|
Laiklik ve Eğitim – V -Kategori: Laiklik ve Eğitim | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 24 Haziran 2016 12:09:38 Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi “Bid’at” saydıkları ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın zarurî olduğuna inandıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları yüzyıllardır çekinmeden öldürmüşlerdir. Çünkü onlara göre, Kur’ân ve Sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve te'vîle yer yoktur. Kur’ân-ı Kerîm kesin delildir. Evet, “akla yer yoktur” deniyor. Çok açık.
Peki te’vile yer yok ne demek? Örneğin Nisâ Suresi 34. Ayette karınız dövün diyorsa, Bunun aslında “hafifçe dokunun” ya da “sözle, dilinizle dövün” gibisinden kıvırtılmasıdır. Vehhâbiler bunları reddediyor. Dövün diyorsa dövün demek istenmiştir diyorlar. Öyle yumuşatıp acı ilâcı şekerle kaplamaca yok! Birde bid’at var. “Kur'an ve Sünnet dışında emir ve yasak tanınmaz ve Peygamber devrinde olmayan her şey bid’attır. Bir bid'at çıkaran melundur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir” deniyor. Nitekim Peygamberin de “Her yenilik bid’attir ve her bid’at sapıklıktır” dediği savunulur. İslâmda onun için reform olmaz. Peki bid’at dedikleri nedir? Sonradan çıkan âdet, sonradan türeyen şey, yâni yeni olan ne varsa bid’attır. Vehhâbilere göre bu, her yerde ve her devirde 7. Yüzyıl Arabistanındaki düzenin kurulmasını ve korunmasını istemektir. Abdülvehhab, insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların mal ve canlarının kendisine inanan kişilere helâl olduğunu söylüyor Muhammed bin Suud, Abdülvahhab’ın fikirlerini kullanıp Arabistan'a hakim oluyor. Her ne kadar Sultan Mahmud’un Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa Vehhâbilerin liderlerini esir ederek İstanbul’a göndermiş ve bunlar 1819’da asılmışlarsa da çıban daha sonra tekrar baş vermiş ve İngilizlerin desteğiyle Suud ailesi Arabistan’a hakim olmuş ve 1927’de tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da Suudi Arabistan kurulmuştur. Özetle, bunların istediği ve özendiği, her türlü yeniliğe karşı olmak, insanların akıllarını kullanmamaya zorlamak, 7. Yüzyıl Arabistan düzenine geri dönmektir. Bu ayrıntılar bugün neden önemli? Çünkü bugünlerde Suudların petrol paralarıyla yaymaya çalıştıkları İslâm budur. İslâmın aydınlık döneminin yanı sıra bir de elbette bir Anadolu Müslümanlığı vardır. Tasavvuf felsefesinin kök verdiği Anadolu. Abdülvehhab’a göre, tasavvuf ta bir bid’attir ve mutasavvıflar mel’undur. Oysa, “Diyar-ı Rum’un”, yâni Roma diyarının, yâni Anadolu’nun, yurdumuzun İslâmlaşmasında mutasavvıfların ve tekkelerin büyük bir payı olmuştur. San’at, musikî, edebiyat, ahlâk, cesaret, doğruluk hususunda hizmet sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka hizmet demektir” anlayışıyla hareket ederek İslâm’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlâk ve nizam hâlinde halka sevdirmiştir. Yalnız tasavvuf mu? Ahilik, Alevilik, Bektaşilik Anadolu mirasıdır. Son yıllarda Türkiye’de hâkim olan yönetim, ne yazık ki, hoşgörüye dayalı felsefeler yerine, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evran, Hacı Bektaş-ı Veli yerine Suud parasıyla Abdülvehhap Müslümanlığını yaymaya çalışmaktadır. Çatalhöyük yerleşimi 9000 yıllıktır. 