine Benes karakterleri ve bu dörtlünün yine unutulmaz diyalogları, şakaları, hikayeleri... Seinfeld, bütün zamanların en güzel Amerikan sitkomlarından biri bence. 23 Mayıs – Yine Gündüz Vassaf: “Her yeni kelime, hem yeni bir keşif olduğu için kendimize, dünyamıza bakma ufkumuzu zenginleştiriyor, hem de artık bilincimize yerleştiği için o kelimenin tutsaklığında bakar oluyoruz dünyaya. “ Gerçekten, bir olguyu ya da nesneyi adlandırdığımız, tanımladığımız zaman, onun çevresini, sınırlarını çizmiş oluyoruz fakat burada değişik bir orantı da var. Tek bir sözcük yalnızca belli bir noktayı aydınlatan küçük bir lamba gibiyse, sonsuz sayıdaki sözcükle sonsuz genişlikte bir alan ışıklanıyor. Evet her yeni sözcük bakış açımızı tutsak ediyor ama bu sözcüğün eksikliğinde bakış açısı diye bir şey olmuyor, en azından dile getirilemiyor, ifade edilemiyor. 23 Mayıs yaprağında yer alan sözleriyle, Buket Uzuner, öykü mü, roman mı tartışmalarına katılmış. “Roman mı hikâye mi zor diye ayırmak yanlış bir sınıflandırma. Bu göz doktoru mu, kulak doktoru mu daha önemli gibi bir şey oluyor. “ Romanla öyküyü birbirinin rakibi değil, kardeşi olarak görmeli diye düşünüyorum. Bu karşılaştırma tıpta yapıldığında, elbette önem farkı değil ama belki güçlük farkı söz konusu olabilir. Ameliyat yapan bir cerrahın ya da acil servisteki bir doktorun işinin daha güç olabileceğini kabul etmemiz gerekmez mi? Edebiyatta karşılaştırılması gerekenler, edebiyatın türleri değil. İki kişiyi, iki çocuğu, iki arkadaşı birbiriyle karşılaştırmak, çoğu zaman onları birbirine karşı kışkırtmaktan başka işe yaramaz . Romanla öykü arasında niye böyle bir ilişki oluşturalım? İkisinin yeri ayrı, ikisini de seviyoruz, okuyoruz. Öyküyü ve romanı, kendi içlerinde değerlendirmeli, verilen ürünleri türün kendi içinde tartışmalı. 30 Mayıs 1960 – 1957’de yayımlanan Doktor Jivago romanıyla Nobel Edebiyat ödülüne layık görülen ancak ödülü reddeden Rus yazar Boris Pasternak öldü. Boris Pasternak Doktor Jivago’yu 1956 yılında bitirdiğinde, yayınlanması için Rusça edebiyat dergisi Novy Mir’e vermiş fakat dergi, sosyalist gerçekçiliğe karşı çıkıyor olduğu için kitabı yayınlamayı reddetmiş. (Sosyalist gerçekçilik, Sovyetler Birliği ve Çin’de ortaya çıkan, sosyalizm ideolojisinin sanat ve edebiyattaki yansıması.) Pasternak da, romanının kahramanı Jivago gibi, bireylerin gönencini, toplumun ilerlemesinden daha çok önemsiyormuş. Pasternak, Nobel Ödülünü hiçbir zaman istememiş. Ödülün, kendisi ve ailesi için tehlike olacağından endişe ediyormuş. Ödülü almak için Stockholm’e gittiği takdirde, Sovyetler Birliği’ne tekrar girişinin engelleneceği açıkça bildirilince de Komite’ye yazarak ödülü reddetmiş. CIA’in, Sovyetler Birliği’nin adını karalamak amacıyla, kitabın Nobel ödülünü alması için çok uğraştığı biliniyor. 2014 te açıklanan dökümanlarla da açıklamış bunu CIA. Kitabın Rusça baskısının Nobel komitesinin eline geçmesi için özellikle uğraştığını, Komite’yi etkilemek için büyük bir propaganda içine girdiğini, kitaptan özel olarak binlerce bastırıp dağıttığını, Batı ülkelerine tatile gelen Sovyet halkına ulaştırdığınıı, Sovyetler Birliği’nde yasak olan kitabı bu yolla ülkeye soktuğunu doğrulamış. Daha sonra, 1970’de Nobel ödülünü alan ve sonrasında Sovyetler Birliği’nden uzaklaştırılan Alexander Solzhenitsyn, ödülü almayı reddettiği için Boris Pasternak’ı çok sert bir dille eleştirmiş. 