10., 11., 12. Yüzyıl Müslümanları nasıl temasa geldiği uygarlıkları özümsemişse, Anadolu halkı da binyıllar boyu yaşamış olduğu onlarca uygarlığı özümsemiş ve İslâm’ı da akılla bağdaştırmaya çabalamış, Vehhâbilerin “akla yer yoktur” sözünü fazla umursamamıştır. Kendini inançlı bir Müslüman olarak tanımlayan, Kuran’ı bilmediği Arapçasından okuyan bir hanım arkadaşıma Kuran’da kadınlarla ilgili ayetleri anlatınca ya “yanlış tercüme edilmiştir” ya “bunlar Kuran’a sonradan eklenmiştir” ya da “Kuran zaten Muhammed’den çok sonra yazıldığı için içine yalan yanlış bir sürü şey katmışlar” diyerek Kuran’da akıl ve sağduyusuyla bağdaşmayan hükümleri reddedebilmekte ve bunlara uymamamakta bir sakınca görmemekte, domuz eti yemese bile, başını örtmemekte ve şarap içebilmektedir. Yâni Vehhâbilerin istediğinin aksine aklını kullanabilmektedir. İşte “dindar nesil yaratacağız” ihanetiyle kurulan yeni eğitim sistemi yoluyla yok edilmek ve yerine Vehhâbilik konulmak istenen şey bu Anadolu Müslümanlığıdır. Ve de bütün bunlar Sunnî Müslümanlığı hedef almaktadır. Aleviler ya bence haklı olarak zaten Müslüman kabul edilmemekte ya da “ben de Müslümanım” diyen Aleviler Hz Ali’yi yücelttikleri için Vehhâbilerin boy hedefi olmaktadır. Ali düşmanlığı çok eskilere dayanır. Ali, Vehhâbilerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid halkından olan Hâricîlerin pek çoğunu Nehrivan'da öldürmüştü. Bu olayla başlayan Ali düşmanlığı yüzyıllarca sürmüş, ve Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhâbîlerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz bin Suûd, şimdikinin büyük büyük dedesi, 10 Muharrem 1802'de Kerbelâ törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtip Hz Hüseyin’in türbesini yağmalatmıştır. Bugün de Şii İran ile Suud’lar arasındaki husumet halâ sürmektedir. Ufak bir tarih turu yaptıktan sonra dönelim asıl konumuza ve biraz daha yakın tarihe: Laik içerikli düşünce özgürlüğü Tanzimat Döneminde gelişmeye başlamıştır. Devlet yönetiminde şeriatın egemen olup olmaması tartışmaları sırasında Yeni Osmanlılar döneminde "Kuran'ın her konuyu kapsayamayacağı” söylenebilmiş. Daha sonraları bu tartışmalara İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri Jön Türkler de katılmışlardır. Örneğin, Türkiye'nin ilk kɑdın ve işçi hɑklɑrı sɑvunuculɑrındɑn olan ve dinin toplumsal gelişmeye engel oluşturduğunu yazan ilk meşrutiyetçilerden Dr. Abdullah Cevdet İslâm dünyasının geri kalmasının diğer sebeplerini bildiğini, ama bunlardan hiç birinin dinî sebepler kadar, gerileme ve tahripte etkili olmadıklarını söyleyerek şeriat düzeni yerine laik bir düzenin kurulmasını savunmuş. Hatta geleceğin Türkiye'sini medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, muskacılığın ve üfürükçülüğün yasaklandığı, fesin kaldırıldığı, tüm yasaların günün gereksinimlerine göre yeniden düzenlendiği, tek kadınla evlenilen bir ülke olarak düşlemiştir. Evet, ecdadımız bunları da demiş. Okullarımızda Abdullah Cevdet’in yazdıkları okutuluyor mu? Sanmıyorum. Oscar Wilde’i Oscar ödülleriyle karıştıran, Ermeni kökenli bir milletvekilini dövmeye kalkışan milletvekilleri işte bu cahil kuşağın, cahil olduğu kadar da değil, cahil olduğu için saldırgan olan yeni kuşağın gerçek vekilleridir. Geldik zurnanın zırt dediği yere. Kaçınılmaz soru “Ne yapmalı?” Devrimci, sosyalist, komünist kardeşlerim beni bağışlasınlar. Monarşik ve teolojik bir ülkeden çağdaş bir ülke yaratmaya çalışan Atatürk’ün feodal düzene dayalı Osmanlı sistemini yıkarak yapmak istediği şey bir burjuva devrimiydi. Ama gel gelelim, devrimlere sahip çıkacak bir burjuva sınıfı yok denilecek kadar azdı. Bu kesinlikle bir aşağılama değildir. Marksist literatür bunu ilerici bir hareket, bir devrim olarak tanımlar. Bugün, bırakın sosyalist bir devrimi, yarım kalmış burjuva devrimimiz büyük bir tehdit altındadır. Oğuzhan Müftüoğlu’ndan bir alıntı: “AKP'nin yürüttüğü karşı devrime muhalif olanların birbirlerinin açıklarını araması, kendi kalesine gol atmaktan farklı değil. Muhalefet, sürecin ciddiyetinin farkına vararak âcilen birleşik mücadele olanaklarına sarılmalı”. Ben de: “Arkadaşlar, faşistler her zaman karşılarındakilerin bölünmesinden, birlikte hareket edememesinden yararlanmışlardır. Bunun en tipik örneği 1930'ların Almanya'sıdır. Türkiye'de, özellikle sol, amip gibi doksan dokuz parçaya bölünmüştür ve bırakın diğer laik ve anti-faşist güçlerle, birbirleriyle bile birlikte hareket etmekten yoksundurlar. Laik ve anti-faşist güçlerin bir parti ya da bir bayrak altında toplanmasını beklemek ne yazık ki Türkiye özelinde ham hayalden öteye geçememektedir. Ancak kendi ilkelerinden, görüşlerinden ödün vermeden laik ve anti-faşist bir cephede güçbirliği yapılabilmesi bence hem olası hem de zaruridir. Bunun pratikteki uygulaması, her seçim bölgesinde Akepe karşısında laikliği savunan en güçlü partinin/grubun adayını öne çıkarılması ve diğer partilerin/grupların aday göstermeyip o adayı desteklemesi ile olur. Fransa CB seçimlerinde faşist Jean-Marie Le Pen'e karşı sosyalist ve komünistlerin "faşist olacağına hırsız olsun" diyerek SAĞCI Jacques Chirac'ı desteklediklerini unutmayalım. Biliyorum, herşey seçim değildir, seçimlerde her türlü üçkağıt dönmektedir diyeceksiniz ama bu strateji en azından denemeye değmez mi?” demiştim. Seçimler bir yana, sokakta, medyada, sosyal medyada bu kritik dönemde birbirimizin açığını bulmaya, muhafazakâr, ilerici ya da Türk Kürt ayırımı bile yapmaya ne vaktimiz ne de tahammülümüz kalmıştır. Tehlike büyüktür ve cepheler bellidir. Zamanında “Yetmez ama Evet” deyip Altan kardeşler gibi tornistan edenlerle de, âkil adam olmayı kabul edip sonradan aklı başına gelenlerle de, Ali Koç gibi burjuva patronlarıyla, dinci eğitime karşı olan, şeriata karşı olan kim varsa, Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, çingene onlarla işbirliği yapma zamanıdır. Tayyib’e ve onun karşı devrimine karşı çıkan herkesle, kendisini Müslüman olarak tanımlayan ama laikliği savunan, şeriat düzeni istemeyen milyonlarla, Levent Gültekin , İhsan Eliaçık gibi te’vilci dindarlarla, laikliği savunan her politikacıyla, tekke ve zaviyeler açılsın diyen Müslüm Doğan ve şeriatçı Altan Tan’a karşı Selahattin Demirtaş’la, Abdurrahman Dilipak’a karşı Yaşar Nuri Öztürk’le hattâ İsmail Kahraman’a karşı Deniz Baykal’la bile el ele verme zamanıdır. Öncelik laik burjuva devriminin önce Tayyib ve şürekâsının saldırısından kurtarılmasıdır. Acıdır ama sınıf mücadelesinin sırası değildir çünkü yetiştirilen ve Kayseri hayvanat bahçesine dinozor alınıp alınmaması üzerine ahkâm kesen bu dindar nesil sınıf mücadelesini şimdilerde olsa olsa İmam Hatip okulunun iki sınıfı arasındaki bir kavga olarak algılayacaktır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|