4 Haziran 1933 - Ahmet Haşim öldü. Unutulmaz şiiri Merdiven’i okuyorum takvim yaprağında: Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak... Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta, Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta... Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta, Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta... 11 Haziran 1923 - Özdemir Asaf doğdu. Sonra Lavinia’yı yazdı... Sana Gitme demeyeceğim Üşüyorsun ceketimi al Günün en güzel saatleri bunlar Yanımda kal Sana gitme demeyeceğim Gene de sen bilirsin Yalanlar istiyorsan Yalanlar söyleyeyim İncinirsin Sana gitme demeyeceğim Ama gitme Lavinia Adını gizleyeceğim Sen de bilme Lavinia 16 Haziran 1923 – Nezihe Muhittin önderliğinde Kadınlar Halk Fırkası kuruldu. Kadınlara siyasi haklar istenilince, basında alay konusu oldu. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesi, aslında durup dururken gerçekleşmemiş. Kadın erkek eşitliğinin, hiçbir zaman kolayca kabul edilen bir olgu olmadığı bir gerçek. Kadınlar, hiçbir ülkede siyasi haklara kolayca sahip olamamışlar. Türkiye’de de, Yeni Cumhuriyet’in eğitimli ve öncü kadınları, Yeni Cumhuriyet’in erkeklerine karşı savaşım vermişler bunun için. Bu kadınlardan biri Nezihe Muhittin. İstanbul’da varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş, bir süre mahalle mektebine devam ettikten sonra, evde özel öğretmenlerle eğitimini sürdürmüş. Daha sonra öğretmenlik yapmış, gazetelerde sosyoloji, pedagoji,psikoloj konulu yazılar yazmış. Romanları, öyküleri, piyesleri var. 1923’de Kadınlar Fırkasını kurduğunda, gazeteler, kadınların siyasi haklar istemesiyle dalga geçmişler. Valilik, kadınların parti kurma hakkı olmadığı gerekçesiyle fırkayı kapatmış. Kolay vazgeçen bir kadın olmadığı anlaşılıyor Nezihe Muhittin’in. Bir süre sonra Türk Kadınlar Birliğini kurmuş. Kadınların düşünsel ve sosyal alanda kendini göstermesi, erkeklerle siyasi haklara sahip olması için çalışmayı sürdürmüş. 1925 yılındaki seçimlerde, henüz kadınlara siyasi haklar tanınmamasına rağmen, Türk Kadınlar Birliği, Halide Edip’le, Nezihe Muhittin’i aday gösterince, Cumhuriyet Gazetesi, “Havva kızları meclise girip, yılın manto modasını tartışacak” diyen yazılar yayınlamış. Türk kadını seçme ve seçilme hakkını pek çok ülkeye göre çok daha erken aldı diye övünüyoruz ama belli ki, erkekler, buyrun sevgili kadınlarımız deyip, kendi elleriyle vermemişler bu hakkı kadınlara. 21 Haziran 1908 – Londra’da 200 bin kadın, seçme ve seçilme hakkı için yürüdü. İngiltere’de kadınların politik haklar için çabalaması 19’uncu yüzyılın sonlarında başlamış. Kadın kuruluşları, 1906’da başa geçen Liberal hükümetten çok umutluymuş fakat umutlar boş çıkmış. 1908’de, iki yüz elli bine yakın kadının Hyde Park’ta yürümesi bile işe yaramamış. Sarah Gavron’un geçen yıl sinemalarda gösterilen filmi Suffragette (Filmin Türkçe adı Direne Direne) bu konuyu etkileyici bir şekilde anlatıyordu. İngiltere’de kadınlar 1918’e dek oy hakkını kazanamamışlar, kazandıklarında da bu, 30 yaşını geçmiş olmak, emlak sahibi olmak ya da bir yeri kiralıyor olmak gibi koşullara bağlıymış. 21 yaşını geçmiş her kadının oy kullanabilmesi ancak 1928 yılında gerçekleşmiş. 29 Haziran 1974 - Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan, “Çocuklara çatal tutması değil, Cenab-ı Hakk’a şükür duası öğretilecek.” dedi. Bari ikisi de öğretilecek deseymiş. (*) Edebiyat Takvimi - İletişim Yayınları
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|